Sayın Mehmet Doğramacı,
8.11.2006 tarihli mailinizi aldım. Efendim, sizden gelen mail beni o kadar memnun, o kadar mutlu ediyor ki sanki gözümün önüne dünyanın bütün zenginlikleri, bütün güzellikleri seriliyor. Şimdi gelelim mailinizdeki birinci kısma:
Nefis ve nefisle mücadele konusunda sohbetimizdeki söylediğim hususun biraz daha açılmasını istiyorsunuz. Hay hay efendim. Sultanımız ne emrederse o olur.
1- Efendim, o günkü söylemin özeti şuydu: Biz nefisle mücadele edeceğiz, onu yeneceğiz, alt edeceğiz, perişan edeceğiz diye nice yüzyıllar geçirmişiz. Az gitmişiz, uz gitmişiz, dere tepe düz gitmişiz. Bir gün bir de bakmışız ki bir arpa boyu yol gitmemişiz. Çünkü nefis büyük, nefis güçlü, nefis çok kuvvetli. O bizi alt ediyor. O bizi tuşa getiriyor, o bize yaptığımız her maçta altı gol atıyor. Peki, ne yapalım, nasıl bir strateji geliştirelim, nasıl bir metod bulalım ki onun boyunduruğundan kurtulalım, rahat bir nefes alalım, özgür olalım, bağımsız olalım?
O zaman karşınıza yepyeni bir yöntem çıkıyor. Mailinizde hayattan örnekler verin diyorsunuz. Hay hay, başüstüne.
Efendim, günümüzde özellikle hanımları kasıp kavuran bir moda var. Bazı erkekler de bu modaya katılıyor ama muhatap genellikle hanımlar: Eskiden hergün kitapçılara giderdim Mehmet Bey. Şimdi haftada bir iki kere gidiyorum. Ne zaman içeri girsem yeni bir diyet kitabı. Akla, hayale gelmeyen isimlerle birbirinden lüks baskılarla yüzlerce diyet kitabı, beri tarafta hergün gazetelerde çeşit çeşit zayıflama aletleri ilanları, zayıflatıcı haplar, şuruplar, formüller. Artık birçok hanımın tek uğraşı kilo vermek, diyet yapmak. Dostlarından diyet yemekleri formülleri almak, diyetisyen adresleri almak. Birçok hanım diyet günlüğü tutuyor. Peki netice ne oluyor? Bu diyetisyene giden, aletli cimnastiğe giden, diyet kitapları alıp okuyan hanımlara bakıyorsunuz, maşaallah diyorsunuz. Günden güne kilolara yeni kilolar ekleniyor. Selülitler hergün biraz daha artıyor, etek numaralarına her ay yenileri ekleniyor. Bir tanıdığım hanımefendi bana sordu, “bütün bu uğraşlarım hiçbir sonuç vermiyor, kilolarıma yeni kilolar ekleniyor, ne yapayım, bana bir tavsiyede bulunun”. Kendisine dedim ki: “Efendim, eğer beni dinleyecek olursanız (hiç de sanmıyorum ama) bütün bu çabaları bir tarafa bırakın normal hayatınızı yaşayın, yanlız bazı kurallara riayet edin. Mesela kesinlikle acıkmadan sofraya oturmayın. Sofradan biraz birşeyler yedikten sonra yarı aç, yarı tok kalkın, midenizi üçe ayırın, üçte birini yemekle, üçte birini suyla doldurun. Üçte birini de havaya bırakın. Bu formülü uygularken yemek aralarında katiyyen dondurma, çerez, abur cubur şeyler yemeyin. Mümkün olduğu kadar hareket edin, işlerinizi ertelemeyin. Günü gününe iş yapmak derler. Siz saati saatine, dakikası dakikasına iş yapın. Kafanızı yemekti, diyetti gibi meselelerle doldurmayın. Hayatınızı yaşayın. Bu şekilde hareket edip de kilo vermeyecek bir kişi düşünemiyorum”. Bilmem anlatabiliyor muyum? Nefsin azgın iştahını iyiye, güzele kanalize edecek bir formül.
