Sevgili Babacığım ve değerli gönül dostlarım; sizleri saygıyla, sevgiyle selamlıyor, Nefes dergisinde okumuş olduğum Sayın, Emine Ebru Hanımefendiye ait “Kulluk Karnesi” adlı yazının bir bölümünü müsaadenizle paylaşmak istiyorum.
KULLUK KARNESİ:
Barbaros Bulvarı’nda Beşiktaş’a doğru arabamla iniyordum. Tam merkeze geldiğimde mutad olduğu şekilde kırmızı ışıkta durarak yüzlerce insanın karşıdan karşıya geçişini izledim. Yine her zamankinden farklı bir durum yok: Sırt çantalı öğrenciler, vücutları “yük” olduğu için elinde başka bir “yük”e cesareti olmayan yaşlılar, annelerin elinde ellerinden tutmuş çocuklar… Kendini saçı ve kıyafeti üzerinden “ifade etmeye” çalışan marjinal gençler… “Modern” görünümlü insanlar… Muhafazakar insanlar…
“Ne çok insan” dedim içimden ve birbirinden farklı ne çok hayat… Bu yaya geçidiyle kalsa iyi; milyarlarca var dünya üzerinde.
Matematikte öğrendiğim formüllerin birkaçı aklımda kalabilmiş olsaydı, bugüne kadar dünyaya gelmiş insan sayısının yaklaşık bir karşılığını da çıkarma imkanım olurdu belki sanki ne işe yarayacaksa… Herhalde trilyonlarla sayılsa gerek. Denizi damlalıkla saymaya kalksak aynı hesap olurdu herhalde. Her biri Allah’ın bir ismini taşıyan ve Allah’ın bir murad ile yarattığı kendine özel trilyonlarca insancık.
Sonra bir an, inansın inanmasın hepsinin bir dileği, Allah’a bir “duası” olacağı düştü aklıma.
Ürktüm, bir an nefesim daraldı. İnsanlar sanki karşıdan karşıya geçmiyor, üzerime doğru yürüyorlardı. Peki o zaman beni bu “yığınlar” arasında daha “kıymetli”, daha özel kılacak bir formül nasıl bulacaktım ki? Kardeşini kıskanan çocuk edasıyla. Allah’ımın “beğenisini” kazanacak farklı bir şeyler yapmanın yolu ne olabilir diye düşünmeye başladım.
Omuzlarım düştü; rekabet etmem imkansızdı. Ne yaparsam yapayım, hep “daha iyisi” olacaktı. “Başaramayacak” olmayı iliklerimde hissettiğim o ilk anda “kıymet” denen şeyi aslında nefsimin normlarıyla tarif ettiğimi de fark ettim. Benim anladığım şekliyle “kıymet” arayışım yalnızca nefsimin bana oynadığı bir oyun olabilirdi. Ve ancak bu dayatmalardan vazgeçebiliyorsam mananın huzuru beni saracaktı.
Allah, kulları arasında rekabeti niye istesin ki? Allah’ın şefkati karşısında denizde katre gibi kalan anneliğimle çocuklarımı kıyaslamaz ve sevgide ayırmazken O beni neden daha az sevsin ki? Eğer “La mevcude illa Allah” ise, benim ruhum da bütünün bir parçası olarak bulunuyor. Mesele, denizi kenarda bırakıp, damla olarak kendime kıymet biçmeye çalışmamdan çıkıyor. “Şöyle iyi bir damlayım, böyle kaliteliyim” demeye çalışmak, kızımın hikaye kitaplarında yerini bulabilecek türde bir “saflık” olsa gerek. Eğer çaba gösterip kendimi denize katabilirsem, işte o zaman kendimi ifade etmeye çalışmak gibi bir derdim de kalmayacak. Dünyaya gelişten maksat, ancak bu olsa gerek.
“Bir insanın kıymeti himmetiyle mütenasiptir” diyor Hz. Kenan. O halde himmetimi kendime kulluk karnesi çıkarmak yerine denize karışmak olarak tarif edebilirsem, azat olabilmem mümkündür ancak. Peki bu yolculuğu kendim yapabilmem mümkün mü? Elimde ne bir harita, ne de davranış yönergesi var. Bu yolu tek başına aşmaya çalışmak çölün ortasında ne yöne gideceğini bilemeden kalmak gibi bir şey. Bir tek çözüm fısıldanıyor kulağıma: Yolu bilen bir rehberin eteğine yapış… Bu yolu daha önce yapmış, denize çoktan karışmış bir mürşidin eteğine…
O gün trafikte ne güzel bir tefekkür fırsatı sundu bana. Ve her tefekkür, hep aynı sonuca ulaştırıyor beni: Mürşidinin eteğine yapış… Hz. Kenan’ın “Talep, insanı maksuduna çeken ve eriştiren bir kementtir” dediği gibi, ben de talebimi bu sonuçla sabit kılma olarak diliyorum ALLAH’tan…
Sonsuz sevgiyle, hürmetle ellerinizden öpüyorum…
Kızınız, Cahide