Saygıdeğer Hocam;
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi sizin ve tüm gönül dostlarımın üzerine olsun. Efendim; Sizi her gün düşünüp, isminizi anmama rağmen bir türlü sizinle görüşemeyip, konuşamayışımı düşündükçe hep Üveys El Karani Hazretleri gelir aklıma… Üveys el Karani aşık olduğu Resulullah’ı baş gözü ile görememişti ama bu O’nun aşkına mani değildi. O, Resulullah’ı baş gözü ile değil ama öyle bir gözle görmüştü ki kızı Hz. Fatıma bile Resulullah’ı öyle görememişti. Resulullah’ı ziyaret için gelip, bulamayıp dönerken Hz.Fatıma ile karşılaşmış ve onunla arasında geçen konuşmada Hz. Fatıma’ya sen Resulullulah’ı gördün mü? diye sormuştu. Hz.Fatıma, evet elbette, ben onun kızı Fatımayım demiş ve babasının görünüşünü O’na tarif etmişti. Ama Üveys “Hayır, sen Onu görmemişsin, babana söyle de kendini sana göstersin, demişti. Hz.Fatıma bunu Resulullah’a anlattığında, O da Üveys’i doğrulamış ve elini Fatıma’nın yüzüne sürdüğünde, Fatıma Anamız Peygamberimiz (sav)'in mübarek başını, Arş-ı Â'lâ'dan yukarda; ayaklarını, tahtes-serâ'dan ( toprak altı) aşağıda buldu.
Ey Aşıklar sultanı Üveys! gözlerin göremediği nasıl bir bakışla gördün de biz hala seni anmaktayız ?? Ah!!! ,ne yazıktır ki o büyük zatla aramızdaki tek benzerlik onun Resulullah’ı, benimde sizi baş gözüyle görememem…Üveys Resulullah’ı baş gözüne gerek duymadan zaten görmüştü ve O’na öyle aşık olmuştu ki Uhud’da Resulullah’ın dişinin kırıldığını duyunca, bir köşeye çekilip Resulullah’ın hangi dişiydi acaba derken kendisi bütün dişlerini kırmıştı.O’nun Resulullah’la görüşemeden bu derece aşk ve bağlılığı Allah’ın bir hikmetiydi, belki de biz sonraki ümmetlerine eşsiz bir örnek olması içindi.
Benim sizi göremememse, sizi görmeye liyakatimin olmayışından…Keşke Ondaki aşktan bir zerreyle bende yanıp tutuşsam ve sizin karşınıza çıkabilecek liyakate sahip olabilsem. Siz, edep ve tevazunuzla narin bir gül dalı gibiyken, ben bir çam kütüğü gibi yontulmamış halimle nasıl sizin karşınıza çıkabilirim? Edep ve tevazunuz ve bana göstermiş olduğunuz hüsnü zannı düşündükçe, utanıyor ve kaburgalarımın sanki birbirine geçtiğini hissediyorum.
Diyorum ki, ne Allah’a layık bir kul, ne Resulullah’a layık ümmet, ne de size layık bir talebe olabildim. Ah bu eksikler, bu kusurlar nasıl biter ? Yunus cevaplar gibi söylüyor “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” Aşk öyle bir kıvılcım ki benliği yakıp kavuracak, benlik olmayınca da benlikten doğan kıskançlıklar, kinler, nefretler, düşmanlıklar, büyüklenmeler bitecek. Her nereye baksan sevgilinin yüzü görülecek, her zerreden zikredenin O olduğu hissedilecek ve dünyada cennet yaşanacak….Sonsuz huzur ve sükun hali…Dil işte o zaman diyebilecek canı gönülden “Kahrında Hoş, Lütfunda Hoş” Çünkü Aşık’ın gözleri maşukunda bir kusur göremez, kulakları O’nun aleyhindeki sözleri işitmez.
İnsanın gönlüne verilen bu ilahi Aşk öyle kıymetli ki, öyle büyük bir ihsan ki, dünyevi ve uhrevi hazinelerin tümü bir araya gelse bu kadar değerli olamaz. “Bu, Allah’ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.”(Cuma Suresi ,4.Ayet) Ayetinde geçen Lütfun bu ilahi AŞK olduğunu düşünmüşümdür hep…Tabii Alemler Rabbi olan Yüce Allah, en doğrusunu bilir.
İnsanoğlu adına hayat denilen seyirde, nice imtihanlardan geçiyor. İmtihanları imanla, Salih amelle, sabır ve şükürle geçebilenlere ne mutlu! Nasıl bir çamur şekilsiz ham iken, nice el darbesiyle yediği tokatlarla şekillenip, fırınlandığında pürüzsüz güzel bir çanak oluyorsa, insanlarda dünyevi imtihanlar sırasında bunların Haktan geldiğini bilerek sabır ve şükürle ayakta kalabilir, bir de ilahi aşk ateşiyle pişerlerse Hazreti İnsan olarak çıkabilirler inşallah, diyorum.
