Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Bir cuma gecesi sohbeti
Gönderen : M. Reşit Yazıcı
Tarih : 2/5/2011 10:05:45 AM


 


Sevgili Üstadımız, Bir annenin kızı ile yaptığı söyleşiyi sizin köşenizi izleyen kardeşlerimizle de paylaşmak istedim..Allah’tan hayırlara vesile olmasını diler, hürmet ve saygılarımı sunarım..


M. Reşit Yazıcı



BİR ANNE VE KIZININ CUMA GECESİ SOHBETİ


 


- Gel sana çok güzel sesli bir müezzinden bir ezan dinleteyim.


- Tamam.


- Beğendin mi?


 - Evet, çok güzelmiş. Müezzinler ezanı hep böyle okusa daha çok kişi namaz kılar.


- Hayrola, namaz kılasın mı geldi?


- Aslında namaz kılmaktan çok Allah'ı hatırlatıyor, ölümü hatırlatıyor ve korkuyor insan. Tabii doğal olarak gidip namaza durup tevbe ve dua etmek istiyorsun.


- Bunlarımı hissettirdi sana?


- Dünyayı ve her şeyi bırakıp Allah'a dönesim geldi.


- Desene ezan kulağına değil de sanki ruhuna okunmuş gibi...


- Anne, ben çok korkuyorum. Ne yapacağız ölünce? Kabirde ne olacak? Hepimiz mahvolacağız?


- Orada mahvolmaman için burada yapman gerekenler var, yap o zaman.


 - Ne yapsak yeterli olmaz gibi geliyor bana... Çok fazla bağımlılığımız ve vazgeçemediklerimiz var. Kabir yaşamı rüya benzeri gibidir deniyor. O zaman kabuslarımızı düşünsene, hem de uyanamayacağız. Bazen saçma sapan şeylerle boğuşuyoruz rüyada... Uyanıyorsun, oh be diyorsun. Anne ondan uyanmak yok uzun süre... Uyandığında da zaten hop gidiyorsun mahşer yerinde bir başka hesap tablosunun önüne... Korkuyorum anne.


- Ben de kızım, ben de... Ama Allah'ın rahmetini umuyorum. Tabii elimden geleni yaptıktan sonra... Boş oturup Allah'ın rahmetini uman samimi değildir. O halde af beklemeye yüzü olmaz.


- Anne, dünyada başaramamışız. Yüzlerce takıntımız var. Kabirde çektiğimiz azaba neden müdahale edilsin? Yeterince çalışmamışsın, dünya derdine dalmışsın, ölümü unutmuşsun. Kurtuluşumuz yok.


- Allah korkusu güzeldir, kişiye ahireti unutturmaz, şuurlu kılar. Ama ümitsizlik de şeytandandır. Sen dünyada olduğu gibi ahirette ve kabirde de Allah ilesin. Seni büsbütün terk edeceğini nasıl düşünürsün? O'nun çok merhametli olup bağışlayıcı olduğundan şüphen mi var? Bak O sadece Tevvab (tevbe edenleri bağışlayan) değil Afüv'dür (günahları örten, silen) aynı zamanda... Nasıl olur da bu vasıflarından şüphe duyarsın. İnsanı yaptıklarının sonucuna eriştiren, hesabını soran olduğu kadar diğer vasıfları da var. Kabre girdiğinde sorulacak sorulardan en önemlisi "rabbin kim?" sorusudur ve ilk o soruyla yüzleşeceksin. İşte orada çuvallamak, Allah'ı bu özellikleriyle de bilmemek demektir. Ümidi kesmek şeytan işidir, çünkü gerçeği örtmüş olursun, O'nun merhametli olduğunu unutup ümidi keserek. Ne yan gelip merhametine güveneceksin, ne büsbütün ümidi kesip korkacaksın. Elinden geleni yap, yapamadığın için de Allah'a teslim olup tevbe et, rahmet ve merhametini ümit et.


- Elimizden geleni yapmadığımızı düşünüyorum. Yeterli değiliz, hiç yeterli değiliz. Nasıl yüzümüz olacak merhamet beklemeye?


