Sevgili Babacigim size uzun zamandir yazamadim ama internetimizde problem var. Yoksa her daim gonullerdesiniz. Sizi cok seviyor ve cok ozluyorum
Asagida bir gonul dostundan aldigim hikayeyi paylasmak istedim . Benim cok tefekkur etmeme vesile oldu butun gonul dostlarim da faydalansinlar istedim.
Sonsuz sevgi ve hurmetle ellerinizden opuyorum
Kızınız Özden
ÜÇ YAPRAK
Hava soğuk olduğu için dışarı çıkmamıştı. Pencerenin önüne oturarak dışarıyı seyrediyordu. Birkaç kişi hariç, sokakta kimsecikler yoktu. Onlar da montlarının yakasını kaldırmış, önlerini kapatmış, atkılarını ağızlarına kadar sarmış, ellerini ceplerine sokmuş bir şekilde yürümelerinden de belliydi ki mecbur oldukları için dışarı çıkmışlardı.
İçerisinde birkaç ağaç ve çiçeğin bulunduğu bahçeye baktı. Sonbahar olduğu için çiçekler kurumuş, ağaçlar yapraklarını dökmüştü. Camın ardındaki görünen tabiat manzarası ve soğuk hava kışın habercisiydi.
Bahçedeki sonbahar tablosunu seyrederken bir şey dikkatini çekti. Bütün ağaçlar yapraklarını döktüğü halde bir tanesinin dalında üç yaprak kalmıştı. Renkleri ve duruşları ayrılığın hüznünü ve ölümü hatırlatıyordu
Rüzgârın kuvvetlice esmesine, tutunma güçlerinin zayıflamasına rağmen, kopmakta direnerek metaneti, gayreti ve ümidi anlatıyorlar sanki.
Dikkatini yapraklar üzerinde topladı. Neden bu üç yaprak hala düşmemişti ki? Hem niye sadece üçü kalmıştı? Bir hikmeti varmıydı? Varsa neydi? Sorular at koşturan süvari gibi aklında dolaşıyordu ki.
Kur’an-i Kerim’in “Allah (c.c.) abes ve boşuna bir şey yaratmamıştır. Her şey lisanı hali ile Allah’ı anar. Ay, güneş, tabiatın baharda yeşerip kışın kuruması, Allah’ın ayetleri” olduğunu bildirerek “düşünmeyi” emrettiğini hatırladı. Hadisi şerifte ise Hz. Muhammet (s.a.v.) “yarabbi bana eşyanın hakikatini göster” diye dua etmişti.
Düşünmeye başladı. Sorularını kime sorabilir, kimle konuşabilirdi. Bu düşünceler arasında iken duvarda asılı 17 Aralık’ı gösteren takvim Hz. Mevlana’nın ölüm yıldönümünü hatırla. Mevlana o güne düğün ve vuslat günü adını vermiş; seni nereye gömelim diyenlere de beni ariflerin gönlünde arayın demişti. O halde her ayrılık hüzün demek değildi, sevinçte olabilirdi.
Mevlana denince aklına hemen Mesnevi geldi. O, Meşhur Mesnevisine “dinle neyden” diye; Yunus Emre de bir şiirine “sordum sarıçiçeğe niçin benzin sarıdır” diye başlamıştı. Böylece ney denilen kuru kamış ve sararmış çiçekle konuşulabileceğini anlatmışlardı. Bunlar birer semboldü elbette. Fakat yol gösteriyorlardı. Musa’ya (a.s) da Rabbi ağaçtan seslenmişti. Bu konuda o kadar yoğunlaşmıştı ki, anestezi yapılmış biri gibi, dış dünya ile ilgisini kesmişti. Hiç bir şey görmüyor, işitmiyordu. Hatta kendi varlığını bile hissetmiyordu. Üç yapraktan başka her şeye duyu organlarını kapatmıştı
Sevdiği ve özlediği birini düşünmekte yoğunlaşıp, onu karşısına alarak sessiz, sözsüz konuşan, fakat orada bulunan hiç kimsenin, o kişiyi görmemesi ve konuşmaları duymaması gibi. Fikri Bey de üç yaprağı karşısına almış, onlardan başka her şeyi unutmuş, onlarla konuşmak istiyordu.
