- Efendim, hanımlarda en çok eleştirdiğiniz davranışlar nelerdir?
- Sakız çiğnemek, açık kıyafetler giymek, sigara içmek... Bugüne kadar sigara içen bir kadına daha hiç aşk mektubu yazan olmadı. Çünkü sigara içen kadının ağzı çok fena kokar. Hiçbir erkek böyle bir kadını öpmek bile istemez.
- Adam kendisi de içiyorsa?
-Kendisi içse bile karşısındaki hanımda istemez.
(Yan masalardan birinde birbirlerini tanımaya çalıştıkları anlaşılan orta yaşlarda bir hanım ve bey bulunuyor. Kadın, yemeği bittikten sonra bir sigara yakıyor, karşıya doğru üflüyor. Adam ise sigara içmiyor ve gergin görünüyor. Kadının sigarası bitince kalkmaya karar veriyorlar.)
Sabri Baba:
İşte bu kadın az önce o şekilde sigara içerek işi kırılma noktasına getirdi. Böyle bir adam bu kadınla hayatta evlenmek istemez. Böyle bir kadından ne eş olur, ne sevgili... Ben o kadının yerinde olsam ona öyle davranırdım ki onun gönlünü orada fethederdim. Ama o daha gelirken bir havalara girmişti. Biz sahneye hangi rolü oynamak için çıkmışsak onu en güzel oynayacağız.
-Efendim, siz kız çocuğu olarak dünyaya gelseymişsiniz herhalde çok lâtif, güleryüzlü, tatlı dilli, peşinden çok kimsenin koştuğu bir hanım olurmuşsunuz? :)
- (Sabri Baba gülüyor) Annem bana çocukken “Oğlum iyi ki kız çocuğu olmamışsın. Bakkala bir kutu kibrit almaya gitsen peşinde on adam takılı olarak eve gelirdin.” derdi.
-Efendim, siz dışarda, lokantada yemek yemek için masanıza ilerlerken veya yemek yedikten sonra ayrılırken yakındaki masalarda oturanlara hep güleryüzle selam veriyor ve duruma göre ‘iyi günler’, ‘iyi akşamlar’ veya ‘afiyet olsun efendim’ diyerek güzel dileklerinizi belirtiyorsunuz. Bu bir edep kaidesi midir?
- Öyle. Bunların hepsi insan ruhuna bir artı yükler. Eski İstanbul terbiyesinde vapurda herkes aynı yerine oturur ve etrafındakilere hatır sorarmış. Bir okuldan mezun olununca hocalarla irtibat kesilmez, bayramlarda, kandillerde ziyaret edilir, elleri öpülür hayır duaları alınırmış. Bu da bir incelik.
-Efendim, yemeğe misafir davet ederken çağrılanlar nasıl tesbit edilmeli, burada da bir incelik söz konusu mu?
- Yemeğe iki kişi çağrıldığında bile çağrılan kimseler arasında kültür uyumu var mı, görgü, dünyaya bakış, mizaç uyumu var mı, dikkat edilmeli, birbirlerini tamamlayacak kişiler seçilmeli.
- Efendim, insanların yürüme şekli ile karakteri arasında bir ilgi var mıdır?
- Hem de çok.
-Peki ses tonu ve konuşma üslubu ile?
-Evet. Mesela siz bana bir kadının telefonda “alo” deyişini bir kez dinletin, ben size o kadının karakteri hakkında altı saat konuşayım.
-Peki insan sesini eğitmeli mi? Bu mümkün mü?
-Elbette mümkün. Herkes sesini eğitebilir. Bunun için hergün yüksek sesle bir kitaptan bir parça okumak, bir şiir okumak, sesi güzel olsun veya olmasın bir şarkıyı, ilahiyi söylemeye çalışmak, sonra nota okumak : do, re, mi.... (Sabri Baba, notaları farklı şekillerde terennüm ediyor, dinliyoruz.)
-Efendim, ‘romantik’ olmayı kadında ve erkekte nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Romantik olmayan bir kadın beş para etmez.
- Niçin efendim?
