Hayırlı Günler Aziz Büyüğüm ve Çok Değerli Dostlar,
Bütün kederlerden ve sıkıntılardan uzak, sadece güzelliklerle içinizin dolup taşması duasıyla selamlıyorum sizleri bu sabah. Geçen hafta cuma günü paylaşmaya niyet ettiğimiz ancak bugüne kısmet olan sohbet notlarını inşallah faydalı olur ümidiyle paylaşıyoruz.
Her şeyin en hayırlı olanı hakkınızda gerçekleşsin niyazı ile efendim.
Çiğdem Seçkin Gürel
SAYIN BÜYÜĞÜMÜZ SABRİ TANDOĞAN’LA SOHBETLERDEN NOTLAR
-Efendim, yemeğin adaplarından birisinin de daha tam doymadan yemekten elini çekmek olduğu belirtiliyor. Bunda sade yemek olayı ile sınırlı olmayan ve insana manevi tekamül yolunda birçok kazanımlar sağlayacak sırlar vardır diye düşünebilir miyiz?
-Tabi yavrum. Zaten biliyorsun bir Hadis-i Şerif’te herşeyin hayırlısı orta yolda olanıdır.” Buyruluyor. Sade bu konuda değil hangi konuda olsun biz hep orta yolu tercih edeceğiz.
-Efendim, ıslah edebilmek için sürekli nefsle didişilmesini de doğru bulmuyorsunuz, değil mi?
- Öyle yavrum. Her konuda en iyisi orta yolda olmaktır.
***
-Efendim, yıllar önce bir televizyon sohbetinizde eşiniz Rana Hanım’ın size hayatınızda bir kere bile olsa abdestsiz çorba içirmediğini anlatmıştınız. Orada Rana Hanım’ın bir derviş edebiyle abdestsiz hazırlanmış bir çorbanın size sunulmasına gönlünün razı olmadığını mı yoksa sofraya oturulduğunda sizin de kendisinin de abdestli olmanız konusunda hassas olduğunu mu kastetmiştiniz?
-Yavrum, Rana bana bir kez olsun abdetsiz olarak çorba pişirmemiştir. Yemek hazırlarken abdestli olmaya çok önem verirdi, nur içinde yatsın.
***
(Bugün muzipliğimiz üzerimizde)
-Efendim, siz Rana Hanım’ı görür görmez onunla evlenmeyi kafanıza koymuşsunuz. Peki, Rana Hanım sizi ilk gördüğü zaman ne düşündü acaba?
-Yavrum, ben Rana’ya hiç özel soru sormadım. Bu doğru olmaz. Mesela ben Rana’nın ne çantasına ne çekmecesine, ne de ceplerine hiçbir zaman bakmadım. Ola ki içinde özel bir eşyası olur diye. Bir gün ilaç istedi, çantamdan getirir misin Sabri, dedi. Ben de tuttum çantayı olduğu gibi götürdüm. Şaşırdı. Niye açıp içinden almadın? dedi. Ben senin çantanı açamam Rana, dedim.
***
-Efendim, bizim oralarda bir davranış şekli vardır. Mesela bir işe başlayacakları zaman çok enerjik, hareket dolu, kıpır kıpır bir insandan rica ederler. Aman derler, ben şimdi filan işe başlamak üzereyim. Sen de şöyle kapıdan çok hareketli bir şekilde, gülerek gir ve kolay gelsin de. Bu şekilde o işin çok kısa sürede tamamlanacağına inanırlar. Ama ola ki o anda içeriye uyuşuk, miskin olarak bilinen bir kimse ufunet içinde girmişse Eyvah derler, artık bu iş kolay kolay bitmez. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?
-Yavrum, işte o kimsedeki enerji o yapılan işe de sirayet ediyor. Hani hep söylüyorum. Ne diyorlardı Ermenek’de?
Sohbetteki dostlar birlikte cevap veriyoruz:
Bir erkek akşam evine geldiği zaman öyle enerji dolu, öyle hayat dolu olacak ki duvardaki duran saat bile çalışmaya başlayacak.
-Evet, işte bu da onun gibi.
-Efendim, bizim toplumumuzda erkeklerinin bayağı bir kısmı eve geldiğinde evdeki hazır çalışan saatler de duruyordur herhalde.
(Sayın büyüğümüz gülüyor, ille diyor esprisini yapacak.)
Değerli bir gönül dostumuz soruyor:
-Efendim, ben gündüzleri bazan evlilik programlarını izliyorum. Onlardan çok şey öğreniyorum insan tahlilleri yapmak adına. Orada bazan hanımlar karşı taraftan beklentilerini açıklarken “Beni taşıyabilecek bir kimse olmalı” diyorlar. Siz ne dersiniz bu konuda?