- Tatlım, bir konuda sana hak veriyorum. Namaz ve diğer ibadetlerin yeterli değil... Çalışıyorum diye savsaklıyorsun. Eğer namaz kılmana müsaade etmiyorlarsa, en azından sabah akşam düzenli kılabilirsin. Ben sana bu konuda hiç zorlama ve baskı yapmadım. Söyledim, uyardım ama zorlamadım biliyorsun. Bir gün bunu idrak edeceğini biliyordum. Ben de senin yaşlarında içsel olarak uyarıldım ve uyandım. Elbette bir gün fark edecek dedim. Bak ayete: * Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın. * Ve O'nu sabah akşam tesbih edin. (Ahzap, 41-42) Hiç bir şey yapamayan bile en azından sabah ve akşam namazlarını kılabilir. Yani toplamda üç vakit ediyor. Diğerleri için de nafile namaz kılıp telafi etmeye çalışırsın. Kaza namazı olmaz da o nafile namazdır. Sünnet namazları da var. Allah yardım edecektir. Ama bunu ummak için gerçekten gün içinde namaz kılmana müsaade edilmiyor olması gerekir.


- Dün keşfettim, meğer bizim şirkette namaz kılmak isteyenler için küçük bir oda varmış. Bizim patron da İstanbul'a gelince orada namaz kılıyormuş.


- İyi ya işte, bak beş vakit kılmaman için mazeretin kalktı ortadan. Ayrıca patronunun namaz kılıyor olması ne güzel. Allah ona merhamet etsin. Pek çok varlıklı insan Allah'ı hatırlamayı unutur. Genellikle insan sıkıntı içindeyken Allah'ı hatırlar. Kabul etmek gerekir ki varlıklı ve keyfi yerinde insanın Allah'ı hatırlaması bizimkinden biraz daha alidir. Bize kolaylaştırmış, onlar ise zoru başarıyor. Biz zannederiz ki sıkıntı zorluktur, oysa kolaylaştırmadır ama farkında bile değiliz. Zoru başaranlara Allah çok yardım etsin dilerim.


- Anne, bırak şimdi zoru kolayı... Ben korkuyorum hala... Mesela sabahları metrobüse binerken hep işe geç kalacağım telaşı var bende... Adamın biri önüme atlayıp metrobüsü kaçırınca feci canım sıkılıyor. Önce sinirleniyorum adama, sonra kendi kendime diyorum ki Allah çıkardı karşıma bu adamcağızı, imtihan bu, sabırlı olayım. Ama bunu hatırlayana dek öfke bir dalga gelip geçiyor. Anne, burada beynim var çabuk hatırlıyorum. Ya kabirde ne olacak? Beynim yok orada, çok zor hatırlayacağız. Düşünsene orada böyle bir rüya içindeyim. O adam yine gelip önüme atlayacak. Tabii bende önce burada olduğu gibi o alemde de bir delireceğim. Allah'ı hatırlayana dek çok zaman geçecek, beynim yok. Önce Allah'ı görme durumuna gelmeden eyvah ki eyvah!


- Peki, sana bir soru soracağım. Neden işe geç kalmaktan korkuyorsun? Olayın kökenine girelim biraz.


- Aslında bu konuyu çok düşündüm. Aldırmayabilirim, adam önüme geçsin. "Boş ver, en fazla biraz işe geç kalırsın" diyorum kendi kendime... "Değer mi azap haline dönüştürmene" diyorum. Ama böyle düşünürsem işe sık sık geç kalırım. O zaman şu iki şeyden biri olur. Ya çok geç kalıyorum diye işten çıkarılırım, ya da geç gittiğim için çalışma saatimden eksilir ve haram maaş olur.


- Güzel, demek ki sorunun kaynağına inebiliyorsun. Peki, haram yemek veya yememek endişesi bir toplumsal değer yargısı mı sence?


- Hayır, tabii ki değil... Allah korkusu. Dinimizde haram yemek günahtır.


- Onu anladık. Dini hükümlerle ilgili bir endişen var o konuda... Peki, işten çıkarılmaktan neden endişe ediyorsun?


- Anne, ben çalışmazsam bize kim bakar? Evime bakmak için çalışıyorum tabii ki...