- Çünkü kadın, aşkın, şiirin, sanatın simgesidir. Yanlız para, mal, mevki düşünen bir kadın taştan farksızdır. Allah kimsenin başına öyle bir kadın vermesin.
-Peki, erkeklerin romantik olması?
- Yerine göre. Ekmek parası kazanırken değil tabi.
- Efendim, siz şık ve temiz giyinmeye de çok önem veriyorsunuz?
- Kılık kıyafet çok önemli. Özellikle iş hayatında çok şık olacağız. Bu zamanda insanlar kafanı, kültürünü, edebini, inceliğini takdir edecek durumda değiller. Onlar size baktıkları zaman sadece üzerinizdeki döpyesi, takım elbiseyi görüyorlar.
- Peki, iki insanı kıyaslamak doğru mudur?
- Hayır, bu tevhide aykırı olur. Yaratılan her zerrenin bir rolü, bir fonksiyonu vardır. Her seçim kendi içinde değerlendirilmelidir. Bir insanı diğerleriyle kıyaslamak doğru değildir. Hatta bir insanın bir anını başka bir anıyla bile kıyaslamak doğru değildir.
-Efendim, sonradan dost olduğumuz ama ilk defa karşılaştığımızda çok uzun süredir tanıyormuş gibi hissettiğimiz insanlar oluyor, bunu nasıl izah edebiliriz?
-Hayata bakış açıları aynı insanlar arasında iletişim çok kolay oluyor. Beklentileri aynı olan insanlar arasında ilk görüşte anlaşma oluyor, olmamışsa o öylece devam ediyor.
Bir gün yurtdışında otobüste gidiyordum, “Keşke,” dedim içimden “birisi bana yer verse.” O sırada hiç beklemediğim bir hanım “lütfen buyurun, siz oturun” dedi. Yine yurtdışında otelde kahvaltı ediyorduk. Çok güzel bir erik reçeli vardı masada. “Ah, keşke, burası bir pastane olsaydı da bir porsiyon daha söyleseydim.” Diye içimden geçirdim. Uzun sürmedi, dilini bilmediğimiz, otelin sahibi olan hanım yaklaştı, reverans yaparak selam verdi, eğildi ve masaya bir kase erik reçeli bıraktı.
Gülten Akın bir şiirinde: “Gönülce söyle bana, dilinden bilmem.” der. Önemli olan gönül diliyle anlaşabilmek.
-Efendim, bazı insanları ilk bakışta çok itici de bulabiliyoruz, bu da benzer bir durum herhalde?
-İnsan karşısındaki insandaki negatifliği hemen algılıyor. İnsanların etraflarına yaydığı bir elektriği vardır. Elektriği birbirine uyan insanlar birbirlerinden hoşlanırlar. İnsan, o elektriği algılar, hisseder.
- Efendim, insanın enerjisi pozitif veya negatif olarak doğuştan belli midir?
- Yavrum bir pilin iki ucu var. İnsan da öyle, pozitif yönü (manevi) de var, negatif (maddi yönü: zina, içki, kumar) yönü de var. Şahıslar da toplumdan aldığı etkilerle ya pozitife meylediyor, ya da negatife meylediyor. Ama bugün toplumda negatif yön hakim. Artık çoğu olaylar negatif insanların isteğine göre cereyan ediyor.
-Efendim, siz bir yerde otururken arkada nasıl birisi olduğunu hissediyorsunuz, nasıl oluyor?
- Onlardan çıkan elektriği hissediyorum. Seslerini duyarsam haklarında objektif yargılarda bulunabiliyorum.
- Bir insan hakkında fiziki olarak görmeden de karar verilebilir o zaman?
-Gayet tabi. Bazan kullandığı bir kelime, o kelimeyi kullanış şekli o kimse hakkında fikir vermeye yeter.
- Efendim siz çok farklı inanç ve düşünceden insanlarla dostluk kurmuş, sohbet etmişsiniz. Farklı görüş ve düşüncedeki insanlarla nasıl hep iyi anlaşabildiniz?