-E, yavrum, o zaman gitsinler bir hamal tutsunlar, kendilerini taşıtsınlar. Ne demek beni taşıyacak biri? Benim bildiğim evlilikte esas olan her iki tarafın da birbirinin tekamülüne yardım edebilecek olmasıdır. Bazıları da orada çıkıp “beni mutlu etsin” diyor. Kimse kimseyi mutlu etmek zorunda değil. Çiftçi önce tarlaya tohum ekecek, ondan sonra bir şeyler biçmeyi bekleyecek. Yoksa bunlar boş laflar.
***
-Efendim, muhtelif zamanlardaki İstanbul seyahatlerimizde bazı mânevi büyüklerin mekânlarını ziyaret etmek kısmet olmuştu. Bu mekânların büyük bir bölümünde dikkatimizi çeken bir şey oldu. Etrafta adeta hizmet eden, gelenleri karşılayan, oranın bir görevlisi gibi davranan kediler vardı. Hatta bir tanesindeki kedinin hâli hâlâ gözümün önündedir. Adeta oranın sorumlusu gibi davranıyor, asayişi kontrol ediyor ve oradaki velî zâtın manevi varlığının farkında olarak olgunlukla hareket ediyor hissi veriyordu.
-Yavrum, kedilerin çok ayrı bir hassasiyeti var. Münir Bey derdi ki: “İnsanlar kedinin nankör olduğunu sanır. Oysa kedi rızkı verenin Allah-ü Teala olduğunu bilir, onu sahibinden bilmez. Köpek ise rızkı veren olarak sahibini görür ve ona yaltaklanır.” Mesela siz bir kediyi sevmek istediğinizde buna izin vermeyebilir. Ama o ne zaman kendini sevdirmek isterse o zaman size yaklaşır.
Rana anlatmıştı. Çocukken evde besledikleri Arap diye bir kedileri varmış. Bir gün annanesi hamur açarken kedi de yanına sokulmak isteyince kadın onu “Hadi ordan pis Arap” diye azarlamış. Kedi bu söz üzerine darılmış ve gidiş o gidiş. Ev halkını çok özlediğinde karşıki evin damına çıkar, oradan onları seyreder, onlar yana yakıla “Gel Arap, bak biz seni çok seviyoruz” diye çağırsalar, en güzel yiyecekleri uzatsalar da hiç istifini bozmaz, biraz oturduktan sonra gözden kaybolurmuş.
-Efendim, mesela sadece kediler için söylenmiş bir söz var: “Kediler dört ayak üstüne düşer” diye. Bu sözün de özel bir anlamı var mı?
-Evet. Çünkü onları düşerlerken melekler tutar.
***
-Efendim, “Allah katında dereceler sonsuzdur.” Buyruluyor. Bazan bakıyorsunuz üniversite sınavlarında bir tek soru fazladan çözen bir öğrenci bu şekilde yüzlerce, belki de bin öğrenciden daha fazla puan almış. Bunun gibi bir insanın bir başka insana veya bir varlığa karşı gösteceği çok küçük bir inceliğin de onu mânâ yolunda birçok dereceler yukarıya taşıyacağını söyleyebilir miyiz?
-Evet yavrum, hem de sandığımızdan çok daha fazla.
- Efendim, Resulullah Efendimizin, “İnsanlardan hiçbiri vefat ettiğinde dünya hayatından ayrılmış olduğu için üzülmez. Yaşarken elindeki fırsatları (ne kadar büyük bir karşılıkla karşılandığını artık anladığı için) değerlendiremediğine hayıflanır.” mealinde bir Hadis-i Şerifleri olacak.
Sizin yıllar önce televizyon konuşmalarınızdan birisinde söylediğiniz bir söz vardı: “Bazan insanın aldığı minicik bir hayır dua bazan onun bütün bir ömrünü aydınlatmaya yeter.” demiştiniz. Küçük sandığımız bir tek iyilik bile bize aklımızın almayacağı kadar çok şey kazandırabilir değil mi hem dünya hem de ahiret hayatımızda?
-Biliyorsun yavrum, Profesör Eva Hanım’ın bir sözü var: “Çay bardağına konulan bir şekerin karıştırılmasıyla çıkan ses, uzayın bütün zerrelerinde duyulur.” diye. Hayatta her şeyin sandığımızdan çok daha fazla önemi var. Her şey birbirini etkiliyor. Her ayrıntı, olayların gidişini değiştiriyor ve bir sonraki aşamayı belirliyor. Zerre kadar bir iyilik de, zerre kadar bir kötülük de karşılıksız kalmayacak. O nedenle basit veya küçük diye bir şey yok. Her şey görünmez bağlarla birbirine bağlı. Bizler bu hayatı çok ince yaşamak durumundayız.
