Çok sevdiğim Büyüğüm,
Müsaadenizle.
Efendim, güzel, çok güzel bir konferansın akabinde ilk yazımızı yazalım. Öncelikle şunu söylemek istiyorum, o nasıl bir meclistir ki, oradaki manevi hava kendinden geçiriyor insanı, bambaşka bir nefesle doluyor içi insanın. Allah Siz büyüğümüzden ve cümle dostlardan razı olsun.
Efendim, pazartesi sabahı, nasip ile sabah namazını kıldım. Geride bıraktığım iki-üç günün feyzi, beni iki rekat da şükür namazı kılmaya sevk etti. Sonlara doğru mahcup bir tavır kaplamışken benliğimi şöyle dua ettim: “Allah’ım, ben ne yaptım ki bu kadar veriyorsun! Ben bunları beklerken, hakkıyla bu imtihanlardan geçemezsem ne yaparım kaygısı taşırken bu lütuflar beni tedirgin ediyor. Bana hiç sıkıntı isabet etmedi. En küçük imtihanda bile nefsimin ipleri eline alıp bana şikayet ettirmesi senaryosu beni ürkütüyor. Çünkü bunu yaparsam tam nankör olmuş olacağım. Hele ki bu kadar lütfun ardına böyle bir hata yaparsam, nankörlüğüm katlanacak. Sen benim yardımcım ol! Bu sınavlardan hakkıyla geçebilmemi nasip et...”
Derman Hocamız, “güneşi üzerinize doğurmamaya çalışın” diyor. Onun için ben de elden geldiği kadar sabah namazlarından sonra uyumamaya çalışıyorum. Hakikaten de bu zamanlar bereketli oluyor. Her yönden... Namaz sonrası, gördüğüm bir rüyayı günlüğüme yazmak üzere kabinli olan balkona geçtim. Burası, anneannemlerin Göksu Parkı civarındaki evi. Yüksek blokların üst katlarından biri. Manzaraya hakim yani. Buraları, özellikle geldiğim yere göre kıyasladığımda bir nimet olarak buluyorum. Mesela uzun zamandır, kaldığım yerde bu kadar güzel bir yeşillik manzarası izleyememiştim. Keza ayı, güneşi ve bulutları uzun zamandır bu kadar doyarak izlememiştim. Hele konferans günü, hava açık ve dolunaya yakındı ay. Dışarıda yürürken havaya bakıp izlemeye çalışıyordum imkan nisbetinde. Bir yerden de çok abes hareket etmemeye çalışıyordum. “Şimdi fırsat olsaydı da saatlerce izleseydim” diyordum. Aynı gece, bana tahsis edilen odada, yer yatağımdan baktığımda ay beni bekliyordu, tam penceremi ortalayacak şekilde ayarladım yastığımı, doya doya izledim ve dalmışım. Şükürler olsun. Dediğim gibi, kabinli olan balkona oturmuş, yazıma başlamadan önce dışarıyı biraz izlemek istedim yine. Şimdi izlediklerimi yazıyorum. Hava kapalıya yakın, gökyüzünde, beyazdan başlayıp grinin sayısız tonuyla devam eden ve nihayet siyaha yakınla son bulan bir renk sergisi var. Hocam’ın bahsettiği şair geldi aklıma. Çocukluğundan beri bulutları izler, doymazmış. Doyulacak gibi de değil zaten. Bulutlar, muazzam büyüklükleriyle, vakur olan tavırlarıyla, yavaş, çok yavaş bir şekilde bir yerden bir yere doğru akıyordu. Sonra şu düşünceler geçti aklımdan. Bulutlar suyun işaretçisi, su ise, “Biz her şeye sudan hayat verdik*” ayetinin muhatabı. Dünya ile ahiret yurdunun müşterek olan tek nimeti. Her şeyin kendisiyle ayakta durduğu, her şeyin içinde mevcut olan. “Ya Rabbi!” dedim, “kim bilir bu koca bulutlarla şimdi kimleri rızıklandıracaksın, hangi beldeye hayat vereceksin, şüphesiz Sen’in yanında her şeyin bir hesabı, hikmeti vardır. Her şey sebeplerle birbirine bağlı, tasarruf ise yalnız Sen’de. Sen’in hikmetinden sual olunmaz”. Tam bu esnada, uzaklarda, çimlerin üstünde oynayan üç tane kediciğe kilitlendi gözlerim. Arkasından şöyle devam etti düşüncelerim. “Allah’ım! Sen o kadar büyüksün ki, benim yiyeceğimi gönderdiğin gibi bu küçük kediciklerin yemeğini de gönderirsin. Unutmazsın onları da, hiçbirini, hiçbir yaratılmışı unutmazsın, münezzehsin bundan.” Birden kedicikler bir hedefe doğru hep beraber koşmaya başladı. Hedef ise, elinde bir poşet olan mübarek bir hanım teyze idi. Yakındaki binanın duvarının dibine iyice yaklaştıktan sonra, poşettekileri yere serdi, sonra usulca kalkıp yeri kediciklere bıraktı rahat yemeleri için. ... Tek başıma müsait bir yerde olsaydım, ellerimi gökyüzüne doğru açıp en güzel şekilde ikrar edecektim Allah’ın büyüklüğünü. Görüş alanımdan çıkıncaya kadar mübarek hanımı izledim. Öyle aşkla izledim ki, “sen ne güzel bir kulmuşsun” dedim. İzleme boyunca dua ettim ona. Allah razı olsun! Kenan Rıfai Hz.leri geldi aklıma, ben de onun dediği gibi dedim, hiç farkında değil ama yaptığı bu iyilik ile Allah başkasının ağzından dua ettirdi o hanıma. Tamam, belki ben sıradan bir kulum ama, iddia ediyorum, o hanımın aldığı boş bir dua değildi... Olayı baştan değerlendirdim. Allah, o mübarek hanım ile kedicikleri doyurdu, hanıma benim ağzımdan dua ettirdi, bana da Büyüklüğünü müşahade ettirdi. Ben daha ne diyeyim. Üstelik koskoca dünya, dünyanın bir ülkesi, ülkenin bir şehri, o şehrin bir ilçesi, ilçenin bir semti, semtin bir mahallesi, fazla uzatmayayım, bir evin küçük balkonundan, garip bir kulun aciz algısına yansıyan bir kısımdı bu gördüklerim. Allah’ın büyüklüğünün asıl mahiyetini ise, Allah bilir. Hayatta bütün olaylar böyle birbiriyle ilintili, belki küçük, belki görünmez bağlarla ama hiçbir şey kendi halinde değil. Ve bütün bu yaratılmışlar TEK BİR ŞEYİ HAYKIRIYOR. TEVHİD! ALLAH BİR, TEK. LA İLÂHE İLLÂ ALLAH. VAHDE HU, LE ŞERİKELEH: ALLAHTAN BAŞKA İLAH YOK, TEKTİR O, ORTAĞI YOKTUR. LÂ HAVLE, VE LÂ KUVVETE İLLA BİALLAH: HİÇBİR DAVRANIŞ VE KUVVET YOKTUR Kİ ALLAH’TAN OLMASIN. Şöyle diyeyim, bu yazdıklarım aklımdan geçenlerin yüzde onu bile değil belki. Keşke daha güzel ifade edebilseydim. Şimdi yine Allah’ın bir ayeti olan Özden Hanım olacaktı, ne güzel anlatırdı... Allah cümlemize en büyük güzellikleri nasip etsin, ve o güzelliklere layık da etsin. Hürmetle Ellerinizden öperim. Tüm Dostlara selam ederim. *...ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy...(Enbiya, 30)