- Annem bana “Oğlum, Allah’ın ve Peygamberin inan dediklerinden başka hiçbir şeye inanma” demişti. Ben ateistle de, komünistle de, budistle de dostluk yaptım ama inandıklarımdan da ödün vermedim.
Negatif insanların üzerine gitmekle hiçbir şey elde edemeyiz. Adamın içi zaten yaralı, bir de biz üstüne gidersek hep çıldırtırız.
- Siz farklı ortamlarda bulunmaya, oralarda gözlemler yapmaya, olayları ve insanları incelemeye hep çok önem vermişsiniz, hatta bunu bir aşk haline getirmişsiniz?
- Biz her insandan, her ortamdan bir şeyler öğrenmeye çalışacağız. Bir erkek adam her tür insanı tanıyacak, usulü dairesinde farklı farklı ortamlarda bulunacak, orlardaki insanları gözlemleyecek ki sonra gerçek iyinin değerini lâyıkıyla takdir edebilsin.
- Efendim, çok yapışkan davranan, boşuna zamanınızı alan insanlar olduğunda kırıcı olmadan onları uzaklaştırmak için ne yapardınız?
- Yavrum, özellikle böyle hanımlar manevi konulardan hiç hoşlanmazlar. Onlara birkaç Ayet, birkaç Hadis okursan hemen uzaklaşırlar. Birgün Rana Hanım’la trende seyahat ediyorduk. Karşımıza bir başka adam daha geldi, oturdu. Rana Hanım adamdan çok rahatsız oldu, kulağıma eğilerek “Sabri,” dedi, “bu adamı uzaklaştırsan, ben çok rahatsız oldum.” Düşündüm, ne yapabilirim diye. Hemen aklıma geldi. Rana Hanım her zaman çantasında Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Fütuh-ul Gayb adlı eserini taşırdı. “Rana,” dedim, “şimdi o kitabı çıkar ve bana yüksek sesle okumaya başla. “ Biraz sonra adam pılısını pırtısını toplayıp kalktı gitti. Biz trenden inene kadar da ortada gözükmedi.
-Efendim, siz bir şiirinizde “Ne olur kirlenmesek, temiz kalsaydık” diyorsunuz. Bir insanın tam olarak doğduğu günkü gibi tertemiz kalması mümkün mü? Bunun için nelere dikkat etmek lazım?
- Yavrum, bu toplum şartları içinde haliyle üzerimize çamur serpecektir. Azize Anne bize “Lütfen yavrularım, az kirlenin” derdi. Önemli olan burası.
İnsanlar hayatlarının bir yerlerinde hata işleyebilirler. Önemli olan bir yerde “dur!” demeyi bilmektir. O zaman kendine yol yordam öğretecek birisinden öğüt almalı. Madem yalnızken hata yapıyor, bir rehber gerek.
- Efendim, bir çocuğun küçük yaşlardaki hâl ve tavırları onun ileriki yaşlardaki hâline işaret eder mi?
- Eder. Ben birkaç aylıkken annem eczaneden mama almış. Eczacı verilen parayı bozamamış, “Sonra verirsiniz efendim.” demiş. Para ödeninceye kadar mamadan yememişim. Çocuğun hareketleri şekillendiğinde ilerideki hâl ve durumuna işaret eder.
- Efendim, şimdilerde daha ortaokulda, lisede bile genç kız ve delikanlıların bir kısmının derslerine, kendilerine yeni yetenekler kazandıracak çalışmalara konsante olmak yerine akılları fikirleri flörtte oluyor. Özellikle lisede ve üniversitelerde erkek veya kız arkadaşıyla yaşadığı sorunlar yüzünden psikolojik bunalıma girenler ve bütün eğitim hayatları aksayanlar oluyor. Tabi anne babalar da öğrendiklerinde iş işten geçtiği için çok zor durumda kalıyorlar. Peki sizce anne babalar iş bu noktaya gelmeden neler yapmalı, gençleri nasıl iyiye, doğruya, güzel çalışmalara yönlendirmeli?
