Sevgili Babacigim,
Düşünüyorum da günümüzde ununu elemiş eleğini duvara asmış, yaşı kemale ermiş, artık pek yapacak bir şeyi olmadığını düşünerek zamanını doldurmaya çalışan öyle çok insan var ki ertafımızda. Bakıyoruz, kimileri kahvehanelerde muhabbetle(!) zaman geçiriyor, kimileri muhhabbet bile edemeden zamanı israf ediyor, evde oturan kalkan, uyuyan, Tv başında saatleri belki de hayati bosa harcayan milyonlarca insan. Hanımlar ev işlerinin ardından kimseye faydası olmayan toplantılara, konu komşu gezmelerine daha da yönelmiş, kendinden gayrisinin yaptıkları ile meşgul, beyler ise lafla dünyaları kurtarmakta….
Aklıma tam on beş yıl önce Hak'ka göçen rahmetli Hakkı dedem geliyor. Adı gibi Hakkı gözeten, adil, disiplinli, söyle arada bir celallenen, cömert dedem.
Hakkı Dedem ömür boyu çalıştı hiç gocunmadı, zorlu bir hayattı onunkisi… Yetimdi yaşama merhaba dediğinde. Balkan savaşına gitmiş , dönmemişti babası… Zorluk ve yoklukla geçmişti küçüklüğü.. Evlendiğine eşi ile kaderleri aynıydı, o da şehit çocuğu idi, Birlikte dayandılar tüm zorluklara.. Balkanların karışık olduğu dönemlerde iki kez evini, dolu ambarını, tarlada ekinini , ağılda ineklerini bırakıp zulümden kaçtılar ordan oraya… En sonunda ana vatana göçtüler bir gece.. Toprağı öptüler .. Ana , baba , kardeş kimseleri yoktu ama hep bir kardeş oldular bu vatanın evlatlarıyla… Yeniden sarıldılar yaşama.. 10 ile 6 yaşları arasındaki üç çocuklarıyla birlikte kendi elleriyle yaptılar evlerini… Hep kanaat ettiler, şükrettiler… Gün geldi torunlara karıştılar…. Sonra torun çocuklarını sevdiler.
Emekli olduktan sonra , ikramiyesi ile satınaldığı , Uludağ’ın yamaçlarındaki küçük bahçeyi hatırlıyorum. Etrafındakiler “Boşver , ne yapacaksın bu yaştan sonra tarlayı, bahçeyi” dedilersede dinlememiş, tek tük meyve ağacı ve kuru toprağı ile bahçeyi satınalmişti. Bir iki sene sonra görenler gözlerine inanamamıştı. Özenle aşılayıp baktığı birkaç meyve ağacına düzinelerle yenisini eklemiş, o toprağı öyle işlemişti ki tadına doyulmaz patatesler, altın sarısı mısır başakları , hele ki mis kokulu hormonsuz çilekler, lezzetine doyulmaz armutlar , elmalar, erikler… Her sabah , namazdan sonra sepetini alır yokuş yukarı yürüyerek epeyce tepelerde yer alan bahçesinin yolunu tutardı. Akşama kadar çalışır , çabalar, kuru bir ağacın dalları arasına yaptığı ağaç evindeki sekide dinlenir, namazını kılar, dallarına astığı pilli radyosundan haberler, türküler dinler, çalıştıkça, temiz uludağ havasını içine çektikçe dinçleşir, gençleşirdi adeta… ikindiden sonra topladığı yemişleri, mısırları sepetine doldurur dönüş yolunu tutardı yürüyerek. Yol üzerindeki evlerdekilerle tanış olmuştu. Yola çıkar sorarlardı Hakkı amca bu akşam ne var sepetinde diye. Çocuklar için mutlaka yemişler olurdu avuçlarına koyacak. Bazen eve gelene kadar bitmiş olurdu sepettekiler. Belki eve ayırdıysa birşeyler vardir diye evdekiler dört gözle beklerdi yolunu… Bir gün bizi de almıştı yanına giderken. Kendimi Heidi nin Alp dağlarında gibi hissetmiştim. Gün boyu koşup oynamış, dallarından meyveler toplamıştık. Hele çilekler aman o ne lezzet… Sonra yaktığı ateşi közleyerek bize mısır pişirmişti, külüne de patates gömmüştü. Hayatımda hiç o kadar güzel patates ve mısır yememiştim… Biz yorgun argın yanaklarımız al al eve dönerken , o yine yolda herkesle selamlaşıp sepetindekileri taşıyordu omuzları dimdik….
