Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Emir Sultan Hz.'nin Hayatı -4. Bölüm
Gönderen : Çiğdem Seçkin Gürel
Tarih : 1/16/2013 1:27:13 PM


 


 


Aziz Büyüğüm, Çok Kıymetli Dostlar,


Selam, saygı ve sevgilerle…


 


 


Çiğdem Seçkin Gürel


 


 


Emir Sultan Hz. (4. Bölüm)


.


Bursa tüccarlarından Hoca Kâsım, Emîr Sultan'a bir sarık hediye etti. O da, tüccâra bir mikdâr para verdi. Hoca Kâsım, o parayı alarak kesesine koydu ve çarşıda gezerken, otuz bin dirheme satılan büyük bir elmas gördü. Onu almak istedi, fakat kesesinde o kadar çok para olmadığını bildiği için üzüldü. Sonra aklına, kesesindeki paraları saymak geldi. Paraları sayınca, otuz bin dirhemden fazla olduğunu hayretle gördü. Hemen o elması aldı. Aynı gün elmastan anlayan bir yahûdî, o elmasa yüz otuz bin dirhem verince, Hoca Kâsım yahûdîye elması sattı. Bunun Emîr Sultan'ın bir kerâmeti olduğunu anlayan Hoca Kâsım, Emîr Sultan için bir dergâh yaptırdı.


Sarı Yûsuf şöyle anlatır: "Bir gün Bursa'da, Emîr Sultan'ın huzûrunda oturuyorduk. Emîr Sultan sohbet ediyordu. O ânda hiç başıma gelmeyen bir şey oldu. Âniden uykum geldi. Öyle ki, göz kapaklarımı kaldıramıyordum. Durumu fark eden Emîr Sultan; "Biraz uyu!" diyerek bana izin verdi. Ben de uyudum. Bir süre sonra korkulu bir rüyâ görerek uyandım. Emîr Sultan'ın elinde bir kalkan vardı. Tekrar uyuya kaldım. Yine korkulu bir rüyâ görerek uyandım. Emîr Sultan'ın elinde aynı kalkan duruyordu. Uykum kaçtı ve merakla Emîr Sultan'a kalkanı neden tuttuklarını sordum. Emîr Sultan şöyle cevap verdi: "Kırım'da bizi seven bir zât var. Şu ânda gönlümüze yönelmişti. Bu meclisde uyumandan hâtırı incindi. Sana doğru ok attı. Ben de kalkanla engel oldum. Yine attı, tekrar oka mâni oldum. Sonra o, senin bizim müsâdemizle uyuduğunu anlayınca, pişman olup, okun sana değmediğine şükretti."


Emîr Sultan, bir gün öğle namazını kılmak için evinden dışarı çıktı. Talebeleri de onu tâkib etti. İçlerinden Mûsâ Baba; "Sultânım! Ne olaydı, şurada bir su aksaydı da müslümanlar namaz için abdest alsaydı." dedi. Bu sıra Emîr Sultan, asâsına dayanmış tefekkür ediyordu. Eûzü Besmele çekerek, asâsını yerinden oynattı. Oradan bir su kaynayıp coştu. Bunun üzerine talebeler, Allahü teâlâya hamd ü senâ ettiler.


Emîr Sultan bir gün abdest alırken, yanına bir talebesi geldi. Talebesine nereden geldiğini sorunca, şehirden geldiğini söyledi. Emîr Sultan; "Bizim için ne diyorlar?" deyince de; "Kimyâya mâliktir, diyorlar." cevâbını verdi, bunun üzerine Emîr Sultan; "Kimyâ odur ki, akan su saf altın olur." dedi. Daha sözlerini bitirmeden, kollarından akan sular altın oldu.