- Anne baba ta çocukluktan itibaren bu fikri çocuğunda işleyecek. O yaşlara geldiğinde çocuk kendiliğinden o yolun yanlışlığını bilecek. Bazı hedefleri olacak ve her şeyden önce onlara ulaşmaya gayret edecek. Hayatta her şeyin bir sırası, zamanı var. Daha çok küçük yaşlarda manevi değerler aşılanmış olacak. Manevi değerler yaşanmadan bir insanın temiz kalması, kötülüklerden kendini koruması mümkün değil. Ama bugün bunları yapan aileler o kadar az ki. O nedenle bazı gençlerin aklı fikri hep cinselliğe kayıyor.
Belli bir yaştan sonra çocuğa hiçbir şey verilemez. Onbeş yaşındaki bir genç kıza, bir delikanlıya siz artık bir şey yaptıramazsınız.
Mesela gençliği benim kadar temiz geçen bir başka kimse çok zor bulunur. Akıl baliğ olduğum zaman annem çamaşırımdan anlamış, beni çağırdı: “Bak oğlum,” dedi, “sen artık çocuk değilsin. Erkek oldun. Şimdi bu çevrende gördüğün kızlar senin kardeşlerin. Eğer onlara başka gözle bakacak olursan sana annelik hakkımı helal etmem, ahirette de iki elim iki yakanda olur.” Bu söz beni çok etkilemişti. Bugün kaç anne çocuğuna bunları söylüyor? Çocuklarının kırdığı cevizlerle öğünen anneler var. Babamın memleketi Ermenek’te tanıştığım Ömer Efendi Hoca da manevi desteğim olmuştu. Tertemiz, pırıl pırıl bir gençlik yaşadım. Hukuk fakültesinde kızlar arasında adım “İtimad” dı. Ders aralarında gelirler, en mahrem sırlarını, sıkıntılarını bana anlatırlardı. Ben de onlara nasıl davranmaları gerektiğini söylerdim. Hiç birinin sırrrını hiç kimseyle paylaşmadım ve hiç birisine kardeşten farklı bir gözle bakmadım.
- Efendim, “Hayatı anlamak” sözünü sohbetlerinizde çok kullanıyorsunuz, bu sözün içine neler giriyor?
-Varoluşun amacı nedir? Allah bizi dünyaya neden gönderdi? Bununla neyi murad etti? Bizi niçin yaşatıyor? Bu soruların cevapları verebilmek lazım. Bugünkü insanların çoğu niçin dünyaya gönderildiklerini bilmiyorlar. Biz nasıl bir hayat yaşayalım ki son nefesimizde ‘eyvah, kaybettik’ demeyelim. Allah ve Peygamber yolunda gitmeyen bir kimse hiçbir zaman hayatı anlayamaz. Bir insanın inancı onun hayatına bir incelik, bir güzellik katmıyorsa o edebiyattan başka bir şey değildir. “Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.” denir Ermenek’te.
Biz, her zerreden bir ders almaya çalışacağız. Her varlığa sevgiyle yaklaşacağız. Kimde ne olduğu belli değil.
-Efendim, önyargılar nasıl teşekkül ediyor?
- Yavrum, hep bir şeyleri kafamıza takmaktan oluyor. Ben mesela mısır yemem. Emin Amcamla bir gezmeden dönerken baktım bir adam mısır satıyor. Kaynayan mısır kazanından mısır istedim. Meğer amcamın sadece dönüş parası varmış. Sonra hava kararmaya başladı. Amcam kıvranıyor, haydi gidiyoruz, gideceğiz diye beni oyalıyor. Sonra bir otobüs geldi şöforü tanıdıkmış, para vermeden onunla döndük. Ben ondan sonra mısıra küstüm.
- Efendim, güzel ve hayırlı olduğunu umduğu bir işe girişirken insan risklerini de göze almalı mı?
- Hayırlı bir işe girdiğine inanan kimse belli bir noktadan sonra sonu şöyle mi olur böyle mi olur diye artık düşünmemeli. Risk almadan, insan hiçbir şeye sahip olamaz. İşte, “rızkım yeter mi yetmez mi” diye düşünürsen, “ayı çıkarabilir miyim” dersen bu sefer de paranın bereketi gider. Madem bir işe giriştik artık bunları düşünmeyeceğiz.
