Çok Kıymetli Büyüğümüz, Çok Değerli Dostlarımız,
Hepinize yeni başladığımız bir haftanın sabahında en içten duygularla Merhaba.
Biliyorsunuz dün sevgili büyüğümüzün eşi Rana Annemizin Hakka göçüşünün dördüncü yıldönümü idi. Bizler de çok değerli gönül dostları ile birarada YOYAV’da onu yadettik, rahmetle, dualarla andık.
Rahmetli Rana Hanım’ı uzun süre tanıma ve gözlemleme imkânım olmamıştı. Yalnızca vefâtından birkaç ay önce YOYAV’da Sayın Büyüğümüzün bir konferansına, sitede duyurusunu görerek –ki o zamanlar site yöneticisi Utku Bey’di- çok büyük bir heyecanla ilk defa katıldığımda tanımıştım. Öyle mûnis, ihlâslı bir hali vardı ki... Konferans sonrasında salondan ayrılmadan evvel Sayın Büyüğümüzün ve Rana Hanım’ın ellerini öperek ayrılanların arasında sıram geldiğinde adeta kafesindeki bir kuşun uzun parmaklarıyla kavrayarak hafif ve ürkek dokunuşlarla, uzatılan bir parmağa geçişi gibi, bir tüy kadar hafif bir eli avucumda bulmuştum. Ne ilginçtir, Rana Annenin o mûnis elini, o günkü sıcaklığı ve takaatsiz dokunuşuyla hâlâ ellerimde hissederim.....
Belli ki O, elleri gibi bir tüy haline getirdiği varlığı ile de Sayın Büyüğümüze hayat arkadaşlığı boyunca hiçbir yük getirmemişti... Sadece güzellikler sunmuş ve onun manevi görevlerini yerine getirebilmesi için gereken bütün ortamı sağlamıştı. Dünkü anma toplantımızın devamında kendisini uzun süre tanıma fırsatı bulmuş bir gönül dostu hanımefendi, Sayın Büyüğümüzün konuşma ve dinlemenin incelikleri üzerine yaptığı bir sohbeti sonrasında “Efendim,” dedi, “Rana Hanım ne kadar iyi bir dinleyiciydi, değil mi? Sizi öyle büyük bir dikkatle dinlerdi ki sanki dünyada hiçbir şey bilmeyen tek kimse oymuş ve herşeyi ilk defa sizden öğreniyormuş gibiydi, edep içinde, başı önünde, elleri dizlerinde dinlerdi...”
Tasavvufi eserleri olan Sadi-i Şirazi, Gülistan ve Bostan adlı eserinde bir güzel insandan bahsederken “Böyle bir kimse ölür de mezarından gül bitmezse hayret ederim.” der. İşte şimdi Rana Annemiz de, şahsında örneklediği Hazret-i İnsan, Hazret-i Kadın modeliyle onu tanıyanların gönüllerinde güller açtırıyor ve inşallah dalga dalga bütün dünya kadınlarının gönlünde de açtırmaya devam edecektir... Bizler de manevi evlatları olarak bir kez daha onu Fatihalarla, dualarla anıyoruz.. İnşallah dünyası cennet olduğu gibi ahireti de cennet olmuştur...
Efendim, bugün tevâfuk oldu, Sayın Büyüğümüzün gazete yazılarından eklenme sırası bir yıldan biraz fazla bir süre önce aramızdan ayrılan Azize Anne ile ilgili bölüme geldi. Onu da bir mübarek ve örnek annemiz olarak yine Fatihalarla, sevgi, saygı ve hürmetle anıyoruz.
Sözü, hayırlı ömürler, hizmet dolu nice yıllar dileyerek Sayın Büyüğümüze bırakırken bu güzel haftanızın ve bütün zamanlarınızın en güzel işler, incelik ve kolaylıklarla, şükür duyguları içinde geçmesi dileğiyle hepinizi selamlıyor, gönül dolusu sevgiler, saygılar sunuyorum efendim.
Hayırlı günler.
Çiğdem Seçkin Gürel
Azize Anne, sevdiğimiz, saydığımız bir büyüğümüz. Doksan yaş civarında hayat dolu, neşeli, canlı, pırıl pırıl bir Allah dostu. Çevresi için bir ışık kaynağı… Onu hiçbir gün bedbin, karamsar, kötümser görmedim. Ben ve yakınlarım ne zaman sohbetine gittiysek, bir kere bile boş dönmedik. Beş dakikalık bir telefon sohbetinde bile, ne yapar eder, size hayat yolunda ışık tutacak, rehber olacak bir şeyler anlatır. Anlattıkları o kadar özlü, o kadar hayatla iç içedir ki, ömür boyu unutamazsınız. Üslûbu öyle canlı, öyle renklidir ki, ayrıldıktan sonra siz de o gerçekleri yaşamak, o güzellikleri içinize sindirmek için hemen uygulamaya geçersiniz. O, kimseyi kapısından boş çevirmez. Dertli gelen derman, hasta gelen şifa bulur. Her hâli, sanki, “Sevmek, devam eden en güzel huyum” der gibidir. Yunus gibi “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni” diyecek sanırsınız. Onun huzurunda dedikodu yapılmaz, malâyani konuşulmaz. Hak’la oturulur, Hak’la kalkılır.
