subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt X                                                                          Sabri Tandoğan

 

Öğretmene Saygının En Güzel Örneği

1453 yılında Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldı. Bu olay gerek Türk tarihi, gerek İslâm tarihi ve gerekse Dünya tarihi bakımından son derece önemlidir. Bu zaferle tarihte bir çağ kapanmış, yeni bir çağ açılmıştır. Bu zaferle insanlık kültür tarihinde yepyeni bir mutluluk ve medeniyet başlamaktadır. İstanbul’un alınmasının hemen arkasından yirmi iki yaşındaki genç Fatih Sultan Mehmet bir genelge yayınlamış ve herkesin inanışında, itikadında, ibadetinde tamamen bağımsız, hür ve özgür olduğunu bütün dünyaya ilân etmiştir.


Bu, o kadar önemli bir olaydır ki, insanlık kültür tarihi o zamana kadar bilmediği, görmediği, hayal bile edemediği bir olayı, yirmi iki yaşındaki genç bir kumandan, yüce Fatih Sultan Mehmet gerçekleştirmiştir. Allah nasip etti, pek çok ülkeyi gezdim, gördüm. İncelemeler yaptım. Ama ne oralarda, ne ül­kemizde bu genelgenin önemi üzerinde yeteri kadar durul­madığını gördüm. Saint Bartelmy’de, bir gecede aynı dinin iki farklı mezhebi birbirlerini kılıçtan geçirmişlerdi. Ertesi sabah harp meydanında otuz bin ölü sayılmıştı. O günün nüfus du­rumu, şartları gözönünde bulundurulursa, bu otuz bin rakamı aklın, havsalanın alacağı bir rakam değildir. Bütün ortaçağ bo­yunca Hıristiyan Avrupa’da nice bilim adamı, düşünür, sanatkâr, sırf inançlarından, kanaatlerinden dolayı ateşe atılmış, diri diri yakılmışlardı. Cadı kazanları mütemadiyen kaynamıştı.


İşte bu ortamda, herkesin birbirini ihbar ettiği, birbirinin ölümüne sebep olduğu bir taassup platformunda ve döneminde, yirmi iki yaşındaki bir insan, genç ve muzaffer Fatih, İstanbul’un fethinin ertesi gününde böyle bir genelge yayınlıyordu. Bu, duyan, düşünen, hisseden herkesi ürpertecek, titretecek, uya­nışa ve tefekküre sevkedecek olağanüstü bir olaydı. Ne yazık ki bırakalım bize karşı hep bir önyargıyla, kuyruk acısıyla hareket eden batılıları, bizim tarihçilerimiz, yazarlarımız, düşünürlerimiz, sanatkârlarımız dahi bu konuyu lâyıkı veçhiyle değerlendire­memişler, üzerinde hassasiyetle duramamışlardır. İlk gençlik yıllarımdan beri buna hep hayret etmişimdir. Olay biraz derine inerek sosyal yönden, psikolojik yönden incelenecek olursa, aslında bu duruma hayret de etmemek lâzımdır.


Yıllar ötesine gidelim. Fatih küçük bir çocuktur. Zeki, uyanık, ateş gibi, yerinde duramayan, cevval, pırıl pırıl bir zekâ. Bir gün okulda yaramazlık yapar. Hocası Molla Gürani kulağını çeker. Küçük çocuğun babası padişah İkinci Murat akşam olaydan haberdar edilir. Fatih öfke ve kızgınlık içindedir. “Ben,” der. “Koskoca bir padişah çocuğuyum. Nasıl benim kulağım çekilir? Bu olacak iş mi? Babacığım, sabahleyin okula beraber gidelim. Sen hocamızı bir güzel döv. Görsün dünyasını. Bir padişah çocuğunun kulağını çekmek ne demekmiş anlasın.” Velî pa­dişah İkinci Murat Hazretleri oğlunun başını okşar. “Merak etme yavrum,” der. “Yarın sabah okula beraber gideriz. O hocan gününü görür.” Sabah olur, baba oğul el ele okulun kapısından girerler. Daha önceden haberdar edilen, uyarılan ve talimat verilen Molla Gürani elinde sopa onları beklemektedir. “Vay, beni dövmeye gelen siz misiniz” diyerek sopayla hücum eder. Baba oğul korkuyla kaçarlar. Onlar kaçar, Molla Gürani kovalar. Sonra yorulur, sopasını bırakır, sınıfına gider. Velî Padişah oğluna döner. “Bak yavrum,” der. “Sen bir padişah oğlusun. Ben de padişahım. Ama senin hocan, senden de büyük, benden de büyük. Gördün, bizi nasıl sopayla kovaladı. Hadi şimdi sınıfına git, hocanın elini öp, özür dile. Sonra git, saygılı bir şekilde sırana otur.” Ve oğlunu bırakır gider. Şimdi soruyorum sizlere, günümüzde bu asil, büyük, yüce davranışı gösterecek kaç ana baba çıkar? Lütfen cevabını siz verin. Fatih’in çocukluğu böyle geçmişti. Velî padişahın kaldığı evi gezdim. O kadar sâde, o kadar mütevazı, evin eşyası o kadar basitti ki, ince ince an­latsam belki inanmazsınız. Fatih babasından, annesinden her yönüyle tam bir İslâm terbiyesi alarak yetişti. O evde edep hâkimdi. Sevgi, saygı, incelik, zarafet hâkimdi. O evde sabır vardı, şükür vardı, kanaat vardı. Fatih on iki yaşına gelmişti. Babası tahtı oğluna bıraktı. Kendisi daha çok okuyabilmek, daha çok ibadet edebilmek, daha çok zikir yapıp tefekkür edebilmek için köşesine çekildi. Bunu öğrenen Sırplar fırsat bu fırsattır deyip, hücum hazırlıkları yapmaya başladılar. Fatih durumu babasına bildirdi ve gelmesini söyledi. Babadan ge­cikmeden cevap geldi. “Evlâdım, padişah sensin, dilediğin gibi hareket et.” Fatih hemen cevabını gönderdi. “Eğer padişah sensen, geç devletinin başına. Düşman bizi yok etmeye geliyor. Eğer padişah bensem, geç ordunun başına. Vatan tehlikede.”


