Sevgili Baba cım, Allahtan sağlık diliyor, ellerinizden öpüyorum. Hoşunuza gideceğine inandığım bir hikaye’yi paylaşmak istedim, müsaadenizle.
Vaktiyle bir derviş, Nefisle mücadele makamının sonuna gelir, meşrebin usulünce her türlü süsten, gösterişten, varlıktan arınacaktır artık. İş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden de arınması gereklidir. Saç, sakal, bıyık ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır. Vur usturayı berber efendi der. Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar, başının sağ tarafı biter, diğer tarafa usturayı vuracakken yağız, bıçkın bir kabadayı girer içeri. Dervişin yanına gelir, başının kazınmış tarafına okkalı bir tokat atar, kalk bakalım da biz tıraş olalım der. Dervişlik bu sövene dilsiz, vurana elsiz gerek, ses çıkarmaz, kalkar. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkarmaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Küstah kabadayı tıraş esnasında da aşağılar dervişi alay eder. Kabak aşağı, kabak yukarı. Tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalır. Derken, iki atın ortasına denge için konmuş olan uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracıkta yığılır, ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya , bir dervişe bakar, gayri ihtiyari sorar. - Biraz ağır olmadı mı derviş efendi? Derviş mahzun düşünceli cevap verir: - Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!
Hikaye böyle, hayatta böyle. Ensemize vuran kabadayıların, kabağın da bir sahibi olduğunu bu sahibin de en affetmeyeceği şeyin kibir ve kul hakkı yemek olduğunu unutmamak gerektiğini hatırlamalı.
Saygılarımla.