subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt X                                                                    Sabri Tandoğan

 

Osmanlı Medeniyeti

Acaba dünyada bir millet var mı ki, aydın geçinenleri kendi tarihlerine düşman olsunlar, kendi tarihlerinden utansınlar ve atalarına ağız dolusu lânet etsinler, hatta zaman zaman da küfretsinler. Tarihte eşi görülmedik bir şekilde okumamakta, incelememekte, araştırmamakta ayak diresinler. Sonra da sal­dırılarına devam etsinler. Sanmıyorum. İnsanlık kültür tarihi baştan sona incelenecek olursa, bir benzeri de görülmez. Ama bizde bunun bol bol örneklerini görebilirsiniz. Kendi tarihlerine, atalarına, ecdadına söven bu kimseler beni hep ürpertmiş, uzun uzun düşündürmüştür. Aslını inkâr eden haramzadedir diye bir söz vardır. Demek içimizde ne kadar haramzade var. Batı Batı diye yırtınan çoğu diplomalı ama özünde cahil kalmış bu kimseler, Batı’ya gittiklerinde zamanlarının onda birini çarşı, pazar, sefahat, eğlence yerlerinde değil de; müzelerde, kü­tüphanelerde, sanat ve ilim yuvalarında geçirecek olsalar, sa­nırım bu hastalıklı fikirlerinden uzaklaşmış olurlar, gerçeği görürler, idrak ederler. Bundan yirmibeş yıl kadar önce idi, Prag’da dolaşıyordum. Bir patırtı, gürültü oldu. Koşuşmalar, heyecanlı sesler, fotoğraf makinaları, televizyon kameraları birbirini takip ediyordu. Durumu anlamaya çalıştım. Bir süre önce onikinci yüzyıldan kalma bir yapının duvarından bir parça sıva kopmuş, yere düşmüş. Bu düşen parçayı almışlar, la­boratuarda ince ince tahlil etmişler, onikinci yüzyıl tekniği içinde hangi maddeler, hangi oranda biraraya gelmiş, o sıva yapılmış, tespit etmişler. Aynı sıva yapılmış, o gün merasimle sıvası kopan yer tamir edilecekmiş. Yâ Rabbi, o telâş, o heyecan, o saygı ve dikkat görülmeye değerdi. Ürperdim, tarihe ve ecdada karşı gösterilen o saygıyı hepinizin görmesini isterdim. Lise yıllarında rahmetli Profesör Hilmi Ziya ÜIken gerek yazılarında, gerek konuşmalarında tarih şuuru diye konuyu ısrarla işler, önemle üzerinde dururdu. O gün Prag’da rahmetli hocamızı hatırladım. İşte o tarih şuurunun verilmeyişi bizdeki hilkat ga­ribelerini ortaya çıkarmıştır.


Yirminci yüzyılın en büyük tarihçisi Toynbe “dünya dünya olalı üç büyük imparatorluk görmüş” der ve ilâve eder, “bunların en muhteşemi Osmanlıların kurduğu imparatorluktur” der. Elin İngilizi böyle diyor ama, bizim köksüz, kültürsüz yarı aydın­larımız o muhteşem devlete hakaret etmekte berdevam. Ne diyelim Allah ıslah etsin. Harbetmek için gittiği yabancı ülkede, asma dalına, yediği bir salkım üzümün parasını bağlayan Türk askerinin bu davranışı, duyguyu bir yana bırakalım bilimsel bir açıdan incelenecek olursa, arkasında koskoca bir Osmanlı Medeniyeti çıkar. O terbiye, o askere nasıl verilmişti, ince­lenecek olursa, insanın tüyleri ürperir.


Yirmiiki yaşında genç, pırıl pırıl, yaşının çok üstünde ol­gunluğa erişen bir padişah düşünün. Fatih Sultan Mehmed. 1453 yılının 29 Mayıs’ında İstanbul alınıyor. Hemen ardından o yüce padişahın fermanı çıkıyor. Herkes, inanışında, ibadetinde hürdür. Kimseye baskı yapılamaz. Kimse inanışından gayrı bir ibadete zorlanamaz. Acaba ecdadlarına hayâsızca dil uzatan­lar, bir tek bu olayı düşünseler yüzleri kızarır mı? Saint Bartelmy gecesi, aynı dinin iki ayrı mezhebi, birbirlerini boğazlar, ortalığı otuzbin ölü doldururken, yirmiiki yaşındaki genç padişah her­kese vicdan özgürlüğü tanıyordu. Acaba o filiz gibi delikanlıya bu ruh inceliğini kazandıran eğitim nasıldı ve kimler veriyordu? Yıkmak daima kolaydır ama aslolan her halükârda yapıcı, af­fedici ve bağışlayıcı olabilmektir. Yunus bir şiirinde “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” der. Resûlullah Efendimiz “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” buyuruyor. İnsan­larına, yeryüzündeki bir kum tanesinden, gökyüzündeki Saman­yolu’na kadar, sevgi ile, saygı ile bütün varlığı kucaklatan görüş, dünyanın en muhteşem devletini ortaya çıkarmıştı.


