Sükût Olsun Sana Tevhid
Mevlânâ, “İnsan düşünceden ibarettir, gerisi sadece et ve kemiktir” diyor. Her varlık, her an, her şeyde sevgi özlemi içinde. Gönlünü sevgiye ve güzelliğe aç, bak sıkıntın kalıyor mu? Şekilde, kabukta kalan öz; olana, şekilsize ulaşamaz. Güzele varmak, bütünü kavramakla, tevhide ulaşmakla olur. Göz tüm güzellikleri görebiliyorsa, seçebiliyorsa, ona göz denir. Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. O anahtar, kolay kolay ele geçmez. Onu aşkla, heyecanla, sabırla, yılmadan aramak gerekir. Amorfalyus titanyum isimli bir bitki on beş yılda bir çiçek açıyor.
İnsan gönlü ışıkla dolunca ışıktan fark edilmez. Ayrıntılarda boğulan, yanlış yorumlarla hem kendilerinin, hem başkalarının dünyalarını karartanlar her gün biraz daha güzelden uzaklaştıklarının farkındalar mı? Evrende öyle çıldırtıcı bir güzellik ve âhenk var ki... Kendi kendilerini aşamayanlar, kendi egoları içinde hapsolanlar, hiçbir zaman o senfoniyi dinleyemeyecekler, “Ey zaman geçme dur, öyle güzelsin ki” diyemeyecekler. Her zaman maviliğin bittiği son hadde kadar yürüyebilenler kendilerini varlığın dar hendesesinden kurtarabilenlerdir. İnsan hayatının en küçük olayları bile çok büyük bir önem taşırlar.
Görmek aşktır. Yunus, “Şu gözümden gören nedir?” diye sorar. Görme yeteneği görendedir. Göz sadece bir dürbündür. Dürbün görmez. İnsan kalbi, başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nispetinde açıktır. Her eser bir derstir. Bir büyük ressamın eserinden yapılacak bir kopya, o eserde gizli olan bu dersi kendi kültürüne ilâve etmek, bir başkasına ait olgun bir tecrübe ile kendi sanatını zenginleştirmek demektir. Kültür olayı bir ömür boyu devam eder, son nefese kadar...
Bir topluma ruhunu veren, bir toplumu ayakta tutan düşünce ve sanat adamlarıdır. Onlara lâyık oldukları değeri vermeyen toplumlar, bir süre sonra yaşama sevinçlerini kaybederler, varoluş onlar için anlamsız olmaya başlar. Bir düşünce terbiyesi olmayan, bir sanat kültüründen yoksun insanların doğaya, insana, olaylara kendine has bir bakış açısıyla bakmasının bir yaşama sanatına, yaşayış üslûbuna ulaşmasının imkânı var mıdır? Kişiliksiz, renksiz, incelikten uzak insanların toplumun hangi çizgisinde bulunurlarsa bulunsunlar, çevrelerinde sevgi, saygı ve hayranlık uyandırmalarına imkân var mıdır?
Estetik terbiye hayatımıza yapıcı bir âmil gibi girdikçe, yaşantımızda egemen oldukça, nice sorunlarımızın kendiliğinden halledildiğini göreceğiz. Ancak kalpleri ve kafaları Kur’an’ın, Hadislerin ışığıyla, bilimle, sanatla, sevgiyle, saygıyla, güzellikle dolan insanlar sağlıklı yaşar, mutlu olur, mutlu ederler.
Matematik profesörü olan bir arkadaşım anlattı. Tokyo’ya Dünya Matematikçiler Kongresi’ne gidiyor. Otele yerleştikten sonra görevli memura soruyor: “Burada,” diyor, “hem ucuz, hem temiz, hem kaliteli lokanta hangisidir, nerededir?” Tarif edilen yere bir arkadaşıyla gidiyor. Bin kişilik bir lokanta. Matbaa işçileri orada yemek yiyorlar. Arkadaşım yanındaki meslektaşı ile güle oynaya kapıdan giriyorlar. Ama birden donup kalıyorlar. İçeride çıt yoktur. Bin kişinin bakışları üzerlerinde toplanıyor. Mutlak bir sessizlik egemen. Şaşırıyorlar. Ne içeri girebiliyorlar, ne dışarı çıkabiliyorlar. Öyle bir mahcubiyet, eziklik içindeler ki... Şef garson halden anlıyor. Hemen geliyor, onları içeri alıp oturtuyor. Çevreye bakıyorlar. Herkes öylesine sessiz ki... Bir sipariş verileceği zaman, garsonun kulağına fısıldıyorlar, çatal kaşıklarını masaya koyarken inanılmaz bir dikkat gösteriyorlar, aman bir ses çıkmasın, aman bir gürültü olmasın diye. Arkadaşım bakıyor, bakıyor, hayran oluyor.
Yine bir Pazar sabahı arkadaşım trene biniyor. Amacı, bir Japon banliyösündeki hayatın akışını incelemek. Trende oturduğu yerin karşısında bir Japon aile var. Ana, baba ve küçük yavruları. Çocuk henüz iki yaşında. Ne hikmetse durmaksızın ağlıyor. Anne bir yandan çocuğu susturabilmek için çırpınıyor, bir yandan da arkadaşımı endişeyle süzüyor, acaba yabancıyı rahatsız ediyor muyum diye... Ama bir türlü başarılı olamıyor. Eşi, köşede sükûnetle gazetesini okumakta. Nihayet gidiyor, ondan yardım istiyor. Baba, yavaş yavaş yerinden kalkıyor, çocuğun yanına gidiyor. Yanağına çok hafif, çok yumuşak bir fiske vuruyor. Çocuk derhal susuyor. Bütün bunlar bize, sağlıklı, mutlu, huzurlu yaşayabilmek için sessizliğin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yüksek sesle müzik dinleyenlerin bir süre sonra yavaş yavaş beyin hücrelerinin öldükleri bilimsel çalışmalarla ortaya çıkıyor. Gürültü insanı hasta ediyor, sinir sistemini tahrip ediyor, onu hayata karşı duyarsız yapıyor.
Pascal, “İnsanın hayatta başına ne gelirse, işini bitirdikten sonra, bir köşeye çekilip sükûnetle hayatı, insanları, olayları tefekkür edememesinden gelir.” diyor.
Kur’an-ı Kerim’de, Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. Musa’yı, Firavun’u Hakk’a davet etmekle görevlendirdiğini okuyoruz. “Yâ Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle.” buyruluyor. “Allah yavaş sesle konuşanları sever. Seslerinizi Peygamberlerin sesinden fazla çıkarmayınız. Bağırmayınız. Yüksek sesle konuşmayınız. Seslerin en çirkini eşek anırmasıdır.”
“Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” Şâd olmuyorsak, huzuru, mutluluğu içimizde bulamıyorsak kabahat bizdedir. Ya aramıyoruz, ya aramasını bilmiyoruz. Yunus, insanları şâd eden haberi, nice arayışlardan, gayretlerden, fedakârlıklardan sonra bulmuştu. Bu bir aşk işidir, çile işidir. Şair ne güzel söylüyor:
“Güzel âşık cevrimizi çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?”
|