Bir Veli zat camide kendinden geçmiş halde vaaz ederken müezzin efendi gelmiş, “Efendim, ben çıkıyorum, kimse kalmadı.” deyince, o zat da “Yavrum, zaten ben de meleklere anlatıyordum.” demiş. Biz bir işi yaparken şöyle mi olur, böyle mi olur demeyeceğiz. O hayırlı işe girişeceğiz, isterse kimse ondan istifade etmesin.
- Efendim, siz bundan bir süre önce “İnsan kendi rızkını hazırlar mı?” sorusuna verdiğiniz cevabın bir yerinde “Acaba o kimsenin evi temiz mi, lavaboları pırıl pırıl mı? Bazı kimseler yokluktan, maddi darlıktan şikayet ediyorlar. Acaba böyle ayrıntılara dikkat ediyorlar mı?” anlamında görüş belirtmiştiniz. Bütün bunlar rızık darlığına mı sebep oluyor?
- Hayatta müstakil hiçbir olay yoktur yavrum. Eğer bir kimse yatarken bir çorabını bir yere öteki çorabını başka bir yere fırlatırsa o kimsenin rızkı da dar olur, neşesi de, mutluluğu da. Biz hayata saygı gösterirsek hayat da bize saygı gösterir.
Her zerreden çıkan ses bütün kainatta hissedilir. Bizim her tebessümümüz, her kaş çatışımız her şeyi etkiliyor. Dua ettiğimizde bunun tesirini herkes hisseder. Bilincinde olmayabiliriz ama biz her şeyi algılıyoruz.. Kötü bir kimsenin kafasından çıkan eksi elektrik bile komşularını etkiler.
-Efendim, siz zaman zaman kadınlık sanatının inceliklerinden bahsediyorsunuz ve “Yuvayı yapan dişi kuştur.” sözünü vurguluyorsunuz. Peki bunun yanısıra bir de erkeklik sanatı yok mu?
- Erkeklik sanatında bir erkeğe düşen görev, kadınlık sanatında bir kadına düşen görevden daha fazladır. Onu en güzel olarak Ermenek’de görüyoruz. Ermenek’de bir söz vardır: “Bir erkek eve girerken öyle aşk dolu, heyecan dolu, neş’e dolu olmalı ki duvardaki duran saat bile çalışmaya başlamalı.” derler. Burada saat bir sembol tabi. Erkek, öyle heyecanlı, öyle aşk dolu gelmeli ki, evine büyük bir neş’e, huzur ve mutluluğu da beraberinde getirmeli. Yoksa bir karış suratla gelen bir erkeği hiçbir hanım istemez.
Erkek evin içinde yerine göre neş’esiyle, yerine göre otoritesiyle bir denge unsuru olacak, evin gelirini aklı başında bir şekilde idare edecek. Sofraya oturulduğunda gelen sadece bir çorba bile olsa hanımına iltifat ile karşılayacak, “ellerine sağlık, bir çorba ancak bu kadar güzel olabilir” diyecek. Eşine her zaman onu çok sevdiğini söyleyecek. Eşinin ruh ve akıl dengesi içinde yaşaması için bütün tedbirleri alacak. Mesela hanımı bir komşu ziyaretine gittiğinde, çok pahalı elbiseleri olan, takıları olan komşunun hanımına imrenebilir. Orada öyle kelam edecek ki onu bu duygularından kurtaracak. Hanımının noksanlıkları varsa sosyal, kültürel, o taraflarının giderilmesi için çok gayret harcayacak ama bu onu hakir görerek değil de onu teşvik ederek, ona güzel kitaplar alarak olacak. Bir hareketinden memnun olmadığı zaman onu da kırıcı olmadan dile getirecek. Çünkü söylenmeden içe atılan konular biriktikçe sonradan sorunlara neden oluyor.
-Efendim, “Sevgiden bakır altın olur.” sözünü açar mısınız?