Üç yaşında bir çocuk, annesi tarafından oturtulduğu evin cumbasından, sokaktan geçen bir köpeğe “Gel kuçu efendi, gel” diye sesleniyordu. Bu minicik yavruyu sokaktaki köpeğe kuçu efendi diye seslendiren terbiye nasıl bir şeydi? Ve o nasıl bir yaşama üslûbu idi ki en lüks konaklarda, en lüks sofralarda yediği yemekle, evinde yediği bir dilim kuru ekmeği aynı ruh zenginliği, aynı edep ve incelikle bir tutuyor, Allah’ım diyordu, verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun. Beni bu nimetlere lâyık et Yâ Rabbi diyordu.


Sâde, Osmanlılardaki o muhteşem vakıf medeniyeti ince­lenecek olursa insanın gözleri yaşarır. İnsanı, hayvanı, bitkiyi, cemâdatı, Muhammedî bir aşkla kucaklayan, tevhidin sırrına ermiş o mübârek insanlar, kurdukları vakıflarla, her zerrede zikredenin Allah olduğunu yaşantılarıyla ispat eder gibiydiler. O muhteşem inanış, günlük hayattaki sözlerine kadar etkisini gösteriyordu. İyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlık bilir, diyorlardı. Sâde hastaları, fakirleri, dulları, yetimleri, garipleri, çaresizleri değil, kedi köpekten, kuşlara kadar bütün mevcudâtı da görüp gözetiyorlar, sevgi ile şefkatle bağırlarına basıyorlardı. Ağızları yalnız hayır için açılıyor, şer için kapanıyordu. Olaylara sükûnetle bakıyorlar, her an, her yerde yeni bir güzelliği yakalamaya çalışıyorlardı. Onlar kâinatın en büyük sarayının, içi sevgi, saygı ve hoşgörü ile dolu olan insan kalbi olduğuna inanıyorlardı. Hilkatten murad, idrak değil mi idi? Onların ya­şantıları bütün yönleriyle ince ince araştırılacak olursa, ortaya bugünkü insanın bile kolayca anlayamayacağı muhteşem bir medeniyet çıkar. İnsan hayatını A’dan Z’ye bütün yönleriyle, bütün nüansları ile bir düzene, bir güzelliğe, bir estetiğe bağ­lamışlardı. Bugün insan hakları diye kıyametler koparılıyor. Nu­tuk üstüne nutuk atılıyor; kitap üstüne kitap basılıyor. Sonuç ortada, insan haklarının şampiyonu kesilenler, uygulamaya baktığımız zaman ne kadar içtenliksiz, samimiyetten uzak dav­ranışlar sergiliyorlar. Daha birkaç sene evvel Saraybosna’da onbinlerce kadının ırzına geçilirken, bizim ve dünyanın insan hakları savunucuları ne yaptılar? Başta Papa cenapları olmak üzere, din adamları, üniversite mensupları, parlamenterler, ga­zeteciler, radyocular, televizyoncular, aydın geçinenler en ufak bir davranışta bulundular mı? En küçük bir teşebbüse geçtiler mi? Sonuçta insanlık adına, medeniyet adına, insanın yüzünü ağartacak ne yapıldı? Cevap, kocaman bir hiç değil mi? Oysa Osmanlı’da sâde insan hakları değil, hayvan hakları, bitki hakları bile en ince ayrıntılarına kadar düzenlenmişti. Madde medeniyeti ile mânâ medeniyeti atbaşı beraber gidiyordu. İnsanın maddî varlığı gibi, mânevî varlığı da güvence altında idi. Hiç kimse haksız olarak tevkif edilmiyordu. Bir mahkeme kararı olmaksızın, kimsenin hürriyeti kısıtlanmıyordu. Beraat-ı zimmet asıldı. Yani bir insan, suçluluğu ispat edilmedikçe suçsuz kabul ediliyordu. Hiçbir suçlu, bir başka suçlunun cezasını çekmiyor ve günahını yüklenmiyordu. Herkesin canı, malı, kanı ma­sumdu, dokunulmazdı. O güzel insanların nazarında uğursuzluk kavramı yoktu. Kadın, erkek bütün insanlar, bir tarağın dişleri gibi, birbirine eşitti. O mübârek insanlar, komşu haklarını, ak­raba hakkından üstün tutuyorlar, komşusu aç iken tok yatan bizden değildir, diyorlardı. Onlar, Ramazanlarda önce fakir fu­karayı, öksüz ve yetimleri davet edecek kadar ince, zarif ve asildiler. Ya ruh, ya madde diyenler, meseleyi basitleştiriyordu. Onlar hem ruh, hem madde diyorlardı. İnsanın gerçeği bu tezadın içindeydi. Yunus bir mısraında, “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur.” diyor. Onlar, sözleri, davranışları, ya­şantıları ile sanki bu mısraı doğruluyorlardı.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]