Geçenlerde ziyaretine gitmiştik. Bize, bir anısını anlattı. Çok duygulandım. Günlerce etkisinden kurtulamadım. Müsaadenizle ben de sizlere nakletmek istiyorum: “Bir gün,” diyor Azize Anne, “yaşı yüze yaklaşan bir muhterem hanımefendiyi, arkadaşlarla beraber ziyarete gittik. Yalnız yaşıyordu. Bütün yakınları Hakk’a göçmüştü. Kapıyı açtı. Bizi nezaketle karşıladı. Oturduk. Sohbet ettik. Bir hayli zaman geçmişti müsaade istedik. Hayır, dedi. Yemek zamanı gitmek olur mu? Allah ne verdi ise beraber yeriz. Hayatını zor götürdüğünü, maddi sıkıntı içinde olduğunu biliyorduk. Ağırlık vermek istememiştik. Ama ısrar etti. Biz de kaldık. Bir kavanozun dibinde birkaç sivri biberle, bir parça kuru ekmek getirdi. Sofraya koydu. Buyurun efendim, dedi. Şifa niyetine. O sırada kapı çalındı. Baktık genç bir delikanlı, elinde tavuklu pilav olan bir tepsiyle kapıda göründü. Efendim, babam gönderdi. Nice zamandır sürüncemede kalan bir işinden bunalmış. O gün yine giderken, ya Rabbî, işim olursa, büyük Hanıma bir tepsi tavuklu pilav göndereceğim demiş. İşte, sonuç alınınca, size hürmetleriyle gönderdi. Ev sahibi, altı pilav, üstü kızarmış iki tavuk bulunan tepsiye bakar bakar ve Kurban olduğum Allahım, senin işlerine akıl sır ermiyor, önce misafırini gönderiyor, arkasından yiyeceklerini gönderiyorsun. Hikmetinden sual olmaz.”
Şu olay içinde, düşünenler için nasıl ibretler var… Evinde turşu ve ekmekten başka yiyeceği olmayan bir kimse, vakit geçti diye, misafirlerini göndermiyor. Her şey ama her şey, bir hikmetler zinciri halinde hayat sahnesinde yer alıyor. Bütün olaylar, görünmez bir dengenin ayrılmaz parçaları… Aheng ve hikmet birlikte vücut veriyorlar. Tam bir teslimiyetle Allah’a bağlananlar mahrum kalmıyorlar. Bazen gemi batıyor, küçük bir kayık insanı kurtarıyor. Yerine göre, bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at koskoca bir orduyu kurtarıyor. İpek böceği dut yaprağını yiyerek ipeğe dönüştürüyor. Asaf Halet Çelebi “Koskoca bir ağaç görüyorum, ufacık bir tohumda” der bir mısraında…
Olumsuz tohumların ekilişine seyirci kalanlar ya da farkına varmayanlar, dikenleri görünce boş yere feryada başlıyorlar. Şaşacak ne var? İnsanoğlu ne ekerse onu biçer. Dünya ahiretin tarlası değil mi? Bütün olup bitenler, her an, her yerde görünmez bir deftere işleniyor, farkında mıyız? Bir bilsek ki, küçük ya da büyük her türlü fenalıkla, kötülükle ilk karşılaştığımız zaman mücadele etmez, seyirci kalırsak, bunu yarınlara bırakırsak, gün gelir onun altında kalır, yenik düşeriz.
Genç kız süt sağmaya gidiyordu. Annesi seslendi: “Kızım, süte su katmayı unutma, halife nerden bilecek.” Kız cevap verdi: “Hayır anne, kesinlikle olmaz. Süte su katılmaz. Hz.Ömer görmese de, Allah görür.” İşe bakın ki, o evin önünden Hz. Ömer geçiyordu, işitti. Ürperdi, gözleri doldu. İşte bu genç kızı bir süre sonra Hz. Ömer’in gelini olarak görüyoruz.
En küçük bir kımıldanışın bütün doğa üzerinde tesirleri vardır. Ah, bu gerçeği hep hatırlayabilsek...
SABRİ TANDOĞAN
YENİ MESAJ GAZETESİ, 1998