Güzel Örnekler
Yaşı doksanı geçmişti. Yalnız oturuyordu. Eşi öğretmendi. Yıllar önce Hakk’a göçmüştü. Ondan kalan emekli maaşı ile geçiniyordu. Kırk yıl önce tanımıştım. Gördüğüm, sadece aşk, ihlâs, edep, tevâzu, sabır, şükür ve teslimiyetti. Kırk yıl içinde bir kere ağzından şikâyet sözü çıkmadı. Gıybetle uzaktan yakından ilgisi olmadı. Bir lokma ekmek yese, defalarca şükreder, Allah’ım bizi bu nimete lâyık et derdi. Ziyaretine gelenlerden bazı kimseler saygısızlık etseler, ellerini göğsünde kavuşturur, edep ve tevâzu ile başını öne eğer, sessiz ve sakin o gıybetin, o ileri geri konuşmanın bitmesini beklerdi. Onun bu zarif ve ince hareketi derhal karşısındaki şahısta etkisini gösterir, sözünü yarıda keserdi. Söylediğinden pişmanlık duyarak, başını önüne eğer, sessiz kalırdı. Sanırım, hiçbir söz, bir sükût kadar etkili ve anlamlı olamazdı. Hayatında hiçbir gün, hiçbir şeyden şikâyet etmedi. Ağız derdi, ya bir dua için, ya bir hacetini bildirmek için, ya da yerinde ve zamanında olmak şartı ile, bir Hak söz için açılmalı derdi. Ve arkasından Yunus’un o harikulâde güzel sözünü söylerdi:
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ide bir söz.
Ona göre kelâm her şeyden önemli idi. Kırk yıl her ziyaretine gidişimizde bize “Aman efendim çok dikkatli olalım, çok itina gösterelim, kelâmı Hak’tan alalım” derdi ve ilâve ederdi “Söylenen söz vücut bulur.” Sonra Peygamber Efendimizin hadisini zikrederdi. “Ya hayır söyle, yahut sus.” Nice kavgalar, dövüşler, yaralamalar, cinayetler hep dikkatsizce, düşünmeden söylenmiş bir sözden çıkmıyor muydu? İnsan hayatında, belki de en önemli olan, söz söylemek; bazen güzel bir söz, bir hastayı iyileştirebiliyor, intihar etmek isteyen bir insanı, yolundan döndürebiliyordu. Bazen acı bir söz, hassas bir insanın kalbinde, ömür boyu sürecek bir yara açabiliyordu. Yunus’a göre en büyük suç, bir insan kalbini kırmaktı.
“Bir kez gönül kırdın ise, bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil”
diyordu. Resûlullah Efendimiz bir hadisinde “Allah gönlü kırıklarla beraberdir.” buyuruyorlar. “Hepisinden iyisi bir gönüle girmektir.” diyen Yunus gibi sen de bir ay yüzlü, bir güneş gönüllü bul da, kapısında berde ol. Kendi nefsâniyeti ile yürüyüp de, menzili maksude eren bir kişi gördün mü? İyi bilelim ki, zan ile yakin olmaz. Şeytan ben dediği için cennetten kovuldu. Ben, ben diyene sevgilinin kapısı açılmaz. Çekil aradan kalsın Yaradan. Ne olur, kapı kapı dolaşma. Bil ki muratlar sendedir. Allah’tan gayrıya ihtiyaç duyma. AIlah’tan uzak olanlarla zamanını harcama. Televizyonlardaki saçma sapan programlarla, kalbini ve kafanı kirletme. İç dünyan yağmurdan sonraki bir gül yaprağı gibi olsun. Unutma ki hâl sarîdir. İnsan kalbi nazargâhı ilâhidir. Birtakım ruhsuz, aşksız insanların, aşksız, şevksiz gevezelikleri ile yaydıkları eksi elektrikle iç dünyanı doldurma. Nefsleri ile yaşayanlar, isteseler de Hak aşıklarını sevemezler. Bırak onları kendi haline, bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Öyle bir pazar ki, herkes malı ne ise onu satar. Sen kendine uygun olanı al. O kadarı yeter. Ebu Cehil’lerin, Ebu Lehep’lerin kendileri gitti ama, torunları yaşıyor. Yunus, gören göz değil, gönüldür der. Bütün güzellikler görebilenler içindir. Mânen kör olan, nefsinin kölesi olmuş kimseler için, mânevi güzellikler ne ifade eder. Hak yolu, sevgi yoludur. Yunus, taş gönülden ne biter, der. Cemal görmeğe hazırlan, Muhammedî neşe içinde yaşa. Allah dostları, binbir kisve içinde gizlidir. Kimseyi hor ve hakir görme. Yunus “Tehi görme kimesneyi, hiç kimesne tehi değil.” der.
