Çok Değerli Büyüğüm, Kıymetli Dostlar,
Bütün güzelliklerin sizlerle olmasını, günlerinizin hayırlı çalışmalarla huzur ve mutluluk içinde geçmesini niyâz ederek sizleri selamlıyorum.
Hafta sonu niyet ettiğimiz işler nedeniyle pazartesi günü için sitemize bir yazı hazırlayamayacağımızı düşünsek de şükürler olsun Sayın Büyüğümüzün ve sizlerin samimiyetle yapmış olduğunuz, çok değerli dualarınızla bunların hepsini sağlamak mümkün oldu. Pazar günü zaman zaman da olsa Rahmetli Rana Anne’nin Günlüğünü okumayı da sürdürebildik böylece. Pazar sabahı bir süre kitaba göz attıktan sonra Sayın Büyüğümüzle site hakkında bir görüşmemiz oldu. Hatırını sorduğumuz zaman “Yavrum, pembe odada dinleniyorum.” deyince ürpermemek mümkün değildi. Çünkü biraz önce Rana Anne de kitabında okuduğum bir bölümde (s.186) kendi yazdığı bir şiirin ilk dizesinde aynen şöyle söylüyordu: “İşte, yine pembe odadayım...”
Konuşmamız bitince bu bölümü bulduk, elbette bu bir tesadüf olamazdı. Bunu teyid edebilmek üzere ilgili sayfayı açtığımızda şiirin son satırları şöyle bitiyordu: “Benim güzel İstanbul'um, Ve güzel evim, Ben her zaman sizinleyim.”
Resulullah Efendimiz’in “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” Buyruğunun zaman ve mekânla sınırlı olmadığının güzel bir ispatı, hakiki sevgileri yaşayabilenlerin güzel bir mükâfatı idi bu... Bütün bu düşüncelerden sonra sizlerle kitaptan başka bazı bölümlerini paylaşmanın da güzel olacağını düşündük.
Sağlıklı, verimli, çok güzel bir hafta geçirmeniz dileğiyle efendim. Allah’a emanet olunuz
Çiğdem Seçkin Gürel
RAHMETLİ RANA ANNE’NİN GÜNLÜĞÜMDEN ADLI ESERİNDEN SEÇMELER
10 Şubat 1968 Ankara
Demet
Hayatım boyunca; gül, karanfil, lâle, sümbül misâli,
Neşeden, ümitten, hüzünden ve kederden bir demet sundular.
Bütün gayretim, bu çiçeklerden öyle bir demet meydana getirmek ki;
Sahibine iâde ettiğim zaman,
Onda
Tevâzu, sabır, edep, huzur ve sükûndan başka bir şey bulamasınlar.
7 Nisan 1968 - Ankara
Bugün Pazar. Sabri bu defteri şimdi verdi. Ben de hemen yazmaya başladım.
Defteri alınca ilk gözüme çarpan şey, bu defterin de sarı kağıtlı olduğu oldu. Öbür defterim de sarı. Acaba buna bir tesadüf mü demeli? Ama hayatta tesadüf diye bir şey yokmuş ki. Münir Bey, “Hayatta bir tek tesadüf var, o da tesadüf kelimesi” diyor.
Şu halde tesadüf diye bir şey olmadığına göre, Sabri'nin bana iki defteri de sarı verişindeki hikmeti düşünmeliyim.
27 Nisan 1972 - Ankara
Şimdi dışarıda gök gürlüyor. Hava çok karanlık, gökyüzü bulutlarla kaplı, neredeyse yağmur başlayacak. Ben, havanın bu kapalı halini, insanların sıkıntılı hallerine benzetiyorum. Hani İnsanın içi sıkılır, etrafını, hadiseleri karanlık görür, içinden ağlamak gelir ya, tıpkı onun gibi. Ama düşünüyorum da, bu sıkıntı da mevzii kalıyor. Çünkü şu bulutların üstüne çıktığımızda, yine masmavi gökyüzünü, pırıl pırıl güneş ışıklarını göreceğiz. İşte iş, insanın da böyle bulutlu zamanlarında, bu bulutların üstüne çıkabilmesinde. Bilmem ki, bu da her zaman aynı kolaylıkla olabilir mi? Desenize, bulutların kalınlığına bağlı. Ama ne olursa olsun, insan bu bulutların üstüne çıkıp, açıklığa feraha kavuşmalı. Ama bunun üstüne çıkabilmek için de, bu bulutların, sıkıntıların mevzii olduğu, bunun dışında, her zaman bulunan ve hiç değişmeyen, esas huzur ve aydınlığın bulunduğunu bilmek lâzım.