Fatih bir yandan dünyevî ilimler öğrenirken, altı dile ko­nuşacak ve yazacak kadar sahip olmuşken, bir yandan da mânevi ilimler tahsiline başlamıştı. Hocası, Mürşidi Akşemseddin Hazretleri idi. Mübârek sultan sık sık genç öğrencisine Pey­gamber Efendimizin şu Hadis-i Şerifini hatırlatıyordu:


“İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden kuman­dan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” Fatih tahta geçtiği andan itibaren bütün düşün­celerini ve çalışmalarını bu hedefe doğru odaklamıştı. İstan­bul’un fethi için gece gündüz uyumuyor, sürekli planlar ya­pıyordu. Kafası hep fetihle doluydu. Onun için İstanbul’u fet­hetmek ve Resûlullah’ın Hadisine mazhar olmak, bu dünyada kazanılacak şereflerin en büyüğü idi. Dünya harp tarihinde ilk defa Fatih karadan gemileri denize indirdi. İstanbul’un yıkılması imkânsız denilen surlarını yıkacak güçte topların çizimlerini yapıyor ve döktürüyordu. Fetih için gerekli gördüğü Rumeli Hisarı’nın yapılmasını emrediyor, kollarını sıvayıp askerle bir­likte surlara taş koyuyordu. Değil o günün şartları, günümüzün teknolojisiyle bile başarılamayacak bu büyük işi çok kısa bir sürede tamamlamıştı. Burada çok ince bir nokta var. O, çağ kapayıp yeni bir çağ açan padişahın yanında, her zaman mânevi Mürşidi Akşemseddin Hazretleri bulunuyor, sık sık onunla istişare ediyordu. Günler geçiyor, haftalar geçiyor, fakat İstanbul bir türlü düşmüyordu. Genç padişahın morali biraz bozulur gibi olmuştu. Desteklenmeye ihtiyacı vardı. Böyle bir ânında Akşemseddin Hazretleri’ne sordu. “Hocam, bu ne iştir bir türlü İstanbul düşmüyor. Bundaki hikmet nedir?” Mübârek hoca ıstırap içindeki genç talebesinin yüzüne baktı; “Düşmez Sul­tanım” dedi. “Çünkü senin ordunda Süleyman isimli bir asker var. O velî bir insan. Şefkat ve merhamet onda o kadar yoğunlaşmış ki, her gece herkesin uyuduğu bir saatte kalkıyor, gözyaşları içinde Rabbine yalvarıyor. Allah’ım diyor. Büyüksün, rahmansın, rahimsin, gavurcuklara sen acı. Sen merhamet et. Sen onları koru. Hazret biraz sükût ettikten sonra, işte Sultanım diyor. O askeri buldur. Rica et, gönlünü yap, birkaç gece dua etmemesini iste. Yoksa İstanbul düşmez” diyor. Fatih, Süley­man’ı bulduruyor, ricasını söylüyor ve söz alıyor. İşte o sözden sonra üçüncü gün Ulubatlı Hasan İstanbul’a ilk giren asker oluyor. Bu Topkapı Sarayı’ndaki Defter-i Hakani’de yazılıdır. Biliyorum günümüzün sözde aydınları, entel dantel geçinen ukalâları yazının bu kısmını okurken burun kıvıracaklar, dudak bükecekler, canım öyle şey olur mu diyecekler. Oluyor ya sayın çokbilmişler. Siz gidin Amerikan uşaklığınızı devam ettirin. Siz gidin Bush’un önünde diz çökün. Başka ne işe yararsınız. İstanbul’un fethindeki ince sırrı, sizin Batı uşaklığıyla şartlanmış kafalarınız almaz ki. Eskiden bir ülkeyi fethetmek için ordular gönderilirmiş. Asker telef edilirmiş. Dünya kadar masraf yapı­lırmış. Günümüzde işin kolayı bulundu. Üç yöntemle hiç bunlara gerek kalmadı. Birinci yöntem; kültürel istilâ. İstilâ planının uy­gulanışı, ilk kültürel istilâ ile başlıyor. Radyolarla, televizyonlarla, gazetelerle, okullarla, üniversitelerle birtakım uşak ruhlu köleler yetiştiriliyor. Onların beyinleri yıkanıyor. Ruhları, inançları yok ediliyor. Ilımlı İslâm palavraları ile bütün mânevi hayatları ber­hava ediliyor. Sonra birtakım entel danteller üretiliyor. Ame­rika’ya tapan Avrupa Birliği’nin önünde secde eden renksiz, şahsiyetsiz, korkak, âciz insancıklar ortaya çıkıyor. Ve