-Efendim, güzel bir söz vardı: Bir yıldızı üzmeden bir çiçeği koparamazsınız, diye. Siz bunları söyleyince hatırladım.
-Evet yavrum.
-Efendim, bir de geçen gün taksi şöförlüğü yapan bir gönül dostu ağabeyimiz yolculuğumuz sırasında anlatmıştı, çok düşündürücü idi:
Resulullah Efendimiz, bir gün yanında sahabeleriyle birlikte bir mezarlıktan geçerlerken birden mübarek yüzleri soluyor. Orada mezardaki bir ölünün çektiği kabir azabını görüyor. Biraz sonra Resulullah Efendimiz, hemen kenarda duran küçük, ince bir fidanı yerinden alıp o mezarın üzerine dikiyorlar. Bunun üzerine sahabe merak edince Resullah Efendimiz de durumu açıklıyarak “Bu fidan o mezarın üzerinde olduğu sürece bu o kimsenin azabını hafifletir.” Buyuruyorlar. Yani bizzat olmasa da dolaylı olarak müdahil olunan bir iyilik bile bir kimse için çok şeyi değiştirebiliyor demek ki.
-Öyle yavrum. Hayatta küçük, basit, önemsiz diye hiçbir şey yok. Biz bu hayatı çok dikkatli yaşamak durumundayız. Her an önümüze çıkarılan fırsatları çok iyi değerlendirmeliyiz.
***
-Efendim, Allah dostlarının yaşayışlarına ve hallerine baktığımızda birbirlerinden oldukça farklı olabildiklerini, eğitimlerinde çok farklı yollar izlediklerini görüyoruz. Onların bazı halleri üzerinden aralarında kıyas yapmaya kalkanlar oluyor bazan ki bu çok tehlikeli. Mesela sizin İstanbul Adalar’da faytonculuk yaptığından bahsettiğiniz bir faytoncu vardı, kızdırıldığı zaman karşı tarafın en yakınlarına, geçmiş akrabalarına çok küfürler edermiş. Ama velayet makamında olan büyük bir zatmış kendisi. Bir başkası gider meyhanedeki sarhoşlarla sohbetler edermiş. Bir başkası (başlarına gelecek bir kazayı hissederek bertaraf etmek üzere sadaka verdirtmiş olmak için) insanlardan belli bir miktarda yardım ister(sonra gizlice fakirlere verir)miş. Daha böyle pek çok örnek... Peki, Allah dostları neden kendilerini gizlemek yoluna giderler çoğu zaman?
-Yavrum, bir Allah dostunu bile bile, kasden inciten bir kimsenin hem dünyası, hem de ahireti rezil olur. Bilmeyerek incitmenin bile vebali vardır. Allah’ın gücüne gidebilir. O nedenle onlar insanlardan bu kimliklerini gizleme lüzumunu duymuşlardır.
-Efendim, mesela Hızır Aleyhisselam, halen yaşadığı dünya hayatı içerisinde birkaç kez evlenmiş ama hanımlarının hiçbiri Hızır’la evli olduklarını bilmemişler. Herhalde manevi büyükler bütün bunlardan dolayı “Her geceni Kadir, her gördüğünü Hızır bil.” demişlerdir.
-Öyle yavrum.
***
-Efendim, Hz. Mevlana, “Kimse benim sırrımı bilmedi, sırrımı hiç bilemediler” diyor. Hz. Mevlana’nın sırrı neydi?
- Yavrum, bu onun Allah’la arasında olan bir sırdı. Bunu kimse bilemez.
-Ama burada “bilemediler” derken bir sitem var sanki?
- Hayır yavrum. Bu sırrı kimse bilemez. Şems Hazretleri Mevlana’nın hocası idi ama bu sır ona da kapalı idi.
- Peki, her insanın böyle bir sırrı var mıdır?
- Evet, vardır.
***
(Sayın Büyüğümüz anlatıyor) :
- Bugün bazı insanlar kafalarını bilgiye takmışlar, bilgi de bilgi. Her şeyi bilgiyle halledeceklerini sanıyorlar. Bir tarafta ise Yunus’un öyle mısraları var ki üzerlerinde uzun uzun doktora tezleri hazırlanmalı. Mesela “Seni deli eden şey, yine sendedir sende.” mısraı. İnsanlar kendilerini üzen, korkutan, rahatsız eden sebepleri dışarda aramaya kalkıyorlar. Aslında her şey bizim içimizde, bizden kaynaklanıyor. Ama biz ne yapıyoruz, hep başkalarını suçluyoruz. O bana böyle söyledi, o bana şunu yaptı, o yüzden mutlu değilim, neşeli değilim diyoruz.