Şeyh Sinân şöyle anlatır: Henüz küçük idim. Babamla bahçemize kavun, karpuz ektik. Ne kadar çabaladık ise, ektiğimiz kavun ve karpuzlar bir türlü istediğimiz gibi yetişmedi. Bir gün bostanda, üzüntülü bir şekilde oturuyordum. Babam ise köye dönmüştü. O sıra âniden, at üstünde, yeşil kaftanlı bir zât peyda oldu. Benden çekirdek istedi. Ben de verdim. Çekirdeği alıp tarlaya saçtı. Bir ânda tarla çimlendi ve kavun, karpuz yetişti. Benden bir karpuz istedi. Ben de koparıp verdim. Karpuzu ikiye böldü. Yarısını kendisi aldı, diğer yarısını da babama vermemi tenbih etti ve; "Bana Emîr Sultan derler. Söyle babana, seni Bursa'ya, benim yanıma getirsin." dedi. Ben de; "Bâşüstüne, emrinizi yerine getiririm." dedim. Yeşil kaftanlı zât, bir ânda kayboldu. Bir müddet sonra babam geldi. Kavun, karpuzları yetişmiş görünce şaşırdı ve; "Ey oğul! Tarlaya Hızır mı geldi? Yoksa Allahü teâlânın sonsuz kudretinden bir hikmet ve sırrın tecellisi mi oldu? Çünkü, mevsim henüz ekilenlerin büyüme zamânıdır ama ne hikmetse, bostan yetişmiş durumdadır." dedi. Sonra Allahü teâlâya duâ etti. Ben babama, Emîr Sultan'ın dileklerini ve tenbihini aktardım. Babam da; "Başım, gözüm üstüne!" diyerek, beni Bursa'ya Emîr Sultan Hazretlerinin huzûruna götürdü. Huzûra vardığımızda, çok yorulmuş ve karnımız acıkmıştı. Emîr Sultan, hanımına yemek hazırlamasını söyledi. Önümüze bulamaç yemeği geldi. Yemek çok lezzetli idi. Hayâtımda öyle yemek yediğimi hatırlamıyorum. Uzun müddet Emîr Sultan'ın hizmetinde bulundum. Sonunda; "Fesâd ehlini ıslâh eyle. Himmet ve inâyetle müslümanlara nasîhat et. Tâ ki, senin Kur'ân-ı kerîme dayalı doğru yolunu duyanlar da, yaptıkları hatâlarından dönsünler." diyerek bana hilâfet verdi."


Emîr Sultan Hazretleri, bir gün Ali Efendi isimli talebesini Balıkesir'e göndermek istediler. O talebe kalbinden şöyle geçirdi: "Acaba Balıkesir'e varıp gelinceye kadar vaktimi nasıl geçireyim?" Hemen kalkıp tesbihlerini getirip eline verdiler ve; "Gidip gelinceye kadar bu tesbihle meşgul ol." buyurdular. Talebe tesbihi alıp yola düştü. Balıkesir'e Cumâ vakti vardı. Emîr Sultan'ın îkâz için gönderdiği hoca efendinin hutbesine yetişti. Sonra ona bozuk düşüncelerini ve doğrusunu anlattı. Fakat o, Emîr Sultan'ın talebesini dinlemedi ve kendi düşüncesinde ısrâr etti. Talebe geri dönerken, akşam karanlığında bir köye girdi. Köye girdiği sırada, dere kenarındaki kumluk bir yere bastı ve kayarak düştü. O esnâda tesbih elinden kayboldu. Ne kadar aradı ise bulamadı. Yolculuk bittiğinde, ağlayarak Emîr Sultan Hazretlerinin huzûruna girdi. "Yâ oğlum! Yolculuğun nasıl geçti, hâlin nasıldır?" buyurdular. O da; "Sultânım içim yanıyor. Karanlıkta ayağım kaydı, tesbihi suya düşürdüm." dedi. Bunun üzerine Emîr Sultan; "Yâ oğlum! Onun için niye üzülürsün? Biz onu suya düşürmedik." dedi ve cebinden tesbihi çıkarıp verdi.