İkinci örnek olarak da insandaki şehvet duygusunu verebiliriz. Hatti zatında nesillerin devamı için, insanın üremesi için şehvet duygusu gereklidir. Yanlız insanoğlu şehvete yakasını kaptırınca korkunç bir akıbete doğru yol alıyor. Bazılarının söylediği gibi insan hayvanlaşmıyor, hayvandan da daha aşağı bir duruma (belhüm adal) düşüyor. Aynı şekilde şehvet duygusunun tahribatını önlemek için bizi o duyguya götürecek mekanlardan, yayın organlarından, konuşmalardan, düşüncelerden, hayallerden uzaklaşmak gerekiyor. İnsanoğlu düşündükçe, hayal ettikçe o batağın içine sürükleniyor. Edep, haya, incelik, zarafet duygularını köreltmemek gerekiyor. Kendini din, tasavvuf, ilim, sanat yoluna adıyanlar zaten vakit bulup da o işlerin söylemini yapmaya imkan bulamıyorlar. Bütün mesele küçük yaşımızdan itibaren duygularımızı, düşüncelerimizi, hayallerimizi hep iyiye, güzele, doğruya, asil ve yüce olana kanalize etmek olmalı. İşte buna tıp dilinde süblimasyon deniyor. Türkçeye “arzuların yüceltilmesi” diye çevirebiliriz. Aslında bu durum karakter sahibi, ciddi, efendi, dürüst, temiz insanlar için hiç de imkansız değildir. Pekala yapanlar da var. Zaten adına medeniyet dediğimiz güzellikler de o insanların ortaya koyduğu durumlar olmuyor mu?
Herhalde durum anlaşıldı. Gene de kafalarda tereddütler oluyorsa lütfen yazın, onları da açıklayalım.
2- Efendim, bu insanların müşterek bir yönü. Güzelliklerin sadece soyut olarak sıralanması, anlatılması, yazılması insanlara yetmiyor. O kimseler bir de bu güzellikleri yaşayan, tatbik eden insanları görmek, bilmek, tanımak istiyorlar. Bu insanların müşterek bir duygusu. Yaşadığım sürece Cenab-ı Hak, sonsuz şükürler olsun, çok güzel insanlar çıkardı. Onları tanıdım, sohbetlerinde bulundum, hizmetlerinde bulundum. Gücüm yettiği yettiği kadar, imkanlarım elverdiği kadar onlardan faydalanmaya çalıştım. Ama Münir Bey, müstesna şahsiyetiyle belirince O’na bütün varlığımla bağlandım. O’nu çok sevdim, ölesiye sevdim. Ve O’nunla ebediyyet ahdi yaptım. Çünkü Münir Bey tam bir tevhid ehliydi. Bütün maddi ve manevi güzellikler O’nda toplanmıştı. Madde ile mana, ruh ile beden, bu dünya ile öbür dünya, kadın ile erkek, fiziksel güzellikle manevi güzellik O’nda o kadar güzel, mükemmel bir üslupla sentez haline gelmişti ki O’nu bütün varlığımla sevdim, saydım ve kendime rehber olarak tanıdım. Allah O’ndan razı olsun. Yattığı yer nur olsun. Allah’ın rahmeti, Peygamber’in şefaati üzerine olsun.
“Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız”
“Anladım san’at yalnız Allah’ı aramakmış.