Şimdi ben bunları yazarken, bir ara bulutların arasından bir ışık huzmesi sızdı ve ortalığı birdenbire aydınlattı. İşte Allah da en sıkıntılı zamanlarında bile, insanlara böyle ip uçları, içini aydınlatacak ışık huzmeleri gönderiyor. İş, bu aydınlığı yakalayıp, onun izinde yürüyebilmekte.
10 Eylül 1972 - Ankara
İman Ağacı
Bir minicik tohum düştü kalbime
Şaşırdım, heyecanlandım, çok korktum
Kaskatı çorak bir çöldü ki kalbim
Ben onu orada nasıl saklayacaktım.
Ümit toprağında besledim onu
Gözyaşlarımla suladım.
Kalbimde esen fırtınalar zarar vermesin diye
İtimat lifi ile kalbime bağladım
Bu çalışmalarım, didinmelerim sonu
Bir gün filiz verdi benim tohumum
Filizim fidan, fidanım ağaç oldu
Şimdi yalnız o var, ben yokum.
Rana Tandoğan
17 Mart 1976 - Ankara
Sabahleyin yolda gelirken Sabri ile Avrupa'dan bahsediyorduk. Sabri, bir ara "Ben Avrupalılara acıyorum. Onların bugünkü sıkıntılı, huzursuz hallerine biz sebebiz" dedi. Ben. niçin bizim sebep olduğumuzu sorunca da "Onlar akılları ile, aklın ulaşabileceği en son noktasına vardılar. Fakat, yalnız akıl kâfi gelmiyor. Kalp işe karışmadıkça, yapılan iş yarım kalıyor. Biz müslüman olarak, kalp ve kafanın öyle güzel bir sentezini yapıp, örnek bir hayat yaşayacaktık ki, onlar da bizi örnek alarak huzura kavuşacaklardı" dedi.
Sabri ne kadar güzel konuşuyor. Ne güzel fikirleri var. Ben tam onun dediği gibi yazamıyorum. Bu sözü üzerine, “Madem Avrupalılar bu kadar akıllı, niçin akılları ile Hak din olan Müslümanlığı benimseyip, Allah'ı bulamıyorlar?” dedim. Buna cevaben de "Râna, ben sana bir şey diyeyim mi, akıl, Allah'ın varlığını ispat için ne kadar sebep bulursa, inkâr için de o kadar sebep bulur." dedi. "Bunun için, akılla hakikâti bulmaya imkân yok. Ancak kalp işlerse, aklı doğru yola iletir" diye ilâve etti.
Allah'ım bizi kalbi mühürlülerden yapma. Âmin.
15 Haziran 1976 - Ankara
Dün gece, Sabri ile uzun uzun konuştuk. Ne güzel anlatıyor. İnsanın içi açılıyor. Bir ara İnsan bu dünyaya önce neşesini bulmaya gelir. Sonra Allah'ı bulur." dedi. “Neşesini bulmak ne demek?” diye sorunca da izah etti. İnsanın her gördüğü şeyden memnun olması, yani halinden hoşnut olması imiş. İnsan bir şeye memnun olunca, güzel bir şey görünce, yüzü güler ya işte bu duruma, neşesini bulmak deniyormuş. İnsan her hadisede, her gördüğü şeyde bu neşesini muhafaza ederse, demek ondan sonra Allah'a ulaşabilecek. Öyle ya, bu neşenin devamlı olabilmesi için, insanın Allah'a teslim olması, ondan gelen, O’na ait her şeyden razı olması gerek.
Allah'ım bana bu hali lâyıkı ile yaşamayı nasip eyle. Âmin.