-Bu bir sembol tabi. Sıradan bir insana saygı gösterin, sevgi gösterin, ilgi gösterin o ölü gibi olan kimse çok daha mutlu, çok daha güzel ve huzurlu oluyor. Çevresiyle daha iyi geçiniyor, daha verimli çalışıyor. Günümüzde insanlar birbirlerine sevgi göstermeye korkuyorlar. Oysa sevgi çok önemli. Önce sevgi, sonra sevgi. Gülten Akın’ın söylediği gibi bir şiirinde:
“Bir büyük oyun kardaş yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli, ya öldürmeli.”
-Efendim, Yunus, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” diyor. Sevgi demiyor?
-Çünkü sevgi bir başlangıçtır. Aşk, sevginin en ileri, en muhteşem, en yüce şeklidir. Bir insan bir bitkiye de bir eşyaya da aşık olabilir. Yunus’un bir mısraı var: “Taş gönülden ne biter?” diye. Çiçekleri sevmek, ağaçları sevmek, taşları sevmek, yaratılan her şeyi sevmek… Sait Faik, “Her şey bir insanı sevmekle başlar.” diyor. Aşk, bir insana duyulan sevgiden başlayarak Allah’a ulaşmaktır.
Aşk, bütün duyguların en üstünüdür; muhabbetle başlar.
Bu çağın şu anda en büyük insanı; sevgisi en muhteşem olan her kimse, odur. Aşk kimdeyse yücelik ondadır.
Aşk da, muhabbet de durağan değildir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah her an yeni bir şe’ndedir.” buyruluyor. Aşk da aynı kıvamda kalmaz.
Aşkta daha ileri noktalara gitmek için hakkına razı olmak gerekir. Biz hep itiraz ediyoruz, şu niye bunu giymiş, filan niye böyle yapıyor, şunun neden şusu var… Şöyle düşünün; bir an için hayatta her şey olduğu yerde durdu. İşte hayatı o an olduğu gibi kabul edeceğiz. Ama biz ne yapıyoruz; şu niye böyle yaptı, bana niye böyle söyledi diyoruz.
Bütün ruh yücelikleri, bütün sanat eserleri hep hakkına razı olmakla ortaya çıkmıştır. Hâline razı olan insanda sükûnet hâsıl olur. Artık bu niye böyle, bu niye bunu söyledi, bu neden böyle olmadı demeden enerjisini iyiye, güzele yöneltmiş olur. Bir gün bir kitap gördüm başlığı “Cehennem Biziz” idi. “Tamam kardeşim” dedim, “biz senden iyi mi bileceğiz”. Kitabın kapağını bile açmadım. Açar mıyım, enayi miyim ben?
- Efendim, bir deney yapılmış. Yeni doğan bir gurup bebeği ikiye ayırmışlar. Birinci gurupla kimse konuşmamış, sadece ihtiyaçları karşılanmış. Diğer gurupla ise ayrıca konuşulmuş. Kendisiyle konuşulmayan bebeklerden bir süre sonra ölenler olmuş.
- Evet, orada çocuk bunu algılıyor. Konuşma da bir duygunun ifadesidir. “Madem ki sevilmiyorum, o halde niye yaşıyorum” diyor. İntihar edenler hep sevgisiz kalan insanlar oluyor. Oysa bugün bazı insanlar “Sen paradan haber ver” diyorlar. Ne kadar yanlış bir düşünce.
- Efendim, sohbetlerinizde toplumda bir sevgi susuzluğunun yaşandığını söylüyorsunuz. Sizce sevgiler bütün nüanslarıyla dışa yansıtılmalı, gösterilmeli mi yoksa bazı duygular gizli mi kalmalı suistimal edilmemesi bakımından?
- Eğer dünkü toplum olsaydı farklı olurdu ama bugün sevgileri söylemek lazım. Bugün biz toplum olarak sevmeyi unuttuk. Şimdi insanlar çok büyük bir sevgi açlığı, özlemi içindeler. Herkesin sevgiye, ilgiye ihtiyacı var. Çılgınca bir sevgiyi, evet, bütün nüanslarıyla söylemek lazım. Yunus diyor ki: “Sevdiğimi demez isem sevgi derdi boğar beni”. Adamsa “O nasıl olsa benim karım. Ona sevgimi söylememe ne gerek var?” diyor.