Yunus Emre bu hali “bir ben var bende benden içeru, Süleyman kuşdili bilir dediler. Süleyman var Süleyman dan içeru”
Niyazi Mısri Gönül bu bahre daldı. Dilim tutuldu kaldı. Girdim anın zikrine. Azalarım dil oldu. Mısraları ile anlatmışlardı
Kendi dilinden ise şu mısralar döküldü:
“Göz gönül mülküne girdi.
Sessiz konuşmayı gördü.
Yoktu orda lisan farkı.
Tüm lisanlar onun oldu.
” diyerek daldı gönül deryasına. Yapraklarla konuşup hikmet incileri çıkarmak için acele ediyor, yanıp tutuşuyordu. Bu aşk ve istek birinci yaprağı konuşturmaya başlatmıştı bile.
-Hayrola Fikri Bey çok düşüncelisiniz?
-Evet diğer yapraklar dökülmesine rağmen siz hala düşmemişsiniz. Merak etimde….
-Dinlersen anlatayım.
-Kafamda sorular varken anlattıklarınızı dinleyip anlayamam ki…
Önce Sorsam; sonra dinlesem.
-Peki, sor bakalım.
-Niçin dalda üç yaprak kaldınız?
-Biraz önce kuru kamıştan yapılan ney’e ve sararmış olan çiçeğe birer sembol demiştin
-Evet.
-İşte bizde üç yaprak olarak bazı hikmet ve hakikati sembolize ediyoruz.
-Nasıl?
-İlk önce şunu bil ki üç rakamı çokluğu değil tekliği anlatır. Bir kendinden sonraki rakamların varlığıyla sayılaşır. 2, 3, 4….. rakamları olmasa bir rakamı sayılaşıp değer ifade etmez. İki ise ilk çift rakamdır. Bundan dolayı üç çokluğu değil ilk tek rakamı temsil eder.
-Tam anlayamadım.
-Şimdi üç ile neyi sembolize ettiğimizi anlatacağım. Üçlü gibi görünen o sembollerin birini diğerinden ayırdığın zaman kalanların bir şey anlatmadığını veya tamamlanmadığını görünce daha iyi anlarsın. Anlattıklarımı dikkatle dinleyip anlamaya çalış.
-Peki.
-İlim üç kademede hakiki ilim olur. Buna eskiler ilm’el-yakın, ayn’el-yakın ve hakk’al-yakın derler. Bilmek, Görmek, olmak da diyebiliriz bu aşamalara. Bu gerçeği Hz. Mevlana da “hamdık piştik, olduk elhamdülillah” diye anlatmıştır.
Hz. İbrahim önce yıldızları, sonra ay’ı, sonra güneşi Rab edindi. Bunların doğup battığını görünce “hayır doğan ve batan benim Rabbim olamaz. Benim Rabbim bunların sahibi ve yaratıcısıdır” diyerek tevhide ulaştı.
Günümüzde ilahi veya semavi olarak üç büyük din kabul edilmiştir. Tahrif edilmiş olan ikisini Kur’an da anlatılan şekil ve peygamberleriyle birlikte kabul ederiz.
İnanç üç temel unsurdan oluşur; Yaratıcı olan mutlak varlık / Allah (c.c.), haber verici olan resuller, resullerin getirdiği ilahi kitaplar.
Dinler üç temel itikattan birine bağlıdır; Teşbih: İseviyyet / Hıristiyanlık; Tenzih: Museviyyet / Yahudilik; Tevhid: İslam.
Tüm canlıların görünen hayatı üç bölümdür; doğum, yaşam, ölüm.
Zaman üç ana dilime ayrılır; geçmiş, gelecek, an.
Kemalat ve olgunluk üç boyutludur; iman, amel, ahlak.
Madde tabiatta üç halde bulunur; katı, sıvı, gaz.
Biyolojik olarak varlık üç kısımdır; madenler, bitkiler, hayvanlar.
Tıp hastayı üç kademede iyileştirir; tanı (tahlil ve tetkikler), teşhis, tedavi.
İnsan vücudu üç ana kısımdan oluşur; baş, gövde, kol ve bacaklar.
Dünyada bakış üç boyutludur; en. Boy, yükseklik.
Allah (c.c.) okuyup, araştırıp, anlasınlar diye üç kur’an (okunan /okunacak olan kitap) göndermiştir. Mushaf denilen lafzı Kur’an, Tabiat denilen tafsili Kur’an, insan denilen mecmu’ul Kur’an.