Yıllarca sürdü bu , dedemin bahçesinin ünü yayıldıkça yayıldı.. O mutlu ve dinçti hep. Toprakla uğraştığından mıdır nedir hiç hastalık bilmedi…. Bir gün babamlar konuşurken duyduk, dedemin romatizmaları varmış, yaşı da çok ilerlemiş, artık bahçeye bakması çok zormuş diye… Satılacaktı bahçe… Çok üzüldüm derinden… Ama günü gelmişti… Satıldı bahçe… Dedem bu kez Hacca gitti aldığı parası ile… Yine öyle dimdik… Geldikten sonra yine bayırdaki evlerine hiç dinlenmeden çıkar, günde beş vakit epey uzaktaki camisine gider, alışverişini yapar , elleri kollari dolu, yüklenir eve gelirdi. Eli her zamanki gibi bol, dolapları , kileri dolu idi. Bayılırdı misafir gelsin, yenilsin , içilsin, sohbet edilsin. Ama onun odasında. …. Oturma odasına geçtimi herkes, gitmek istemezdi oraya.. 'Orda televizyon var, herkes aptal aptal ona bakıyor sohbet olmuyor, sohbet etmek isteyen benim odama gelir' derdi…. Çıtır çıtır yanan kuzine sobalı minik odasında, camın önündeki sedirinde oturup camdan Bursa ovasının güzelim manzarasını seyrettiğini görür gibiyim şu anda. Masasının üzerinde her gün bir cüz okuduğu Kur'an, duvarında asılı çalar saati, saatli marif takvimi, minik pilli radyosu...
Ciddi görünüşü, kalın bembeyaz çatık kaşlarının ardında merhamet dolu bir yüreği vardı. Mahallenin , hatta bayırdan yukarı bütün semtin çocukları bayramda harçlıklarını almak için Hakkı Dedenin kapısını çalarlardı.
Prensipli adamdı dedem; belki bu günkü bilimden deneylerden sonuçlardan haberi yoktu ama o 45 yıl önce margarın Vita ismi ile ilk evlere girmeye başladığında yasaklamıştı hane halkına margarin almayı ve kullanmayi. Başka bir yere de davet edildiğinde yemeğin tadından anlar içinde margarin bulunan hiçbirşeyi yemezdi. Ah bir de şimdi hatırladım, sofra kurulduğunda mutlaka babannemle yan yana oturur ve herkesin önüne tabak konunca ayrı tabak istemezdi. O ikisi illaki aynı tabaktan yerlerdi. :)
Ben o çatık beyaz kaşların altındaki çakmak çakmak bakan gözlerde ilk kez yaş gördüğümde şaşırmıştım. Caminin şadırvanında abdest alirken cüzdanını çaldırmıştı. Ne içindeki paraya ne de kaybolan kimlik ve emeklilik hesabı kartlarına ağlıyordu. ' Ben Bulgarın Yunanın zulmünden kaçtım geldim, vatanım, toprağım, dinim dedim, burda hemde cami avlusunda çaldılar cüzdanımı , bunların yaptığını gavur ellerinde yapmadılardi bana' diyordu gözyaşlarıyla...
Bundan tam on bes yıl önce 1997 nin ilk günü öğleden sonra halsiz hissetmiş dedem kendini, Haber vermisler, babamlar gitmiş hatrini sormaya , Onların yanında geceyarısına doğru hakka yürüyüvermiş Hakkı dedem… o kadar kolayca, başucunda bütün evlatlarıyla… Ertesi gün cami arkadaşları şaşıvermiş bu işe…" Daha dün sapasağlamdı" diye… Daha bir iki gün önce çuvalla pirinç, un , şeker, yağ almıştı her zaman olduğu gibi. O ebedi yolculuğunda onu yalnız bırakmayan sevdiklerine yemekler hazırlandı onlarla bol bol, cömertçe tam da onun sevdiği istediği gibi..
Babannem vefat etmeden once hafızasını yitirmisti, 93 yasindaydi ve hiçbirşey hatırlamıyor, çocuklarını bile tanımıyordu artık; gözleride görmüyordu… Mahsus sormustum bir ara ' senin kocan nerde?' diye.. Dalıp gitmisti bir an uzaklara….. 'Benim efendi çok iyidir çok çalışkandır, herkesin işine koşar yardım eder, herkes bilir onu, çok çalışkandır, çok iyidir , çooook' dedi. Sesi titriyordu. Sonra durdu bir an. 'O rahmetli oldu 10 yıl önce' dedi. Hayret ettik. Her seyi unutmus , kendi evlatlarini tanimaz olmustu ama Efendisinin hatırası tazeydi unutulmamıştı hiç…
Rabbim her ikisine de gani gani rahmet eylesin , mekanlari cennet olsun.
İşte böyle, şimdi daha gençliğinde yaşamından bezmiş, hep şikayetle, hep söylenmeyle, hep itirazla, isyanla, yüzü asık, sevgisiz hayatını heba edenlere bakıyorum da acıyorum sadece… Rahmetli Hakkı Dedemi, Babannemi, Büyükbabamı, Annanemi onların dolu dolu yaşadıkları ömürleri, 29 yasında Hakka yürürken ardında belki de 90 yıla sığabilecek bir yaşamı bırakan kardeşimi düşünüyorum… Bugünlerde dualarım onlar için....
Kaybedecek boşa harcayacak bir saniyemiz bile yok diyorum.
Sevgiyle , şükürle, sabırla, gülerek bakıyorum hayata ve dört elle sarılıyorum Rabbimin verdiği yaşama…Rabbime emanet olun .
Sonsuz sevgi, saygı ve dua ile..
Ozden