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”
3- İnsanlar hayatta hep iyiyi, güzeli, temiz, asil, büyük ve yüce olanı arıyorlar. Onlara ilgi duyuyorlar. Onlarla hemhal olmak istiyorlar. Çok küçük yaştan itibaren kendimi bir sevgi halesinin içinde buldum. Ben insanları sevdim, insanlar beni sevdi. Başlangıçtan itibaren insanları “ama”sız sevmek benim için büyük bir ideal oldu. Hayatta hiç kimseye “ama şu tarafı da olmasaydı” demedim. Hiçbir zaman dikensiz gül aramadım. Çünkü gül dikeniyle beraber yaratılmıştı ve öyle muhteşemdi, öyle güzeldi. Gülü dikenden ayımaya çalışmak bir cehalet, bir hamakat örneği olmaktan başka ne olabilirdi? Madem ki Allah öyle yaratmıştı. Uzun yıllar önceydi, çalıştığımız yere bir genç kız gelmişti. Kibar, hanımefendi, asil, güzel, mükemmel bir insandı. Etkileyici bir güzelliği vardı. Ama herşeye kusur bulan insanlar o kızcağızın da yakasını bırakmadılar. Senin burnun dediler gaga burun. O sıralarda plastik ameliyatlar da yeni başlamıştı. Artık bir işe de girdin, bir ameliyat yaptır, burnunu düzelt, istediğin gibi bir şekil ver dediler. O da çevrenin etkisinde kalarak bir plastik cerraha gitti. Cerrah soruyor “burnun nasıl olsun?”, örnekler gösteriyor. Ucu havaya kalkık, bir “yunani” burun üzerinde anlaşmaya varılıyor. Ve operasyon bitiyor, gaga burun yunani burun oluyor. Ama ne oluyorsa ondan sonra oluyor. O gaga burunla gözleri ve gönülleri kamaştıran o genç kız, yunani burnuyla bütün cazibesini, güzelliğini, anlamını, şiiriyetini kaybediyor. Zavallı bir duruma düşüyor. Görenler feryad ediyor, “ah diyorlar, ne oldu sana böyle”. Tepkiler çoğalınca genç kızın morali iyice bozuluyor. Ve istifa ederek insanlardan kaçıyor. Sokağa bile çıkamıyor. Bütün mesele insanları olduğu gibi kabul etmekte. Bunu yapamayanlar hem kendilerine, hem başkalarına yazık ediyorlar. Bütün mânâda bir düzeye gelmiş insanlar, hayatı “belki”siz, “ama”sız kabul ediyorlar. Olduğu gibi, güzel bir teslimiyet.
“Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler”
diyenler, diyebilenler memnun, mes’ut ve bahtiyar olarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Ne mutlu onlara, ne mutlu onların yolunda gidenlere...
4- Kimse kafasının içindeki kavgayı bitirmeden, kendisiyle sulh, sükun ve barış içinde yaşayamadan mutlu olamaz, huzura ulaşamaz, güzelliği yakalayamaz. Kafanın içindeki kavgayı sulha, sükuna, barışa götürmenin yolu nefsimize rıfk ile, mülayemet ile davranmaktan geçer. Hatti zatında bizim nefsimizle olan didişmelerimiz, sürtüşmelerimiz bizi kafamızın içinde yeni kavgalara götürür. Bunun başka bir yolu yoktur. Ne yapıp edip, nefsimize tatlılıkla, yumuşaklıkla, saygı ile, edep ile yaklaşıp, onunla güzel bir anlaşma yapmak ve bu anlaşmanın hükümlerine riayet etmek bizi barışa, sevgiye, dostluğa götürür. Yunus Emre “Seni deli eden şey, yine sendedir sende” diyor. Kendi huzursuzluklarımıza, kendi geçimsizliklerimize dışarıdan bir neden aramak kendimize yapacağımız bir ihanetten başka hiçbir şey değildir. Ne yapıyor insanlar, hep topu bir başkasına atıyorlar. O günah keçisi oluyor. Ama neticede ne oluyor, sadece kendimizi aldatıyoruz. Olan bize oluyor. Yunus Emre, “Yad isen bilişelim” diyor. Bu bilişmek önce kendi kafamzın içinde başlayacak. Bunu yapamadıkça atacağımız her adım bizi biraz daha hüsrana götürecektir. Lütfen kendimizi aldatmayalım. Aldanışların en kötüsü insanın kendi kendini aldatmasıdır. Yunus, “Yunus bir haber verir, işidenler şad olur” diyor. Eğer şad değilsek, eğer şad olamıyorsak ne olur kabahati başkalarında değil kendimizde arayalım.