-Evet. Şimdi daha iyi anladım. Niçin üç adet kaldığınızı.
Çoklukta teki, tekin çoklukta seyrini……
Her neyin hakikatine vakıf olmak ve manasını anlamak istersem, Okuyarak ilmi yakınlığı, tabiatta görerek ayn’el-yakın müşahede etmeyi ve insan kemalinde yaşayarak hakk’al-yakın gerçeği kendimde bulacağımı.
Hacı Bayramı Velinin “Gayre bakma sende ara sende bul” sözü ile ne demek istediğini………
Güneşin renginin beyaz olup atmosferden geçerken su zerreciklerinde kırılarak yedi renk gök kuşağını oluşturduğunu…..
Yaşamın her anının bir mucize ve gizem dolu olduğu gerçeğini, hiçbir zaman ve objenin gözlerimi kör etmesine izin vermemem gerektiğini…….
-Niçin üç adet olduğumuzu ve neleri sembolleştirdiğimizi anladıysan benim de anlatacaklarım var diyen ikinci yaprak. Başladı anlatmaya.
-Bütün varlığın üç cephesi vardır. Birincisi geçici ve aldatıcı olan dünyaya bakar. Nitekim sende ilk bakışta bunu gördüğün için hüznü, ayrılığı ve ölümü hatırlamıştın. Mahzun olup üzülmüştün. Hiç üzülme. Yaratılış gayene uygun yaşarsan sevin. Âlemlerin Rabbi her şeyi en güzel şekilde düzenleyip tertip etmiştir.
İbrahim Hakkı Hazretlerinin şu mısralarını unutma; “Hak şerleri hayreyler. Sanma ki sen gayreyler. Mevla görelim neyler. Neylerse güzel eyler.”
Bu hayrı ve güzelliği bulmak için ikinci cephe olan ahirete inanmak ve ona göre amel yapmak gerekir.
İhlâsla güzel amellere devam eder; Aşk, muhabbet ve zikrullah ile gönlünü temizlersen Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği ve nurlandırdığı gönül aynasında üçüncü cepheyi müşahede edersin.
Bizim de bu âlemde üç yönümüz var; dünyadaki görevimiz, manevi seyrimiz ve Allah (c.c.) isimlerine bakan yüzümüz.
Baharla filizlenip doğunca, dünya görevimiz başlar. Yeşilin her tonuna boyanarak hayatı canlandırırız. Gönülleri ferahlatırız. Gözleri parlatır, yaşamı güzelleştirir ve neşelendiririz. Rahmet olarak yeryüzüne, uyanıp dirilmesi için, saf su olarak inecek tonlarca suyu buharlaştırırız.
Fotosentezle ağacın yaşamasını sağlayarak oksijen üretiriz. Sebze ve meyvelerin yetişmesini sağlar, insan ve hayvanatın gıdasını oluştururuz.
Çeşitli atölye ve fabrikalarda işlenerek ilaç oluruz.
Laboratuarlarda incelenerek birçok bilginin açığa çıkmasını temin ederiz.
Sonbaharda sararıp kuruyarak dökülür; toprağı işleyerek, hava almasını ve köklerimizdeki damarlarımızın toprağın derinliklerine inmesini sağlayan, karınca ve böceklere, vefa ve şükran borcumuzu ödemek üzere onları soğuktan korur, kışın beslenmelerini sağlarız.
Manevi seyrimize gelince; Rabbimizin emri ile toprak, su, hava ve güneşten aldıklarımızı, çeşitli renk ve tatlarda yetiştirip gıda olarak halifetullah olan mahlûkatın en şereflisi insan vücuduna katılırız. Bu bizi eşrefi mahlûkat mertebesine yükseltir. Tesbih, tahmid, tekbir, namaz ve tüm kulluk görevlerini yaparak Allah (c.c.) a vasıl oluruz. İşte bu bizim manevi seyrimizdir.
Allah (c.c.) ın isimlerine bakan yönümüz; yeşerip canlanarak HAY, dalda tutunup durarak KAYYUM, rengimizle SIBĞATULLAH (Allah’ın boyası ) ile boyandığımızı, yetiştirdiğimiz meyve ve sebzelerle REZZAK, gölgemize sığınanları güneş ışığının yakıcılığından koruyarak HAFIZ, kuruyarak MÜMİT; esmasının tecellileri olduğumuzu gösteririz. Diğer güzel esmaları bu örneklerden esinlenerek tefekkür edersen, bulur ve görürsün.