Üniversite yıllarında staj yaptığım çimento fabrikasında, yakıt olarak kullanılan kömürün hazırlanışında dahi, dünya hayatının ve aşkın örneğini görüyorum. Kömür, önce değirmenin içinde tonlarca ağırlıkta olan bilyenin arasında un ufak oluyor, öyle inceliyor ki un bile yanında daha kalın kalıyor. Sonra fırınlanıyor, içindeki rutubet %3 -4’e düşürülüyor. Öyle bir hale geliyor ki, tutuşmak için sadece bir kıvılcıma ihtiyacı kalıyor. Hayat değirmeninde benliği ezilen un ufak olan insan, nice bela ve musibet ateşiyle öyle kuruyor ki, öyle bir kıvama geliyor ki yüreğine düşen bir küçük ilahi AŞK kıvılcımı ile tutuşup yanıyor. Ama, bu yanış öyle büyük bir zevk oluyor ki, bu ateşte yanmaya cümlesini davet ediyor, Nesimi gibi;
Gel gel yanalım ateş-i aşka
Şule verelim Ateş-i aşka
Aşk ehli ölmez, Yerde sürünmez,
Yanmayan bilmez Ateş-i aşka.
38 yıllık ömrümü düşünüyorum, benliğimin ezildiği, derinden sarsıldığı imtihanlar gördüm, bu imtihanlar karşısında Rabbimin ihsan ettiği sabır ve şükürle durmaya çalıştım. Ancak, bunu ne kadar başarabildim, Rabbimin rızasını ne ölçüde kazanabildim, ilahi aşk lütfuna erebilecek kıvama gelebildim mi, bilmiyorum. En büyük korkum, cehenneme düşmek ya da cennetten mahrum olmak değil, ilahi AŞK lütfuna erişemeden, Allah’a yakine erenlerden olamadan ölmek.
Cehennem nedir ki Allah’tan uzak kalmanın yanında?? Bir aşık, bunu ne güzel anlatır “ Ya Rabbi, bana olmadığın yeri göster de cehennemini görmüş olayım!!!” diyerek…
Adıma Mukarreb dediğime bakmayın, Ben Allah’a Kariyb (yakin) olayım derken, hatalarım, günahlarımla Ondan garip (uzak) düşmüş bir kulum. Bazen düşünüyorum da hakiki Mukarrebler benim halime vakıftırlar ve belki de benim için diyorlardır İzmir’de Adına “Mukarreb “ diyen dili Allah’a kariyb, gönlü garip düşmüş bir zavallı var. Tek bir iyi ameli var, o da Allah’ı, Resulünü ve de Allah’a yakine ermiş olan bizleri çok seviyor ve dili döndüğünce herkese bizleri anlatıyor.” Bir gün, sırf bu duyduğum içten, saf muhabbetim hürmetine, Allah’ın izniyle bu güzellerin himmetleriyle ben de o kervana katılabilirim, ümidiyle yaşıyorum. Sırf sevgiyle olur mu bu iş diyenlerinizi duyar gibi oluyorum. Bilemem ki, benim hanemde sevgimden başka güvenebileceğim tek bir amelim ve Allah’ın rahmeti dışında bir dayanağım olmadığından böyle söylüyorum. Yine kendimden ümit kestiğim bir gün okuduğum menkıbe beni yeniden heyecanlandırmış, ümidimi ateşlemişti. Menkıbede:
Bir zamanlar Bağdat’ta Muhyiddin-i Arabi’nin kitaplarını okuyup, sohbetler eden bir ilim irfan halkası varmış. Cahilden bir zat ta okunan ve anlatılanlardan bir tek kelime anlamadığı halde, Arabi’ye ve Onun yazdıklarını anlatan bu kişilere derin bir muhabbet duyar ve sırf onları hayranlıkla dinleyebilmek için dergaha gelir, onların sobalarını yakar, hizmetlerinde bulunurmuş. Bir gece rüyasında Şeyh-i Ekber Arabi hazretlerini görmüş ve aralarında şu konuşma geçmiş:
_ Orada anlatılanları anlıyor musun?
_ Hayır, hiçbir şey anlamıyorum.
_ Peki niye ordasın?
_ Ben Allah için olan şeyleri ve Muhyiddin-i Arabi’yi seviyorum.
_Peki o konuşulanları ve kitapları anlamak ister misin ?
_Evet, elbette.
-O halde yarın uyandığında, kitapları ve konuşulanları anlayacaksın diye müjdeyi verir, Arabi Hazretleri. Adamcağız, ertesi gün gittiğinde anlatılanları anladığı gibi bazı meselelere açıklama dahi getirir ve kısa bir süre sonra bu sohbet halkasının üstadı olur, kendisi sohbet etmeye başlar.
Bu garip mümin bu dereceyi sırf Muhyiddin i Arabi’yi sevmekle, Allah için yapılanı sevmekle, onlara destek olmakla elde etmiştir. Öyleyse, Allah için yaşayanları sevmek, onlara yakın olmak kurtuluş sebebidir.
Efendim; mübarek ellerinizden hasretle öpüyor, sizi başımızdan eksik etmemesi için Yüce Rabbime niyaz ediyorum ve dualarınızı istirham ediyorum. Ayrıca, Çiğdem Hanım başta olmak üzere, her biri nadide çiçekler gibi olan tüm gönül dostlarıma en kalbi sevgi, saygı ve selamlarımı sunuyorum.
Allah’a emanet olunuz.
Mukarreb