Bir gün doksanını geride bırakan o Allah dostu, alışveriş yapmak için merdivenlerden iniyordu. Apartman yöneticisi, diş tabibi Hişam Bey’le karşılaştılar. Hâl hatır soruldu. Hişam Bey, yalnız mısın, kimle oturuyorsun diye sorunca, o, “yalnız değilim, Allah’la beraber oturuyorum” dedi. Nice zamandır, bu cevaptaki güzellik beni uzun uzun düşündürüyor. Bir gün, yine evinden çıkar, bir hasta ziyaretine gidiyordur. Birden iki yanından, okul kıyafetleri ile iki çocuk ok gibi fırlayarak geçerler. Sağ tarafındaki çocuk “Ahmet dikkat et” diye avazı çıktığı kadar bağırır. O mübârek insan, her zaman olduğu gibi, kelâmı Hak’tan al diyerek, dikkatlice yürümeye başladı. Bir de ne görsün, yolun ortasında koskoca bir çukur. Dikkati çekecek ne bir levha, ne bir lamba. Kenardan yürüyerek tehlikeli bölgeden kurtulur. Bir gün, bir ev hanımı alışveriş için Kocatepe Camii’nin altındaki büyük mağazaya gider. Torba alır, barbunyaları koymaya başlar. O sırada, bir başka hanım gelir, bir barbunyaya bir de üstündeki fiyata bakar, hiç der, bu fiyata bu barbunya alınır mı? Birinci hanım hiç oralı olmaz, barbunyaları torbaya doldurur, tarttırmaya gider. Etiket torbaya yapışınca, durumu anlar ve üzülür. Eğer der, ben kelâmı Hak’tan alan bir insan olsaydım, deminki hanımın ikazından uyanır, bu hataya düşmezdim. Belki bu durum, bazılarımıza önemsiz gibi gelebilir. Ama ben öyle düşünmüyorum. Önemli olan her an dikkatli, her an uyanık olabilmek. Japon dilinde, küçük, basit, önemsiz gibi kelimeler yoktur. Bir Japon için her şey önemlidir.
Sabahleyin abdestini aldı, giyindi evinden çıktı. Operatördü. Birazdan önemli bir ameliyata yetişecekti. Hastaneye yürüyerek gelip giderdi. Yolda bir ara abdestinin bozulduğunu hissetti. Duvara yaklaştı, teyemmüm etti. Oradan geçen biri yaklaştı, doktor bey dedi, merak ettim, birazdan hastanede olacaksınız, orada abdest tazelemek varken, neden burada teyemmüm ediyorsunuz? Doktor Bey, her zamanki derin ve anlamlı bakışlarıyla adama döndü ve asla unutamayacağım şu cevabı verdi: “Siz bana hastaneye gidecek kadar ömrüm olduğunu gösteren bir senet getirin, ben de abdestimi erteleyim.” Hiç beklemediği bu cevap adamı şaşırtmıştı. Kıpkırmızı oldu, başını önüne eğdi ve özür diledi.
Bir gün hastanede bir doktor vefat etmişti, bütün doktorların katılımı ile cenaze töreni yapıldı. Hoca Efendi son sözlerini söyledikten sonra cemaat dağılmaya başladı. Yalnız o Allah dostu doktor mezarın başındaydı ve dua ediyordu. Başhekimin dikkatini çekti. Sordu yanındaki doktorlara, ne yapıyor orada, neden gelmiyor dedi. Efendim dediler, dua ediyor. Muzip muzip gözlerini kırptı, ben şimdi ona nasıl dua edilir bir öğreteyim dedi. Bir süre sonra o Allah dostu doktor, huşû içinde geldi, kendisini bekleyen arkadaşlarını selâmladı. O sırada başhekim sorusunu sordu. Doktor Bey öbür dünyada soru soruluyormuş, siz buna inanıyor musunuz? Evet efendim dedi, inanıyorum. Ne soruyorlar? Şunları, şunları soruyorlar. Peki cevap veremezsek ne sorarlar? Anlattı, bunları sorarlar dedi. Peki ona da cevap veremezsek? O zaman Rabbin kim derler. Peki ona da cevap veremezsek? Cevap çok müthişti. Efendim dedi, müjdeler olsun kurtuldunuz, ona da cevap veremezseniz, otomatikman öküz olursunuz, öküzlere de sorgu sual yok. Herkes gülüşmeye başladı. Başhekim kıpkırmızı oldu. Dudakları titredi. Kazdığı kuyuya kendi düşmüştü.
Unutmayalım ki edebin başı, kişinin haddini bilmesidir. Sabır, hilesi olmayanın hilesidir. Bu âlemde bir garip misafir olduğumuzu hiç hatırdan çıkarmayalım. Kur’an-ı Kerim’de “Ey insanlar Allah’a kaçınız” buyruluyor. Allah sabredenlerle beraberdir. Sabır bütün ibadetlerin özüdür. Huy güzelleştikçe tevâzu artar. Biri gelmiş, İmam Gazâli’ye sormuş. Bana demiş, öyle bir söz söyle ki, sonunda beni velâyet makamına kadar götürsün. İmam Gazâli cevap vermiş “Her gördüğünü Hızır, her geceni Kadir bil.”
Bütün mânevi yolların kapısı tevâzu ile açılır. Kalp kıranın kısası Allah kılıcı ile yapılır. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Kendini hiç kimseden daha iyi görme. Ağız daima hayra açık, şerre kapalı olmalı. Suçun her ne ise, bir daha yapmamaya karar ver. Allah affeder. Diller susunca gönüller konuşur. Hakiki konuşma budur. Marifet, gönlün Allah ile olmasıdır. Bir şey söylemek istediğin zaman kalbine danış, faydalı ise söyle, değilse sus.
|