Unutma bulmak, görmek; görmek, bilmek demektir.
Şimdi üçüncü kardeşimizi dinleyip; bu anlatılanların netice ve hulasasını öğren. Niçin birbirimizden ayrılmaz üçlü olduğumuzu da tabi.
Bunun üzerine üçüncü yaprak söze başladı.
-Netice olarak şöyle diyebilir miyiz? Her varlık duruşu, tavrı ve teşebbüsü ile bir şeyler anlatır. Bir sesi ve ritmi vardır. İnsanoğlu bunlardan sadece duyu organları ile algılayıp öğrendikleriyle yetinmemelidir. Duyu organları sınırlı olduğundan, algılamaları da sınırlı olur.
İşitme organı olan kulak sadece belirli frekanslar aralığını algılayabilir daha düşük ve yüksek frekansları algılayamaz. Görme organı olan göz de öyledir, belirli aralıktaki manyetik dalga boylarını alır. Görüş noktası ufukla sınırlıdır. Dokunma duyusu olan cildimiz ve vücudumuzda böyledir. Ancak belirli ağırlığın üstündeki cisimleri algılar. Bunun için bulunduğumuz ortamdaki vücudumuza ve cildimize konan mikrop ve tozların farkına bile varamayız.
Örnek vermek gerekirse…..Televizyonun algılayarak görüntü, ses, hareket, mekan ve renk haline getirdiği manyetik dalga boylarını göremez ve duyamayız. Beş duyu organı da böyle sınırlı olduğu için; bunlarla tespit ettiğimiz bilgilerle yetinirsek çok az şeyi, hakikati ile anlamış ve öğrenmiş oluruz. Karar verirsek yanılırız
O halde hakikati duyup, görüp, konuşabilmek salt duyu organları ile mümkün değildir. Başkaca iletişim kanalları ve araçları keşfetmek lazımdır.
İşte bu kanalları yakalayan veya keşfedenlere ileri görüşlü, daha geniş manayla feraset sahibi mü’minler, veliler, ermişler denilmektedir. Bunlar “teb demeden tebarekeyi anlar. Arife tarif gerekmez. Âlimin yanında dilini, arifin yanında gönlünü muhafaza et ” gibi veciz sözlerle tanıtılmışlardır.
Tüm bunları anlatan bu üç yaprak sonbaharın kuvvetli bir rüzgârı ile vazifesini yapmanın rahatlığı içinde daldan koparak kendilerini rüzgârın kollarına teslim etmişlerdi.
Fikri Bey; “Her nefis ölümü tadacaktır. İns ve cinni bana ibadet etsinler… Hanginizin daha iyi amel işlediğiniz bilinsin diye yarattım. Yalnız bana kulluk edin” ilahi kelamlarını hatırladı.
Her şeyi bir sebep ve hikmetle yaratan Rabbine çokça şükretti.
Üç yaprağın yaratılış gayesine ve emrine uygun, her mevsimde hatta mevsimler ötesi görevlerini yapıp, teslim ve tevekkülün hali içerisinde, huzurlu ve rahat olarak dallarından kopuşlarını düşündü.
Ellerini açarak Rabbine hamd, peygambere selam ve salât getirdikten sonra; mü’minlerin, kendinin, hatta tüm insanların, yaratılış gayelerini bilip ona uygun görevlerini yaparak ölümü tattıracak olan Azrail isimli meleğe, rahat ve huzur içerisinde, ruhunu teslim edebilmesini niyaz ettikten sonra, yine peygamberine salât ve selam getirerek, Eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve resulühu deyip ellerini yüzüne sürdü.
Oturduğu pencerenin önünden kalkarken derinden bir ses; birinci yaprak ilmi, ikinci yaprak ameli, üçüncü yaprak ahlakı temsil ediyor. İlmini artır, bildiklerinle ihlâslı olarak amel et. Amellerini güzel ahlakla süsle. Bu üçünü hiçbir zaman birbirinden ayırma. Biz birbirimizden ayrılmayız. Diyordu
Gözyaşları arasında kendisine gelip, yürümeye başladığında dilinden;
Bütün Âlem bismillah.
Tüm âlemler der Allah.
Anlayan Arifullah.
Der Allah Allah Allah.
………………………
………………………. Mısraları dökülüyordu.
M. Ali Semizoğlu