Hikmet Hanım
Senelerce, senelerce evveldi. Sıhhiye, Cihan Sokak’ta oturuyorduk. Yeni bir komşu taşınmıştı. Albay Muhittin Beyler... Dört kişiydiler. Karı, koca, iki de kızları. Kısa zamanda, herkesin sevgisini, saygısını kazandılar. Gerek Muhittin Bey, gerek Hikmet Hanım tertemiz, pırıl pırıl, melek gibi insanlardı. Kısa zamanda dost olduk. İlk günden itibaren, bir akraba yakınlığı gördük. İyi günde de, kötü günde de hep sevgi, saygı ve ilgilerini esirgemediler. Allah onlardan razı olsun... Sonra, Muhittin Bey emekli oldu. İstanbul’a yerleştiler. Ziyaretlerine gitmiştik. Hikmet Hanım, önemli bir trafik kazası geçirmişti, ama her zamanki gibi teslimiyet içinde, “Derdi veren Allah, dermanını da ihsan eder.” diyordu. Gereken bütün tıbbî önlemleri alıyor, sonra, inançla, güvenle, sonuçtan emin, bekliyordu. Kısa bir zamanda, beklenen gün geldi. İyileşti. Hikmet Hanım, Kur’an-ı Kerim’deki “Nereye bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır” hükmünü hal haline getiren, yaşayan, son derece dikkatli, uyanık, gönül gözü açık bir seçkin insandı. “Bir gün,” dedi, “yolda gidiyordum. Yerde bir dikiş iğnesi gördüm. Kağıt mendille aldım. Eve gidince birkaç kere yıkadım. Kuruduktan sonra kolonya ile güzelce sildim. Sonra iğnedanlığa taktım. Bir iğnenin yerde ayaklar altında çiğnenmesine gönlüm razı olmadı. Kıyamadım.” Nice zamandır bu olayı düşünüyorum. Beni çok etkiledi. Düşündükçe bazı gerçekleri daha iyi kavrıyorum. Basit, küçük, önemsiz diye burun kıvırdığımız, bakıp geçtiğimiz nice olayların, durumların arkasında nice güzelliklerin, inceliklerin, hakikatlerin gizlendiğini görüyor, seziyor, ürperiyorum. Büyük Yunus’un, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” derken içinde bulunduğu ruh hâlini hissetmeye çalışıyorum. Damlayan sular bazen mermeri deler, Mevlânâ, “Bir damla suyun denize faydası vardır.” diyor. Bazen bir damla su kayanın içine girer. Pınar, kayayı çatlatır. Bazen buhara dönüşür. Her şey küçük başlangıçlarla olur. Vehbi Koç’a sormuşlar: “Bu kadar serveti nasıl elde ettiniz?” demişler. Cevap vermiş: “İlk bir lirayı kazanarak.” demiş. Dağ diye gördüğümüz birleşen atomlardır, unutmayalım. Önemli olan ilk adımdır. İyiye de, kötüye de gidiş ilk adımla başlar. Hayatta küçük, basit, önemsiz bir şey yoktur. Öyle görüyorsak kabahat bizdedir. Atılan bir yanlış veya doğru adım, sadece bizi değil, denize atılan bir taşın halkalar halinde büyümesi gibi, derece derece bütün insanları ilgilendirir. Bazen bir tebessüm bütün kâinatı dolaşır.
Görmesini, okumasını bilenler için bu evren bir kitaptır. Her olay, arkasında bir dünya gizler. İster büyük, ister küçük olsun, evrende ne varsa, saatin çarkları gibi birbirleriyle ilgilidir. En büyük ustalık, ustalığı gizlemeyi bilmektir. Her şeyin bir bedeli vardır. İnsan, içinde ne taşıyorsa, dışında onu bulur. Her tohum kendi meyvesini verir. Bugünleri hazırlayan durumların kökleri geçmiştedir. Kâinattaki her zerrenin bir yaratılış nedeni vardır. Farkında değiliz. Göze diken görünen, önemsenmeyen bir ot, kim bilir, hangi derdin devasını taşıyor. Görülenlerin arkasındaki görünmeyeni, o gizli gerçeği yakalamaya çalışmalıyız. Gerçek bazen konuşmadan duyulur. Bir küçük jest, bir anlamlı bakış, bir damla gözyaşı, bir kelime, bir ses tonu saatlerce süren konuşmadan daha etkili olabilir. Bazen bir ömür boyu sürebilir. Küçük bir dikkatle bazen fıtratı harekete geçer. Bir bakış, bir ses tonuyla çözülür birden düğüm. Gerçeği seyretmek isteyen kimse, ilk önce kendinde sükûnu tesis etmeli, zihni bir gölün durgun suları hâlini almalıdır. Bütün güzellikler, sessizlik içinde çiçeklenir.