- Peki, bu bir beşeri değer yargısı mı? İnsanın kimseyi rahatsız etmeden alnının teriyle kazandığını yemek istemesinde yanlış olan ne var? Sence bunun toplumsal değer yargısıyla ne kadar ilgisi var? Rızık insana gökten yağmıyor. Hikmetler aleminde yaşıyoruz ve bir sebeple ve vesile ile geliyor herkese maddi rızkı... Çalışmak ve kazanmak şeklinde... Elbette ki çalışmazsan muhtaç olur ve birinden isteme durumuna geliriz belki de... O kimseyi zor durumda bırakırız. Biz iki kadınız. Şu dünya şartlarında namus ve iffetimizle yaşayabilmemiz için, Allah'ı unutacak kadar büyük bir sıkıntıya düşmememiz için çalışmamız ve hayatımızı devam ettirebilecek rızkı kazanmamız gerekiyor. Bak efendimizin duası var. "Allah'ım, fakirliğin şerrinden ve zenginliğin şerrinden sana sığınırım" diye... O halde bu endişenin de dini hükümlerin yerine getirilmesi açısından mazur görülecek bir yanı var, dünya planının zorunlu ve hayati gereğidir. Toplumsal bir değer yargısı değil, yine de İslam dininin gerekleriyle bağlantılı bir yaşamdır.


- İyi ama bunlar bizim o rüyada azaba düşmemize nasıl engel olacak?


- Sana kabirde neden "nebin kim?" diye sorulacak sanıyorsun? İkinci soru da bu... O sorunun sorulmasının sebebi hangi kanunlara göre yargılanacağının belirlenmesidir. İşte Muhammedi olmak ve O'nun açıkladığı İslam dinine mensup olmak yani Müslüman olmak orada büyük kurtarıcıdır. Nebiye iman bu açıdan önemli... Bunu ikrar edip gönülden iman ediyorsan ve yaşamını bu dinin gereklerine göre yaşıyorsan, bundan dolayı girdiğin endişelerden muaf tutulursun inşallah. Orada bu dinin kanunlarıyla oluşan değer yargılarının sıkıntısından mesul tutulmaz ve rahatlatılırsın diye ümit ediyorum. Yoksa "nebin kim?" sorusunun bir anlamı olmazdı. Nübüvvetin önemini görüyor musun? Risalet ise "rabbim kim?" sorusuna vereceğin cevap açısından önemlidir. "Kitabın ne?" sorusu ise anlayışınla ilgilidir. Bu üç soruya vereceğin içsel cevaplar seni kabir azabının şiddetinden korur inşallah. Ancak bu yöndeki korkularından... Kabusa dönmemesi açısından... Ama iki elbisem var, üçüncüsü niye yok dersen ve takılıyorsan, o azaptan seni koruyacak dini bir gerekçe ve kanun da yok. Buna oranlayarak değer yargılarını elimine et.


- Hım... Bu korkumu biraz azalttı. Nebevi korunma var demek ki...


- Elbette, yoksa nebinin rahmeti ne?


- Anne, olan bitende Allah'ı görmek bir mesele ama daha zoru gördükten sonra razı olmakta... İnsana Allah'ı görmek yetmiyor. Gördüğümüzden razı olmak zorundayız. galiba en büyük sıkıntıyı bu noktada yaşayacağız.


- Haklısın. Çünkü en büyük sıkıntıyı nefs oluşturur. Ama nefsi etkisiz kılmak Allah'ı görmek ve O'ndan razı olmakla mümkün. Daha doğrusu nefsini etkisiz kılmayan ne O'nu görür ne de gördüğünden razı olur. Nefs en büyük düşmanımız.


- Şeytanın rolü ne peki?


