Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Kaza ve belalardan korunmanın gerçek yolları
Gönderen : Özden
Tarih : 4/6/2011 2:31:30 PM


 


Sevgili Babacigim,


 


Nasilsiniz , Bu gunlerde yine her zamanki gibi hayat hizla ve surprizlerle akip gidiyor. Bildigimiz gibi her an bir oluşum soz konusu . Her an bir deneme bir sinav ile karsi karsiyayiz. Bir taraftan gulerken bir taraftan huzunleniyoruz. Hamdolsun Rabbim her daim yar ve yardimcimiz.


Iki gun once Begum (buyuk kizim ) okulun merdivenlerinde dusmus , ayagı tarak kemiginden kirilmis. Hamdolsun hastaneye goturduk tedavisini yaptirdik. Ayagi alciya alinip da koltuk degnegi yardimi ile yurumeye baslayinca epey zorlandi dogal olarak. Iki gun raporlu. Yarin okula baslayacak ama bu arada surekli olarak yuruyebilmenin ne buyuk nimet oldugunu soyleyip duruyor. Okulunda tekerlekli sandalye yada koltuk degnegi ile nerelere gidebilecegini, neler yapabilecegini, neleri yapamayacagini planliyor, ve bu sadece uc hafta surecegi  icin sukretmeye devam ediyor. 


 


Basimiza boyle olaylar geldiginde sanirim bir baska tefekkur ediyor , elimizdeki nimetlerin degerini daha cok anliyoruz. Bu konuda bende sizinle asagidaki hikayeyi paylasmak istiyorum.


 



 
“Modern dünyanın insanı mutlu edemediğini, mutsuzluğunu unutturmak için sürekli yeni ilaçlarla insanlığı uyuttuğunu anlat­maya çalıştım birkaç yazımda.
 
Tebessüm etmenin bile sevap olduğu bir dine mensup değil mi­yiz? Buna rağmen gülmek bir yana, acılarımızı hatırlamamak için sürekli ilaç kullanan insanlara ne demeli? Kendimizden uzaklaş­tıkça kendimizi kaybediyoruz. Batının ürettiği çözümler (ilaç te­davileri) kendilerini bile kurtaramadı.
 
Daha açık konuşmak gerekirse "dindar" insanların bile, en ufak sıkıntılarını atlatmak için sakinleştirici hapları kullandığını biliyorum. Babamın, çok öfkelendiği zaman, ilaç almaya gider gi­bi abdest almaya gittiğini ve kendisini o şekilde rahatlattığını iyi hatırlıyorum.
 
Kendi değerlerimize dönmeden kendimize gelemeyeceğimizi an­latmak için bugün hangi örnek üzerine durmam gerektiğini dü­şünürken arşivime bir göz attım. Üniversite yıllarımda rahmetli Onkolog Dr. Haluk Nurbâki'den arşivime aldığım bir hatırayı siz­lerle paylaşmaya karar verdim.
 
Onkolog Dr. Haluk Nurbâki anlatıyor;
Onun hikayesini 40 yıl önce işitmiştim. 30 yıl önce de kendi­siyle tanışıp başından geçenleri bizzat ağzından dinleme fırsatını buldum.
 
Yusuf, Diyarbakır'da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünya­ya gelmişti. Babası, o mahallenin beyi olarak bilinir, herkesin yardımına koşmak için elinden geleni yapardı. Yusuf un anlattı­ğına göre kendisi henüz beş yaşındayken evlerinin civarına bir derviş gelmiş ve bir duvar dibine mekan tutmuştu.
 
Yusuf un babası; "Ona bakmak bizlere düşer" diyordu. "Ama incinmemesi için, ihtiyaç duyduğu şeyleri sakın hizmetkarlarla göndermeyin." demişti.
 
Derviş Babaya yemek götürmek, artık Yusuf un işiydi. Küçük çocuk, önceleri tereddüt ettiği bu işten daha sonraları büyük bir lezzet almaya başlamış ve yaşlı adamla derin bir gönül bağı kur­muştu.
 
Onunla yaptığı sohbetler, çocuk yaştaki Yusuf un kalbin­de bahar çiçekleri açtırıyordu.
 
Derviş Baba bir gün: "Yusuf dedi, "sana bir deve yapayım, ister misin?"
 
Bir çocuğun böyle bir teklife "hayır" demesi mümkün değildi. Yaşlı adam, bunu bildiği için isteklerini şöyle sıraladı: "Evden sa­na verilen fındık, üzüm ve leblebi gibi çerezlerden küçük bir kıs­mını bana getireceksin. Ve bunu da kimseye söylemeyeceksin. Fakat bana getireceğin şeyler, sadece sana verilenlerden olmalı. Sağdan soldan bulup aldıklarınla deve yapılmaz.
 