bunlar ne yazık ki kendi dillerine, dinlerine, milliyetlerine, bayraklarına, tarihlerine, kültürlerine, şehit kanlarına ihanet ediyorlar. Adamlar haykırıyor. Sizi sevmiyoruz, istemiyoruz, sizden nefret ediyoruz, tiksiniyoruz. Elli sene de geçse, sizi Avrupa Birliği’ne almayız diyorlar. Biz hâlâ, onlar ne derse desin, biz Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye ısrar ediyoruz. Katran ruhlu papazların, Vatikan’ın ortaya attığı rezil, âdi, aşağılık bir görüş var, dinlerarası diyalog diye. Adı profesöre çıkmış bir sürü dünya âhiret cahili insan, bunun bayraktarlığını yapıyor. Kardeşim hangi diyalog? Siz neden bahsediyorsunuz? Adam senin inandığın Allah’a inan­mıyor. Senin inandığın kitaba inanmıyor. Senin bütün hücre­lerinle, bütün varlığınla, bütün aşkınla bağlı olduğun Peygam­berinin çok çirkin karikatürlerini yapıyor, onları dünyaya yayıyor. O papa denilen katran ruhlu adam, Türkiye’ye gelmezden önce, ağız dolusu İslâm’a ve Peygamberine hakaret ediyor. Sonra bu diyalogcu geçinen zavallı yaratıklar, sırıtarak ellerini uzatıyorlar, kardeşçilik oynuyorlar. İşte kültürel istilâ bu. Daha düşmanın kurşunu gelmeden kaleler içten fethediliyor. Bugüne kadar televizyon dizilerinde bir kere ortaya pozitif düşünen, kibar, asil, efendi, saygılı bir Türk ailesi tipi ortaya konmadı. Akşam olunca nice zavallı, kurbanlık koyunlar gibi o iğrenç dizilerin önüne oturarak, günlük zehirlerini kâfi dozajda alıyorlar. İşte kültür istilâsı bu. Kaleler içten fethediliyor. Artık her yayın organı, ayrı bir Truva atı. Gayet tabi bütün bu olanlardan sonra ikinci yön­tem kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ekonomik istilâ. Bankalar sa­tılıyor, fabrikalar satılıyor, işyerleri satılıyor, topraklar satılıyor, vicdanlar satılıyor. Ve bunun arkasından pek tabi siyasal istilâ geliyor. Bir Büyükelçi çıkıyor, müstemleke valisi gibi beyanat veriyor, yol gösteriyor, emirler yağdırıyor. On bir askerimizin başına çuval geçiriliyor, yetmiş üç milyonda bir kişiden tık çıkmıyor. İşte siyasal istilâ. En çirkin, en âdi, en rezil şekliyle. Bütün bunlar bir şeyden kaynaklanıyor. O yirmi iki yaşındaki delikanlının içindeki Himalaya gibi aşka, heyecana ne yazık ki bizler sahip değiliz. Olamadığımız için de, bütün bunlar ba­şımıza geliyor. Aslında o çuvallar on bir askerin başına geçmedi. Yetmiş üç milyonun başına geçti. Kalbinde nakış iğnesinin ucu kadar vatan aşkı, bayrak aşkı, Allah aşkı olanlar, gece ıstırap içinde bu çuvalların acısını haykırıyorlar. Bugün kalkındık, kalkınıyoruz yalanlarının, palavralarının arkasındaki gerçek bu. Önce kültürel istilâ, sonra siyasal istilâ. Sonra bütün bunları kamufle etmek için nutuklar... Nutuklar... Nutuklar...


Bu hakikatler herkesin gözü önünde. Ama ne yazık ki gözler ıstırabı haykırırken dudaklar susuyor. Yapılacak iş nedir? O fetih günlerinin saf neşesine, aşkına, heyecanına tekrar ka­vuşabilmek. EI ele verip tek yürek olmak, bütün küçük he­sapları, dargınlıkları, kırgınlıkları unutup, o Allah aşkını, Pey­gamber aşkını, vatan aşkını bayrak aşkını yüreğimizde du­yabilmek. O temiz, sıcak, asil aşkı içimizde tekrar duyduğumuz gün göreceğiz ki, bütün imkânsızlıklar yok olacak. Bütün ka­ranlıklar aydınlanacak.


Bütün çirkinlikler güzelliğe dönüşecek ve biz el ele, yürek yüreğe verip, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter” diyeceğiz, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyeceğiz...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]