- Şeytan sadece nefsine uyman konusunda etkili olur, başka bir etkisi olmaz. Zaten o da koskoca bir nefsle yaşıyor. Sen de nefsinle yaşadığın için onların bilinç dalgalarına açıksın. Karşılıklı etkileşim. Ayna nöronlarda olan oluyor sistemde... İki insan ayna nöronlar nedeni ile etkileşiyor da bir şeytanla insan neden etkileşmesin? Nöronların da ışınsal bir boyutu var değil mi? Asıl olan manadır. O mana bizde var ve hangi tür bilinç dalgasını alırsak alalım taklit ediyoruz. Yani şeytanın bizimle özel olarak uğraşması bile gerekmiyor. Biz nefsimizle yaşadığımız sürece onunla aynı bilinç seviyesindeyiz. Nefsini alt eden o bilinç frekansından çıktığı için aynı tür diğer dalgaların etkileşiminden de çıkar. Şeytan'ın Müslüman olması diye bir kavram var biliyorsun. İnsandaki tek şeytan birim nefstir. İşte onun Müslüman olması demek, teslim olması demektir.


- Hiç böyle düşünmemiştim, ama şimdi bana bu dediklerin çok mantıklı geldi. Biraz rahatladım ve ne yapacağımı daha iyi biliyorum sanki...


- Boş korkunun insana faydası yok. Korku dahi bilinçli olmalıdır. Eğer ilmin ve bilgin varsa gereğini yaparsın. Yoksa "vah, tüh, eyvah!" ile gelip geçer ömrün. Çok korkmuştu yazık, affedelim diyen de çıkmaz. Gereğini yapacaksın.


- Ama ya vaktim olmazsa, ya bu bilgileri hayata geçiremeden ölürsem?


- Teslimiyet nerede kaldı kızım? Kimse takdirini değiştiremez. Çırpınsan da nafile... Sen elinden geleni yapacaksın, ama bil ki elinden gelen sana takdir edilen kadar olacak. Eğer bunu bilirsen bu konuda da sıkıntın azalır.


- Ama cehenneme de gidebilirim, ya takdirim öyleyse?


- Allah'tan razı olmak zor demiştin az önce... Cenneti ümit et tabii ki... Hepimiz ümit ediyoruz, kim cennet gibi büyük bir Allah nimetini istemez? İstemiyorum diyen koskoca bir yalancıdır. Allah'ın cennet gibi en muhteşem nimetinin değerinin farkında değildir. Bu da bir tür körlük ve nankörlüktür. Öyle şey olmaz. Elbette hepimiz çok isteriz. Ancak dünyada verdiği rahatlıkta şükrediyor ve vermediğinde boyun büküyorsak, başka bir çaremiz yoksa, ahirette de öyledir. Takdire boyun bükmekle en büyük kemalattır. Cemalinden de (cennet huzurundan da) celalinden de (cehennem ateşinden de) razı oldum diyebilmek gerekir. Allah'tan razı olmak söz konusuysa, sana cehennemi dahi takdir etse, buna bile boyun bükeceksin. Kim bilir belki de ancak o zaman cehennemden çıkıp cennete gireceksin. Allah'ın bizi teslimiyetle imtihan ettiği bir gerçek. O'ndan her durumda razı olmalısın. Bu şuur yerleşirse, korku da silinir. Nefstir korkuları kışkırtan. Eğer ona pabuç bırakmazsan kendini Allah'a bırakmanın huzuru seni otomatik olarak cehennemden çıkarır zaten. Vehmi bırakmış olursun. Böylesi bir teslimiyet cennete sokar kişiyi diye düşünüyorum.


- Tedbir almakta da bu tür bir korku yok mu? Vehim ve endişe yani... Teslim olamıyorsun bir bakıma... Cehenneme gitmeyeyim diye düşünüyorsun.


- Tedbiri hangi şuurla aldığın çok önemli... Bak İslam düşünürü Ahmed Hulusi'nin çok sevdiğim ve olağanüstü kabul ettiğim bir tanımı var tedbirle ve tevekkül ile ilgili... Benzerini okumadım hiç bir yerde... Şöyle diyor: Kesinlikle biliniz ki… Benim imanımdır ki… Kader kesindir ve asla değişmez!. Bizim aldığımız tedbirlerin tümü de kader dışında ve kadere rağmen-karşı değil; aksine, kaderin sonucudur!. İçinde bulunduğunuz şartlar ne olursa olsun, o konuda alabileceğiniz bir tedbir varsa, her ne ise, az veya çok; kuvvetli veya zayıf; kapsamlı veya dar planda, hemen o tedbiri alınız!. Biliniz ki, aldığınız tedbir de, takdirin gereği ve kaderin sonucu olarak alınmaktadır!. Yanlışlık, tedbirin alınmasında değil; takdirin, tedbirle değiştirilebileceği düşüncesindedir!. Muhteşem bir tanım ve kesinlikle çok şuurlu bir tavır olur bu şekilde düşünmek. Ne teslimiyetten uzaklaşırsın ne de tedbirden.