Yusuf, bu işin gizli olmasından daha da hoşlanmıştı. Her ge­tirdiği çerezden sonra: "Devem yapılıyor mu?" diye soruyor ve derviş Baha'dan: "Elbette, getirdiğin her bir çerez, devenin bir başka yanını oluşturuyor" cevabını alıyordu.
 
Günler birbirini kovaladı ve Yusuf un sabrı tükenmek üzerey­ken, beklediği müjde geldi: "Deve tamamlandı Yusuf, sadece göz­leri kaldı. Eğer iki badem getirir sen, bu iş biter." Yusuf, sabaha kadar sevinçten uyuyamadı ve bir kenara depoladığı leblebileri bademlerle değiş-tokuş ederek Derviş Baha'ya koştu. Ancak yaş­lı adam, derme çatma kulübesinde o akşam vefat etmişti. Cena­ze işlerini yine
Yusuf un babası üstlenmiş. Onu, küçük çocuğun gözyaşları arasında yakın bir mezarlığa defnetmişler.
 
Aradan 12 yıl geçmiş ve Yusuf bir delikanlı olmuş. Ne yazık ki şizofreni adı verilen hastalığa da bu yaşlarda yakalanmış. Yıl, 1910-15 civarı olduğundan, hastalık çok kısa sürede öldürücü bir hale dönüşüyormuş. Yusuf un babası zengin olduğu için, yav­rusunu ilk önce İstanbul'a, daha sonra da Paris'e götürmüş. Ama verilen cevap, her yerde aynı olmuş: "Bu hastalığın tedavisi henüz mümkün değil Maddi imkanlarınız iyi olduğuna göre, Yu­suf u İstanbul'daki akıl hastanesine yatırabilir ve ona bir bakıcı tutabilirsiniz."
 
Yusuf un babası denilenleri aynen yapmış ve bir bakıcıya iki altın maaş bağlayıp oğlunu sık sık ziyarete gitmiş. Ancak altı ay sonra Yusuf iyice ağırlaşmış ve kendisi diğer hastalardan tecrit edilip Ölüme terk edilirken, babasına da "Oğlunuzun kurtulma ümidi kalmadı" diye telgraf çekilmiş.
 
Yusuf bundan sonrasını şöyle anlatıyor: "Kırk derecenin üze­rinde bir ateşle kıvranırken, kendimi korkunç bir çölde görüyor­dum. Güneş her zerremi ayrı ayrı kavuruyor ve yangın yerini an­dıran kızgın kumların üzerinde sürünürken, bir damla suyun hasretiyle kıvranıyordum. Öleceğimi anlayıp son bir defa daha ufuklara baktığımda, gördüklerime inanamadım. Çocukluğu­mun Derviş Babası, yularını tuttuğu bir deve ile birlikte bana doğru geliyordu. İyice yaklaştığında: "Yusuf um, evladım," dedi.
 
"Deven hazır binebilirsin." Yattığım yerden güçlükle doğrulup onun yardımıyla deveme bindiğimde, susuzluğum ve hastalığım bir anda geçmişti.
 
O anda gözümü açmış ve: "Ben neredeyim?" diye sormuşum. Etrafımdaki bakıcı ve doktorlar, iyileştiğime asla inanmıyordu. Çünkü şizofreni ile birlikte zatüreden de kurtulmuş, dünyaya sanki yeniden gelmiştim.
 
Yusuf, başından geçen bu hadiseyi anlatırken bir çocuk gibi ağlıyor ve: "Derviş Baba, kalp gözüyle başıma gelecekleri hisset­miş ve bunun için de "sadaka ömrü uzatır" hadisinden medet is­temiş olmalı diyordu. Bu yüzden sadece bana ait çerezleri isteye­rek bana sadaka ibadeti yaptırdı. Ve ömrümün ziyadeleşmesine vesile oldu.
 
Yusuf 80 yaşından sonra hakkın rahmetine kavuşmuştur.
 
********
 
Birkaç ay önce atlattığım bir trafik kazasından niçin yara al­madan kurtulduğumu iyi biliyorum. Rahmetli Haluk Nurbaki hocanın bu hatırasına benzer birçok birikimini kitaplarından okumuştum.
 
Sadaka vermenin ömrü uzattığına, dua almanın başımıza gele­cek belalardan bizi koruduğuna inanmamız için, illa batılı bilim adamlarının araştırma sonuçlan mı yayınlaması gerekiyor?
 
Mutlu olmak mı istiyorsunuz? Başkalarını mutlu edin. Dua al­mak mı istiyorsunuz? İyilik yapın.
Bunlara inanmıyorsanız hap içmeye devam edin. Hapı yutun­ca kimseyi suçlamaya hakkınız olmaz.
 
Kaza ve belalardan korunmanın yollarını eczanelerde bulamaz­sınız!
 


Sevgi ve dua ile....


 


Kiziniz


OZDEN 


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]