Bir sadrazam ihtilallerde kaçarak tam sekiz kez ölümden kurtulmuş. Yine de bir gün sadrazam olmak için padişaha haber gönderiyor. Padişah hayret ediyor, “bunca badireden sonra korkmuyor musun?” deyince “Ama efendim,” diyor “ne yapayım, bu etek öpülmek istiyor.” Sarhoşlara dikkat edin, çoğu sevgisiz kalmış kimselerdir. Onlara gerçek bir sevgi, saygı, ilgi gösterilse hiç öyle yaparlar mı?
Bir insan içtiği içki oranında sevgisizliği yaşıyordur. Ne seviyordur, ne seviliyordur. Sevilmeyen insanda bir şahsiyet olmuyor, bir de sağlık olmuyor.
- Peki çocuklarımıza? Onlara da sevgilerimizi tam olarak söylemeli miyiz?
- Hayır! Eğer böyle yaparsak şımarırlar. Onlara karşı daima itidal içinde olmak lazım. Japonlara göre bir çocuğa karşı yapılacak en büyük kötülük, onu şımartmaktır. Sonra o çocuk ileride karısı veya kocası için, amiri veya memuru için baş belası oluyor. Kapris ve kompleks yapıyor.
Amerika’da yüzme şampiyonu yetiştirmek için yeni doğmuş çocuğu denize bırakıyorlarmış. Dikkat edin madalyaların çoğunu onlar alıyorlar. Ama biz ne yapıyoruz, sürekli pohpohluyoruz.
Benim ilk mürşidim annemdi. Ona her şeyimi anlatırdım. Güzel bir hanım görsem, onu bile annemle paylaşırdım. Çocuklarımızla ana – baba – oğul gibi değil iki arkadaş gibi olacağız. Öyle asarım keserimle iş bir yere gitmez. Ama arada hassas bir çizgi muhakkak olacak. Annemin, saygı dışı en ufak bir hareket yapmama asla müsaade etmeyeceğini çok iyi bilirdim. Kimileri “Ama çalışan hanımların işi zor...” diye konuşmaya başlıyor. Benim annem de çalışan bir hanımdı ama beni çok güzel terbiye etti.
- Shakespeare, “Dünya bir tiyatro sahnesidir.” diyor. İnsanlar ilahi plan gereği kendilerine verilen rolü mü oynuyorlar?
- Birgün Hz. Süleyman Peygamber hanımından çarşı için bir liste alır. Hanımı “patlıcan al, domates al, biber al, et al, ekmek al, peynir al, gel” der. Hz. Süleyman çarşıya gider. O esnada tamamen Allah aşkıyla doludur. Esnafa bakar kimi mal satıyor, kimi para alıyor, veriyor. “Allah’ım,” der, “bu adamların aklı fikri malda, parada. Ne olur Rabbim şunlara bir aşk ver. Sen’den başka bir şey düşünmesinler.” Aradan bir hafta geçer. Yine hanımı bir ihtiyaç listesi uzatır. Hz. Süleyman kasaba gider, bakar kasap kendinden geçmiş halde ibadet ediyor. Bekler, bekler kasap farkına bile varmaz. Sonra manava gider aynı durum, ekmekçiye gider aynı durum. Sonra ellerini açar: “Allah’ım” der, “beni affet. Bir kere işine karıştım, hanımımın listesi havada kaldı, tövbeler tövbesi” . Sonra eski hallerine dönmeleri için dua eder. Duadan biraz sonra hepsi işlerinin başına geçerler.