- Gerçekten çok güzel anlatmış. Elinden geleni yap ama takdiri değiştirmek sanki elindeymiş gibi vehme kapılma... Yaptıklarının takdirin gereği olduğunu düşün. Süper! Ama hiç bir şeye fırsat bulamadan, belki tedbir bile almadan göçüp gidebiliriz anne.


- Haklısın, ama elden ne gelir ki yavrum?


- Çok işim var çok. Çok şey düşünmeliyim, çok şeyle mücadele etmeliyim.


- Ahmed Hulusi tanımını az önce okuduk daha... Sen bir şey başaramazsın ama elinden geleni de yap. Seninle seni bir yerlere getirecek elbette... Bir de şunu düşün: Henüz çok gençsin. Eğer takdirinde bunları yaşamak varsa, ömrün de ona göre olur, korkunu yen biraz. Alnına yazıldıysa (beyin programında varsa) mutlaka sonunda idrak edersin bazı şeyleri, panik yapma... Biraz da takdire teslim ol şuursal olarak. Panik de vehimdir, abartmadan. Ben hep ne derim? Kuran'da şeytanı hor ve hakir görün, ondan nefret edin demez. Sevin de demez ama daha çok uzak durmamız gerektiği, uymamamız gerektiği söylenir. Şeytanı hem afaki bir varlık hem de senin nefsin olarak düşün. Aslında her ikisi de insanı imtihan için yaratılmış. Daha çok da nefstir asıl imtihan. Niçin? kemale ermen için, daha çok meleke ortaya koyman için. Zor olanla mücadele insanı güçlendirir. Yepyeni melekeler koyarsın ortaya ve genişlersin. Sence şeytan Adem ve Havva'yı aldatıp cennetten düşürürken Allah'ın görmediği veya (haşa!) gafil olduğu bir anda mı yaptı bunu? Elbette ki hayır. Allah yazmıştı zaten bu kaderi... Orada kayıtlanıp kalacaklarını biliyordu. Onlarda birim bir nefs oluşturdu, yani kendini bilmek şuuru... Sonra buna bağlı hatalar yaptılar. Yasak ağaç bilgidir aslında... Bilmek şuurudur, kendini bilmek. Kendini bilen (nefsini gören) kişi de "A, bu da Havva imiş. Başkası, öteki" dedi. Bunu dediği anda ne oldu?


- Havva'nın çok güzel bir şey olduğunu fark etti:-)))


- Aynen öyle ve derken hormonları harekete geçti ve buna bağlı olarak cinsellik duygusu da... İşte beden bilincine böylece düştü. her şey nefsini gördüğü o anda başladı.


- Anne, çok güzel bir anlatım oldu bu, gerçekten.


- Şu anda geldi, senin yüzsuyu hürmetine.. Neyse, devam edelim. Ne oldu düşünce cennetten? Zor şartlara indi ve yeniden beden bilincinden ve sonra nefsinden kurtulup geldiği yere dönmek için verdiği mücadele esnasında bir çok Allah manası açığa çıktı. genişledi Adem ve zaten bu senaryo genişlemesi içindi. O sebeple acele etme, sabırlı ol. Genişlemen için hazırlanan senaryoya gereği gibi uymaya çalış. Sırat-ı müstakim geri dönüş yolumuzdur. Ondan sapmamaya çalışmak gerekir. Allah'ın bizim için yazdığına güzelce teslim olalım. Ahmed Hulusi'nin açıkladığını nasıl anlamıştın sen? "Elinden geleni yap ama takdiri değiştirmek sanki elindeymiş gibi vehme kapılma... Yaptıklarının takdirin gereği olduğunu düşün." İşte bunu uygulayalım ve güzel sonuçlar ümit edelim. Ama çalışmadan değil, samimiyetle elimizden geleni yaparak.