Küçük dediğimiz olaylar, sözler, davranışlar bazen bir insanın bütün hayatını mahvedebilir. En büyük yangınlar, önce küçücük bir dumanla başlar, Şebnem gibi küçücük bir mürekkep damlası, bir düşünceye isabet ettiği zaman, öyle kelimeler meydana gelir ki, üzerinde binlerce, belki milyonlarca insanı düşündürür. Unutmayalım, en uzun yolculuğa bile, bir adımla başlanır. Bir karınca, kendi ağırlığının elli iki katını yüklenebilir. Arı, yarım kilo bal yapabilmek için altmış iki bin beş yüz yoncaya konması gerekir. İnsan gerçekleri her gün yeni bir biçimde duyma ihtiyacındadır. Bir değişik görüntü, düşünce ve duyguya ayrı bir anlam katar. Mevlânâ, “Her gün bir yere konup, bir yerden göçmek, akarsu gibi bulanmaktan, donmaktan kurtulmak, ne hoş. Dün de geçti, düne ait söz de dün gibi gelip geçti. Bugün yeni bir söz söylemek gerek.” diyor.
Küçücük bir kır çiçeği, o inanılmaz geometrik düzeni, güzelliği, zarafeti ve estetiği ile hassas bir insanı ağlatabilir. Kalpten kalbe yol vardır derler. Bir kalp, ancak sevgiyle, saygıyla, edeple, zarafet ve incelikle fethedilebilir. İnsan fıtratı, Allah’ın giz dolu bakışlarını taşır. Kapısı ancak, incelik ve yumuşaklıkla açılır. Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’yı, Firavun’u Hakk’a davetle görevlendirirken dikkatini çeker, uyarır. “Yâ Musa, Firavun’la konuşurken, yumuşak ve tatlı söyle...” Söylenen kadar onun nasıl söylendiği de önemlidir. Önemli olan, kulakların değil, kalbin duyduğudur. Bir kalbin kapısını ancak kalbî yöntemlerle açabiliriz. Mevlânâ, “Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” diyor. İnsanın içinde olmayanı ondan beklemeye hakkımız olamaz ki... Kalbe gidecek yolu bulamadıktan sonra, deve yükü kitap yazsan ne fayda... Astronot aya gidiyor, bayrak dikiyor. Torbasına toprağından alıyor, fotoğraflarını çekiyor, sonra evine geliyor. Hanımı ile, çocukları ile güzel, temiz, uygarca bir diyalog kuramıyor. Ne kadar acı... Düşünmüyorlar ki, bir kalp, ancak bir kalple elde edilebilir. Fırtınaya karşı, herkes penceresini kapar. İçimizde uyuklayan ve uyanmak için bir temas, bir ses, belki sevgi dolu bir bakış bekleyen nice gerçekler vardır. Bunların yanında kafa ile öğrendiğimiz, hafıza yardımı ile saklamaya çalıştığımız bilgiler ne kadar sönük kalır.
Huzur, içte sağlanan dengenin meyvesidir. İslâm’ın getirdiği ölçüler, insanı dengeye çağırır, ifrat ve tefrit daima insana zarar verir, yerine göre felâket getirir. Kâinatın Efendisi “İşlerin hayırlısı, vasat olanıdır.” buyuruyor. Her şey ince bir hesap üstüne kuruludur. Kâmil insan, olgun insan, ne zaman, nerede, nasıl hareket edileceğini bilen insandır. Çiçek çabuk büyüsün, daha güzel olsun diye çok sulanırsa, çürür. Bir bardak çaya, daha lezzetli olsun diye sekiz şeker koyarsak, ilâç gibi olur, içiImez. Herkes, “yalnız benim dediğim doğrudur” dediği zaman hayat bir kaosa döner. Kavram anarşisi içine girilince herkes, her şeyi istediği gibi anlama ve yorumlama hakkına sahip olduğunu sanır. Netice de ayaklar baş, başlar ayak olur. İnsan fıtratına en aykırı gelen durum da budur.
|