İşte hayatın özünü açıklayan bir hikaye. Hayatta her insanın yeri var. Ebu Lehep de olmalıydı. Onlar görevlerini yapıyorlar. Ortaokuldayız. Maarif müdürlüğünden bir emir geldi. Dediler ki: “Her sınıf öğretmen nezaretinde küçük tiyatroya gidecek”. Gittik, sahne açıldı. Bir muhasebe bürosu. Üç kadın, bir erkek memur var. Kadınlardan biri erkek memura aşık oluyor. Bir gün diğer iki kadını gönderiyor, adama aşkını itiraf etmek için. Gidiyor evine saçlarını yaptırıyor, dekolte bir kıyafet giyerek işe geliyor. Adamsa evli. Çeşitli yollar deneyerek adamı tahrik etmeye başlıyor. Yavaş yavaş adam gevşiyor.
O arada seyircilerden gri mantolu bir teyze ayağa kalktı, bağırmaya başladı: “Hanım hanım,” dedi, “o adamı ayartmaya kalkma, o evli!” Hemen görevliler geldi, kadını dışarı çıkarmak için tuttular. Kadın hâlâ bağırıyordu. Seyirciler gülmeye başladılar. O gri mantolu teyze orada tiyatroya kendini öyle kaptırmıştı ki hayatla tiyatroyu karıştırmıştı. Biz de insanlara böyle bakıyoruz. Aslında o eleştirdiğimiz kimseler kendilerine verilen rolleri oynuyorlar.
- Efendim, hatta belki rollerini güzel oynuyorlar diye takdir bile etmek lazım, öyle mi?
-Öyle yavrum.
- Maneviyat yolunda ilerlemek isteyen bir insanda nefret duygusu hiç olmamalı mı?
- Hayır! Allah’a aşık olan bir insanda nefret duygusu olamaz. Hiçbir varlığa karşı. Kainatta hiç kimse Peygamber Efendimiz kadar hassas ve merhametli olmadı. Ama O, çok sevdiği amcası Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’yi bile affetti.
Bugün insanlara karşı içinde kin duygusu taşıyanlara bu durumdan kurtulmaları için kin duydukları kimselere dua etmelerini öneriyorum. Şimdiye kadar bunu benden başka söyleyen olmadı. Dua edilince nefs aradan çıkıyor. İnsan Rabbiyle baş başa kalıyor. Bu konu “Gönül Sohbetleri” kitaplarında işleniyor. Bugün “Gönül Sohbetleri” aslında çağın kitabı ama farkında olan kaç kişi var? Bir çok kitapların özünün özü bu kitaplarda.
- Bizim bir başkasını düzeltmek gibi bir görevimiz var mı?
- Bu şöyle olur: Biz öyle güzel bir hayat yaşayacağız ki çevreye örnek olacağız. Annem ve babaannem iki veli hanımdı. Bana bir tek gün şunu şöyle yap, böyle yap demediler. Her koyun kendi bacağından asılır. Rüşvete ‘bahşiştir’ diyen Prof. İlber Ortaylı’nın hesabını yine kendisi verecek.
Önemli olan olaylar karşısında İslami bir tavır alabilmek. Kenan Rıfai Hz. ne diyor:
“Kötülük senin sınırına geldiğinde orada duruyor mu, durmuyor mu, önemli olan bu.”
“Siz inanmazsınız benim inandıklarına, ben inanmam sizin inandıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” Kur’an-ı Kerim.
Bizim inanç sistemimizde münakaşa yok. Biz kimseyle tartışmayacağız. Hiçbir konuda. Herkesi olduğu gibi kabul edeceğiz. Bir gün anlattılar, bir işyerinde şefi hanım memura yeni bir bilgisayar vermiş, “Bak, yine en iyi bilgisayarı sen kaptın” diye imalı konuşunca hanım memur kızmış. Ama orada ben olsaydım öyle demezdim. “Hanımefendi, size layık değil ama idare edin.” derdim, kavga da çıkmazdı.
Her insanın bir huyu var. Nasıl bazı çiçekler çok su ister, bazısı az su, insanlar da öyle. Herkese mizacına uygun şekilde davranmayı bilmek lazım. İnsanı tanımak, insan psikolojisini bilmek hayatta mutlu ve başarılı olabilmek için çok önemli.
Hayatta önemli olan leb demeden leblebiyi anlamak, küçük bir hareketinden o insanın kafasına hakim olan bütün düşünceleri çıkarmak.
... devam edecek