- Biraz ferahlık geldi üzerime...


- İşte bu da kabirdeki "Kitabın ne?" sorusunun cevabıdır. Anlayışın ve ilmin ne gibisinden. Kabir sorularını cevaplayınca daha burada bile azabın hafifledi gördün mü?


- Evet, gerçekten!! :-))


- Bakıyorum da gülümsemeye başladın. Bir ayet daha: * Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz. (Araf, 170)


- Teşekkür ederim anne. İyi geldi bu sohbet.


- Ben de sana teşekkür ederim. Ben bile bu kadarını düşünmemiştim. Her anne çocuğu için rahim olduğundan, sanki ona ona Allah'ın bir elçisi gibidir. Çünkü resuller de insanları bir anne şefkati ile sever ve nasıl ki anne çocuğu sıkıntıya girmesin diye çırpınırsa, O da insanlar için öyle çırpınır. Her ikisi de aynı manayı kuvveden fiile çıkarıyor. Ama anneninki sadece evladına çıkar, resulünki genel olarak tüm insanlara. O sebeple anneye çok hürmet edilir İslam dininde... Ve o sebeple resulü de anne-baba gibi sevmek istenir. Anne-babaya itaatle resule itaat aynı kefeye konur adeta...


- Yine lafı gediğine koydun yani anne! Mesajını geçtin arada. Fırsatları kaçırmıyorsun. :-))


