Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Sayın Çiğdem Seçkin Gürel Hanım'dan aldığımız sunum
Gönderen : Çiğdem Seçkin Gürel
Tarih : 4/2/2010 11:01:15 PM


 


Çok Sevgili Büyüğümüz ve Gönül Dostlarımız,


Başladığımız günün inşallah hepimiz için yepyeni hayırlar, sevinçler ve güzel haberleri de beraberinde getiriyor olması dileğiyle hepinize yeniden Merhaba.


 


Değerli dostlar, Sayın Büyüğümüzün bugünkü sunmaya çalıştığımız yazısının başlığını okuyunca yıllarca önce bir dergide okuduğum küçük bir anekdotu da sizlerle paylaşmayı istedim:


 


Bir gün üstü başı dökük bir kadın sırtına aldığı çocuğu ile yaşlı bir bilgenin huzuruna çıkar. İçinde bulundukları şartlardan şikayetler ettikten sonra, “Efendim,” der, “acaba bize biraz yardımda bulunmanız mümkün mü?” Bilge, daldığı derûni hâl içinde kadını dinledikten sonra başını kaldırıp kadına bakar, bakar ve “Fakat”, der, “benim karşılıksız yardım yapmak hiç âdetim değildir.” Kadın şaşırmıştır. Bilge konuşmasını sürdürür: “Eğer,” der, “şu sırtınızdaki çocuğun ayak başparmağını verecek olursanız size yüklü bir miktar yardım yapabilirim.” Kadının hayretle irkildiğini gören bilge devam eder, “Tamam tamam,” der, “başparmaktan vazgeçtim. Serçe parmağını da verseniz olur.” Kadın şaşkınlık içinde, gözleri faltaşı gibi açılmış haldeyken, bilge: “Ondan da vazgeçtim” der, “Bari sadece bir tırnağını verin.” Artık daha fazla dayanamayan kadın kendini dışarıya atarken bilge arkasından seslenmektedir: “Bu nasıl iştir anlayamadım doğrusu. Hem halinden onca şikayet ediyorsun, hem de çocuğunun ayağındaki tırnağı bir servete değişmiyorsun...”


 


Büyüklerimiz ne kadar güzel söylemişler değil mi: “Şikayet edenin derdi, şükreninse nimeti artar.” diye. İnşallah Yüce Rabbimiz şikayet hastalığından şükrün saadetine ulaşabilmeyi bizlere de nasibeder...


 


Efendim, esenlik dolu günler dileği ile gönül dolusu selamlar, saygılar, sevgiler sunuyorum.


 


 


Çiğdem Seçkin Gürel


 


Şikayet Hastalığı (1)


Peygamberimiz, “Ya hayır söyle yahut sus.” buyuruyorlar. Acaba içimizde kaç kişi uyguluyor günlük hayatında bu Hadisi, kaç kişi yaşıyor? Ne yazık ki çoğumuzun öğrendiği, sadece bilgi planında kalıyor. Günlük yaşama geçmiyor. Ben onu okudum, bunu okudum, o kitap bende var. Hep işittiğimiz bu gibi sözler… İyi güzel de, kapağını açıp yemediğin sürece, buzdolabındaki yiyeceklerin sana ne faydası var? Öğrendiğimiz bir bilgi sadece bilgi olarak kaldığı sürece, yaşanmadığı sürece, orada burada caka satmanın, hava basmanın aracı yapıldığı sürece bize yararı ne oluyor? Sadece hiç. Unutmayalım ki, bilgi hamallığı tarih boyunca, hangi topluma, hangi insana ne kazandırmıştır ki, bize de güzellikler getirsin, ışık tutsun. Bazen insanlar görüyorsunuz, maşallah okumadıkları kitap yok. Atıp tutuyorlar, mangalda kül bırakmıyorlar. Günlük yaşamlarına bakıyorsunuz. Evlerden uzak, dışından baktım yeşil türbe, içine girdim tövbe estağfurullah… Kafaları, iç dünyaları karışık, perişan, zavallı. Hayat yolunda nereye gideceklerini, nasıl yürüyeceklerini bilmiyorlar. Kendileri mutsuz, çevrelerini de mutsuz ediyorlar.


Ama bilgi hayat için değil mi? Benim okuduklarım, öğrendiklerim, yaşantıma bir renk, bir ışık, bir güzellik, bir düzen ve ahenk getirmiyorsa ne faydası var bana? Hazreti Ömer’e sormuşlar: “Kimin inancına sahip olmak isterdiniz?” Cevap vermiş: “Hani çölde Rabbiyle beraber yaşayan yaşlı kadınlar vardır. Tepeden tırnağa Allah aşkıyla dolu olan, baktıkları her nesnede Allah’ın bir tecellisini gördükleri için ürperen, geceleri pırıl pırıl yıldızlarla dolu gökyüzüne bakarak, Allah’ım ne yücesin, ne güzelsin, ne büyüksün diye gözyaşı döken. Çok az şey bilen, ama onları yaşayan, uygulayan çöl kadınları var ya, işte onlar gibi olmak isterdim.”


Hayatını güzel, renkli, ışıklı, dolu dolu yaşayan, yaşama sanatını bilen, Yunus gibi, “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” diyen insanlara her zaman saygı duyar, onları takdir ederim. Ve inanırım ki, güneşin altında böyle pırıl pırıl yaşayan nice insanlar var. Ben şikayeti, sürekli bir hastalık olarak görüyorum. Her zaman, her yerde, hayattan şikayet, insanlardan şikayet, toplumdan şikayet insanı bir yerde olumsuzluklar yumağı haline getiriyor. Bir süre sonra o kimse hayata; varoluşa, insanlara kapkara gözlüklerin arkasından bakmaya başlıyor. Negatif bir insan olup çıkıyor. Peki, kazancı ne oluyor?


Bu kimseler farkında olmadan kendilerindeki yapıcı tarafı da yok ediyorlar. Ortaya sıfırı tüketmiş, edilgen, kırgın, küskün, bazen mütecaviz, saldırgan, küstah bir insan tipi çıkıyor. Çevremize bakınca nice hayret veren, ürperten, hayran eden güzellikleri göremiyorsak, tek gördüğümüz patırtı, gürültü, kalabalık, çirkinlikler ise, niye kabahati kendimizde bulmuyoruz? Eğer mutlu değilsek, güzelliklerden mahrum yaşıyorsak, şad olamıyorsak, niye biraz da kusuru kendimizde aramıyoruz? Sürekli olarak başkalarını suçlama, biraz da kendimizden uzaklaşmak, bir kaçış mekanizması içine girmek olmuyor mu? Unutmayalım ki, hayatı ne kadar derinden kavrarsak, sezersek, güzellikleri ne kadar çok algılarsak, yaşantımız da o kadar zengin, muhtevâlı, renkli ve ışıklı olur. Bakılan, bakana bağlı değil midir? Ancak bakmasını bilenler görür. Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından zevk alır. Düşünebilmek, gerçek mânâda düşünebilmek için önce sükûnete ihtiyacımız var. Risalet görevi gelmeden önce, Resulullah Efendimiz, Hira mağarasına çekilir, o muhteşem sessizlik içinde, düşünmeyi, Rabbiyle baş başa kalmayı severdi.



SABRİ TANDOĞAN

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]