Sabri, ilk olarak tabiat, sonra güzel sanatlar, sonra insan, sonra mürşit, sonra Peygamber, sonra Allah sevilir ve bu sevgilerden geçildikten sonra Allah'a kavuşulur" diyor ve "şimdiki insanlar, daha ilk basamak olan tabiat sevgisini bile duymuyorlar, onun için bugünün insanının Allah'ı bulması, huzura kavuşması çok zor, adeta imkânsız" diyor. Ne kadar doğru söylüyor. Şimdiki insanlar, etraflarına bakmasını ve etraflarını görmesini bilmiyorlar. Onun için de, Allah'ın bizler için ortaya döktüğü bu güzellikleri göremiyorlar. Bir bunaltı, bir sıkıntı tutturmuş gidiyorlar. Allah hayır göstersin.
Allah'ım, Sabri'nin gösterdiği yolda ilerlemem için bana yardım et. Âmin.
8 Ocak 1979 - Ankara
Bu sabah, çantama gözlüklerimi acele ile yerleştirmeye çalışıyor, bir türlü yerleştiremiyordum. Sabri, "Râna, öyle acele ile karanlıkta sıkıştırmakla iş olmaz, çantanı al, aydınlığa götür, orada rahat rahat gözlüklerini yerleştir." dedi. Sonra da "Eşyanın tabiatını bilmek, ona göre hareket etmek, olgunluğun başlıca işaretidir. Olgun, kâmil insanlar, eşyanın tabiatını bilen, ona göre hareket eden insanlardır." diye ilâve etti.
...
Sabahleyin yollar çok buzlu idi. Sabri ile beraber Daireye geldik. Yolda yine Sabri güzel güzel anlattı. "İnsanın sağlığı ve huzuru, madde ile mânâ, iç ile dış, ruh ile beden arasında denge kurmaya bağlı" dedi. 'Bu dengeyi kurabilenler, büyük insanlar oluyor. Büyük sanatkârlar, devlet adamları ve velîler böyle kimselerden oluyor. Bu denge her şeyde lâzım. Düşenlere dikkat ettim, ya hiç buza dikkat etmeyen veya çok fazla îtina eden kimseler düşüyor. Her şeyin ifratı fena. Daima îtidal sahibi olmak lâzım" dedi.
16 Ekim 1981 - Ankara
Dün gece misafirlikten döndüğümüzde, sular kesikti. Sabahleyin kalktığımızda da yine akmıyordu. Sabri kapıcıya sormuş, hidrofor bozuldu, demiş. Aman Allah'ım, susuzluk ne kadar zor. Adeta insanın eli ayağı bağlanıyor.
Sabri, "Şimdi insanlar, gürül gürül akan su için Allah'a şükretmeyi unuttular. Allah da şükrü hatırlatmak, suyun kıymetini bildirmek için, böyle ara sıra suları kesiyor" dedi, sonra da "Aman Râna, suları dikkatli kullanalım, bir damlasını bile ziyan etmeyelim, eğer musluğu sıkıştıramazsan, altına temiz bir kap koy, onda toplanan suyu sonra kullanırsın, insan böylece tasarrufa alışır. İleride bir sıkıntı ile karşılaşırsa, ona fazla tesir etmez" dedi ve "Bak hiç dikkat ettin mi. Tasarruf kelimesinin iki mânâsı var, biri elindekini dikkatli harcamak, har vurup harman savurmamak; biri de bir şeyi hükmü altına almak, meselâ tasarruf sahibi velî gibi" dedi.
24 Aralık 1981 - Ankara
Sabri'ye geçen gün, “Tasavvuf nedir?" diye sordum. Bana bir kelime ile "saflaşmak" diye cevap verdi. Bu tarif çok hoşuma gitti. Okuduğum kitapların içinde, hiç böyle güzel ve mükemmel bir tarife rastlamadım.
Demek "saflaşan" insan, Allah'ı bulmuş oluyor. Ben de dualarımda Allah'a "beni kalben, kafa ve düşünce bakımından, vicdanen ve bedenen tertemiz yap" diye yalvarıyorum. Şu duruma göre, ben de Allah'a kavuşmanın yolu olarak, temizlenmeyi kabul ettiğim için, Tasavvufu temizlenme, yani saflaşma olarak tarif ediyorum demektir.
Bu duruma çok sevindim. Demek Sabri’nin benim üzerimdeki çalışmaları boşa gitmemiş. Tasavvufun mânâsını anlamış ve onun yolunda yürümeye çalışıyorum demektir.
Bu yürüme karınca misâli de olsa, ziyanı yok, O yolda yürüyorum ya.