5- Efendim, insan kendi nefsinin baskılarından kurtuldukça, egosunun hakimiyetini aştıkça iyiye, güzele ve doğruya gittikçe sahiplik duygusundan da uzaklaşır ve bu kendiliğinden olur.
Nefsi üzerinde çöreklenip onu her gün biraz daha büyüten insanlar o oranda sahiplenme duygusunu da büyütürler, sonunda onun maskarası olurlar.
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan”.
Eski İstanbul terbiyesinde “benim”, “bana ait”, “sahibi benim”, “maliki benim” demek çok büyük kabalık sayılırdı. Bir köşkün, bir yalının önünden geçerken “efendim, sahibi siz misiniz” denildiğinde başlar edeple, tevazu ile, incelikle eğilir ve “Efendim, biz emaneten oturuyoruz, asıl sahip Allah’tır” derlerdi. Olay bu efendim, insanlar manevi duygulardan uzaklaştıkça “sahib olma”, “malik olma” duyguları da o oranda kabarıyor, büyüyor.
6- Efendim, bu sıraladıklarınız insanlık kültür tarihinde ilk dönemlere inilirse karşımıza çıkn durumlardı. O günün koşullarına göre bunlar bir erdemdi, bir güzellikti. Sonra insanlık kültürü medeniyetin basamaklarında yükselmeye başlayınca bunlar da önemlerini kaybettiler. Bugün gururundan, kibirinden, azametinden bir türlü İslamı kabul edemeyen, ona yanaşamayan batı dünyası kendi geçerliğini kaybetmiş ama aşama yapamamış, İslama geçememiş dinleri çerçevesinde aradıklarını bulamayınca bir süre bunlarla gönül avutuyorlar. Buna başka birşey denemez. Mutlu oluyorlar mı, hayır. Huzuru buluyorlar mı, hayır. Ama kendilerini bir arça da olsa avutuyorlar, gönüllerini yelpazeliyorlar.
7- Gece ibadeti insana çok şeyler kazandırır. Değil gece ibadeti, gece yenilen bazı şeyler bile olağanüstü bir güzellik kazanırlar. Rahmetli Hocam Dr. Münir Derman, “Geceleri derdi kervanlar geçer, sen de gece namazlarına kalk. Belki bir gün sen de o kervanlardan birine dahil olursun”. Gece herşey daha güzelleşiyor, gece herşey daha anlamlı oluyor. Gece kılınan namazın tadı başka oluyor. Gece okunan kitap insanı daha çok etkiliyor. Ve gece yazılan yazı daha güzel oluyor. Gecelerin kıymetini bilelim.
8- Efendim bu kelamı rakı için, bazıları viski için, bazıları şarap için söylüyorlar. Ama yine bazı bilim adamları bunun en ufak bir bilimsel değeri olmadığını, içkinin insana zarar verdiğini söylüyorlar. Madem ki Kur’an-ı Kerim’de içki yasak edilmiştir, o halde bunların üzerinde durmak bile muhaldir, gereksizdir. Hazret-i Ebu Bekir’e soruyorlar, Peygamber Efendimizi kastederek “Senin arkadaşın miraca çıktığını söylüyor, ne dersin?” diyorlar. Hazret-i Ebu Bekir sıddıkiyet makamının verdiği vekar ve asalet içine “O söylediyse doğrudur” buyuruyor. Efendim bütün mesele burada. Kur’an içkiyi yasakladıktan sonra bu konuda inanan bir insan için söz söylemek bile edep dışı olur.
Selam, sevgi ve saygı ile.
Sabri Tandoğan
Sayın Sabri Tandoğan'ın cevaben yazdıkları :
Sorular Yazan Mehmet Doğramacı
Cvp: Sorular Yazan Sabri Tandoğan