- Evet, kulağına küpe olsun diye... Bak seni sıkıntıdan kurtarayım derken neler ilham oldu. Sana evdeki rahmeti gör ve hırçınlık etme, itaatli ol annem. Gerçi senden hiç şikayetim yok çok şükür ama yine de uyarayım dedim. Bak Veysel Karani annesi hasta olup izin vermedi diye efendimiz Hz. Muhammed (a.s.)'ı görmeye gidememiş, resul olduğuna inandığı halde... Çünkü evdekinin farkında olmayıp afaktakine koşmak olmaz. Her anne ve baba çocuğu için rahmetin ilk tecelligahıdır. Onlardan gafil olup dışarıdakini gören cahildir, gerçeği bilmiyordur. Tabii ki iman eden ebeveynlerden söz ediyorum. Kaldı ki iman etmeyenler dahi olsalar, yine de evlat konusunda hepsi rahim yani sırf merhamet kesilir. Allah'ın takdiri böyle, manaları böyle... Bunun yanında tabii ki resule de an az anne baba kadar itaat gerekir. Bak ayete: * Ey Nebi! Biz seni hem bir şahit, hem bir müjdeci, hem bir uyarıcı olarak gönderdik. * Ve hem de izniyle Allah'a bir davetçi ve nurlar saçan bir kandil (olarak gönderdik). (Ahzap, 45-46) * Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin. (Ahzap, 56) Allah'ın resul ve nebisinin ahlakı da önemlidir. Bak yukarıda Ahzap suresinde diyor ki "Biz seni hem bir şahit, hem bir müjdeci, hem de bir uyarıcı olarak gönderdik" demek ki bize bildirdiği her şeye şahittir resul ve nebiler. Şuurlu insanlardır, getirdiklerinden gafil değildirler. O halde gerçekten çok önemli bir modeldirler bizim için. Bak bir ayet daha bu konuda... Yani yegane model olmalarını anlatan: * "Ant olsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır." (Ahzap, 21) Mevdudi'nin tefsirinde bu ayetle ilgili şunları yazıyor: Bu ayetin geçtiği konunun bütünlüğü içinde bakıldığında, Hz. Peygamber'in (s.a) davranışlarının ve hayat tarzının bir örnek model olarak sunulmasının amacının, Hendek Savaşı sırasında kişisel çıkarlarını ve güvenliklerini düşünerek hareket eden kimselere bir ders vermek olduğu görülür. Onlara şöyle denilmektedir. "Siz mümin ve Müslüman olduğunuzu ve Allah Resûlü'ne (s.a.) tabi olduğunuzu iddia ettiniz. Tabi olduğunuzu iddia ettiğiniz Resûlün bu olayda nasıl davrandığını görmüş olmalısınız. Eğer bir grubun lideri kişisel güvenliği peşinde koşan, tembel, kişisel çıkarlarını her şeye tercih eden, tehlike anında her an kaçmaya hazır olan bir kimse ise, ona tabi olanların da böyle zayıflıklar göstermeleri beklenebilir. Hz. Peygamber (s.a) ise başkalarına emrettiği her iş ve yüke başkalarıyla birlikte katlandı. Hatta onlardan daha fazlasını yaptı. Başkalarının yaşayıp da onun hariçte kaldığı hiçbir güçlük yoktu. O, diğer müminlerle birlikte hendeği kazan, açlık ve diğer zorluklara göğüs gerenlerin yanında ve içindeydi. O, kuşatma sırasında savaş alanından bir an olsun ayrılmadı ve bir adım bile geri çekilmedi. Beni Kurayza'nın ihanetinden sonra, diğer Müslümanların aileleri gibi onun ailesi de tehlike ile karşı karşıya kalmıştı. O, kendisi ve ailesi için özel koruma tedbiri almamıştı. O, başkalarından istediği fedakârlıkların en büyüğünü ortaya koyabilmek için savaş alanında daima en ön saflarda yer alıyordu. O halde, ona tabi olduğunu söyleyen herkes, bu önderin ortaya koyduğu örnek davranışa da tabi olmalıydı." Bu, ayetin bu çerçeve içinde ele alındığında ortaya çıkan manadır. Fakat ayetin sözleri geneldir ve sadece bu manaya hasretmenin bir anlamı yoktur. Allah, Resûlü'nün (s.a) hayatının sadece bu anlamda örnek model olduğunu söylememekte, bilakis mutlak bir örnek olduğunu bildirmektedir. O halde bu ayet, Müslümanların hayatlarının her yönünde Allah Resûlü'nü bir örnek model kabul etmelerini ve kişilik ile karakterlerini bu modele göre şekillendirmelerini gerektirir. "Hz. Peygamber'in (s.a) hayatı Allah'tan gafil olan kimse için değil, bilakis Allah'ı sadece zaman zaman değil devamlı ve çok anan kimseler için bir örnek modeldir. Aynı şekilde onun hayatı, Allah'tan ümidi kesen ve kıyametin kopacağına inanmayan kimseler için değil, bilakis Allah'ın rahmet ve lütfünden ümitli olan ve akıbetinin, bu dünyada iken kişilik ve davranışlarının ne derece Allah Resûlü'nün kişilik ve davranışlarına benzediği hükmüne bağlı olacağı bir Hüküm Günü'nün geleceğinden emin olan kimseler için örnektir." Resul ve nebiler de elbette ki beşerdir ama şahit, şuurlu bir beşerdir. * De ki: "Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." (Kehf, 110) O nedenle onların ahlakını ve anlayışını model almalıyız. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in anlayışı da ahlakı da Kuran'dır. Ancak ahlakını öğrenmen için hadisleri ve sünneti de güzel örnek olabilir. Çokça hadis okumanı öneririm. Gerçi uydurma hadisler de çok ama bak bizim evde çok sağlam hadislerden bir derleme var. Zübde-tül Buhâri hadisleri. Kaymak hadisler demek, yani sağlam. Bin küsur kadar ve bence O'nun ahlakını ve mantığını kavraman için yeterlidir.


- Evet, Kuran okumak önemli ama O'nun yaşam biçimi (sünneti) de çok önemli... Hadisler de göz ardı edilmemeli demek ki... Bir ezan dinlettin nerelere geldik anne.


- Haklısın. Ezan zahiren namaza davettir ama batıni anlamı Allah'a yönelişe davettir. Bak bizi de sohbetle O'na yönetti. Bu ezan gerçekten çok derin bir etki oluşturdu bizde demek ki. Hadi yatalım, geç oldu. Ama önce yatsı namazını kılalım.


- İçimde bir huzur oluştu.


- :-) Ayşegül Samur 04 Şubat 2011



 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]