3 Mart 1982 - Ankara
"Kur'an" kelimesine dikkat ettim. "Kur" ve "an" heceleri birbirinden ayrılıyor. Bana sanki Allah "ânınızı kurun" diyor gibi geldi. Ânını kurmak, ânını yaşamak ve bu hali devam ettirmek mânâsına almak gerek. Çünkü, Allah'ı bulmanın yollarından biri de ânını yaşamak. İnsan ânını tam olarak yaşar, onu güzelce değerlendirir ve devam ettirirse, sonunda Allah'a vâsıl oluyor.
Güzel Allah'ım, mukaddes Kitabının isminde bile, bize Kendisine varmanın yolunu gösteriyor.
Allah'ım Sana hamdolsun, Sana şükürler olsun, ölmeden evvel ölmeyi, Sana kavuşmayı, bana da nasip eyle. Âmin.
23 Mart 1982 - Ankara
"Ölmeden evvel ölmek" hep kafamı meşgul eden husus. Hep kendi kendime, ölmeden evvel ölmek nasıl olur, diye sorup dururum. Dualarımda da Allah'a "ölmeden evvel Sana kavuşmayı bana da nasip eyle Allah'ım" diye dua ediyorum. Dün gece düşünürken, aklıma birden, ölmeden evvel ölmek için, benlikten uzaklaşmamız lâzım geldiği fikri geldi. Öyle ya, benlikten uzaklaşır, yani ortadan "ben"i kaldırırsak ortada yalnız Allah kalır. Biz de bu sayede Allah'a kavuşmuş, yani ölmeden evvel ölmüş oluruz.
Demek iş, ortadan sıyrılıvermekte, Yaratan ile yaratılanı başbaşa bırakabilmekte. Ama bu da çok zor. Nefis o kadar kuvvetli ki, her şeyde "ben böyle yaparım", "ben böyle söylerim", "ben", "ben"diye ortaya çıkıyor.
Şimdi benim "Ben" demeye ödüm kopuyor. Öyle ya, ortada ben diye bir şey yok ki. Hep "O" var.
7 Eylül 1982 - Ankara
...
Yalnız Allah var, biz yokuz.
15 Nisan 1983 - Ankara
Sabri "kâmil insan"ı; "kendi kendisi ile, Allah'la ve cemiyetle kavgası bitmiş insan" olarak tarif etti. Ne kadar kısa ve özlü bir tarif, üstünde ciltlerle kitap yazılacak kadar veciz. Öyle ya, böyle bir insan, her bakımdan huzur içinde, rahat, neşesi yerinde bir insandır. Acaba insan, bu hale geldikten sonra mı manen yücelecek, yoksa manen yüceldiği için mi bu hale geldi? Herhalde, maneviyat yolunda biraz yol alınmadan bu hale gelmeye imkân yok.
..
Allah'ım, benim de mâneviyat yolunda ilerlemiş, kâmil insan olmamı nasip eyle. Âmin.
17 Şubat 1990 – Ankara
Bir tohumun toprağa atılması için, önce o toprağın kazılması, sonra çapalanması, yani atılacak tohumu tutacak hale getirilmesi gerekir. İslâmiyet bir umacı gibi gösterildi, mâneviyat toprağı adeta kerpiçleşti. İşte Sabri, bu sertleşen kalpleri yumuşatmak ve onlara yeniden İslâmiyet tohumunu ekebilmek için televizyondaki konuşmalarını yaptı.
Bu durumda olan insanlara, doğrudan doğruya Ayetten ve Hadisten bahsederseniz, hemen sizden korkuyla uzaklaşırlar ve kalplerini sımsıkı kaparlar. İş, onlara sevgi ile yaklaşabilmekte. Ancak, onların sevgisini kazandıktan sonra açıktan açığa İslâmiyet'ten bahsedilebilir.
Sabri'nin anlattıkları da tam İslâmiyet'in özü; o bizlere Ayetlerin ve Hadislerin, günlük hayatta uygulanışını anlatıyor. İş, sertleşmiş olan gönülleri yumuşatmakta ve insanları huzura kavuşturmakta. Bu hâle gelen kalbe tohumu atmakta hiçbir mahzur yok. Ama bu hâle gelmeden atarsanız tohum tutmaz.
3 Ocak 1993 - Ankara
Kafasını temizleyemeyen, kalbini temizleyemez.