-Efendim, küçük bir hikaye okumuştum. Bir çocuk annesine gelerek, “Anne,” diyor, “gece karanlık olunca ortaya hayaletler çıkıyor, üstüme üstüme geliyorlar, çok korkuyorum.” Bunun üzerine annesi de diyor ki: “Yavrum, hayaletlerin üstüne atlamalarına fırsat vermeden sen onların üzerine saldır, göreceksin hepsi birer birer kaçacaklar.” Çocuk çok seviniyor bu cevaba, tam dönüp giderken aklına bir şey takılıyor ve tekrar dönüyor “Anneciğim,” diyor, “peki, ya hayaletlere de anneleri aynı şeyi söylediyse???”
-Evet, doğru. Biz korkularımızın üzerine gitmedikçe hiçbir sonuca ulaşamayız.
***
-Efendim, bu son yanardağ patlaması ve toz bulutlarının bütün Avrupa’yı sarması konusunda ne düşünüyorsunuz? Bunun hikmeti ne idi?
-Avrupa’nın bugün içinde bulunduğu manevi çöküntü ile ilgili.
- Peki bulutların tam Türkiye sınırına gelmişken Ukrayna’ya yönlenmesi?
-Bana kalırsa bir manevi büyük dua etti ve bulutlar yön değiştirdi.
-Efendim, bizdeki yaşantının onlarınkinden daha temiz olduğunu düşünebilir miyiz bu durumda?
-Düşünebiliriz..
***
-Efendim, gerek sitenizde verdiğiniz cevaplarda, gerekse telefon konuşmalarınızda birçok kimseye hayatınız boyunca her gün dua edeceğinizi belirtiyorsunuz. Şimdiye kadar bu şekilde pek çok kimse olmuştur. Bu kadar insanı nasıl hatırlayabiliyorsunuz dua ederken?
(Sayın büyüğümüzün gözleri uzakta bir noktaya sabitlenerek dalıyor) :
-Hatırlatan, hatırlatıyor yavrum!
***
-Efendim, bizzat Münir Derman Hazretleri’nin kerametlerine tanık oldunuz mu?
-Evet, çoook. Mesela Rana’nın elinde ekzema vardı. Durşmada düşüncesini okurken elindeki bu cılk yara onu çok rahatsız ediyordu. Münir Bey’i birgün gardan Eskişehir’e uğurlamaya gitmiştik Rana ile. Orada kendisinden rica ettik. Getir yavrum elini, dedi. Ağzında ıslattığı parmağı ile yarayı meshetti, okudu. Sonra el sallayıp uğurladık. Eve arkadaşımız Yurdanur Hanım’la dönüyorduk. “Rana, senden gül kokuları geliyor, ne yaptın?” dedi. O günden sonra tam bir hafta Rana’nın eli gül koktu. Yara da tamamen iyileşti.
-Efendim, sizin de bazı eski fotoğraflarınızda başınızda biraz koyu renkli büyükçe bir iz var. Ama sonrakilerde yok. O izin de böyle bir hikayesi vardı galiba?
-Evet. Danıştay’da Selahattin Pozantı adlı bir ağabeyimiz vardı. Manen de büyük bir kimseydi. Birgün kendisinden rica ettim. Üzerimde namaz abdesti yok Sabri, alıp geleyim, dedi. Geldi, okudu. Sonra leke tamamen kayboldu.
-Efendim, Münir Derman Hazretleri’nin Hakka göçtükten sonra da kerametleri devam ediyor demiştiniz değil mi?
-Evet. Mesela bir yaşlı hanımı vefatından sonra gelip bir gece ameliyat ediyor. İyileşmez denilen kadını hiçbir şeyiniz kalmamış diye hastaneden eve gönderiyorlar. Ben de hâlâ içinden çıkamadığım durumlar olduğunda Münir Bey’e sorarım, karşılığını ondan alırım. Onunla irtibatım halen devam ediyor.
***
Sayın Büyüğümüz derin bir Ah.. çekiyor, bir şey mi oldu acaba diye merakla yüzüne bakıyoruz:
-Yavrum; Ah kelimesi, Allah lafzının en kısa söylenişidir. En azından bana göre öyle...
----o----