Bir gün bir köylü, Emîr Sultan'ın huzûruna gelip; "Sultânım, bir sıkıntım var. Başım dertte, bana bir duâ yazın ve himmet edin." dedi. Ali Hoca isimli talebesine işâret edip; "Yazıyoruz." dedi. O da duâyı yazdı. Emîr Sultan ve yanında bulunan talebeleri kime duâ yazsa, Allahü teâlânın izni ile şifâ bulurdu. Hattâ öyle olurdu ki, sar'a hastaları gelse, şifâ bulup giderler ve ömürlerinin sonuna kadar, bir daha hasta olmazlardı.


Emîr Sultan Hazretleri, devamlı olarak sazdan örülmüş hasır üzerinde oturur ve mübârek dudakları devamlı hareket ederdi. Şu şiiri sık sık söylerdi:


Eğer gönlün benimle olursa,


Yemen'de olsan bile yanımdasın.


Eğer gönlün benimle değilse,


Yanımda olsan bile uzaktasın.


Dinle bak Hak ne hoş söyledi.


Zebur'unda Dâvûd'a buyurdu.


Düşman ol önce nefs belâsına,


Ondan, bana uymakla kurtulasın.


Gel şimdi sen de düşman ol nefsine,


Zâyi eyle onu her ne dilerse,


Eğer bu işte atarsan riyâyı,


Kendine rehber kıl evliyâyı.


Eğer anlarsan budur sana ol,


Nefsinin şerrinden halâs ol,


Nefsinin murâdından uzak dur.


Düşersen eğer şeytana uzak dur.


Emîr Sultan Hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazâda kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isâbet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emr ederdi. Şeyh-ul-İslâmın da hazır bulunduğu bir gün, Emîr Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislâma verilmesini emr buyurdu. Yay ile ok, Şeyh-ul-İslâma verildi. Emîr Sultan ona; "Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun." buyurdu. Şeyh-ul-İslâm, emîrleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü. Orası, o zaman ağaçlık ve yeşillik idi. Hâlbuki ok atılan yer ile, düştüğü yer arası çok uzak idi. Atmak ile oraya gitmesi mümkün değildi. Zîrâ okun atıldığı yer ile düştüğü yer arasındaki mesâfe, üç ok atımlık idi. Orada bulunanlar, bu işin Emîr Sultan'ın kerâmeti olduğunu anladılar.


Emîr Sultan 1430 (H.833) senesinde Bursa'da vebâ hastalığından vefât etti. Vefât ettiğinde 63 yaşındaydı. Emîr Sultan vefât ederken, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yıkayıp, cenâze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Vefât ettiği gün Hacı Bayrâm-ı Velî mânevî bir işâret ile Bursa'ya geldi. Gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenâze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa'nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.


Emîr Sultan Hazretlerinin türbesi yapılırken türbeyi yapan zât, rüyâsında Emîr Sultan'ı gördü. O zâta; şurayı şöyle yap, burayı böyle yap diye, türbesi bitinceye kadar, her gece rüyâda emîr verdiler. O zât, türbe yapımını bitirdikten sonra, bir daha Emîr Sultan'ı rüyâsında görmedi.


İznikli âlim bir zâtın oğlu, bir gün uzun bir süre kalmak için Emîr Sultan Hazretlerinin türbesine geldi. Altı gün sonra, oradan ayrılmaya karar verdi. Emîr Sultan'ın talebeleri ona; "Efendim, siz uzun zaman kalacaktınız. Niye şimdi gidiyorsunuz?" diye sordular. O da; "Benim bir ihtiyâcım vardı. Kırk yıl çile çeksem o murâdıma kavuşamazdım. Emîr Sultan Hazretlerinin rûh-ı şerîflerini vesîle edip, uzun süre îtikâfta kalmak için buraya gelmiştim. Fakat Emîr Sultan'ın himmeti yetişip feyzi nehirler gibi aktı. O murâdıma altı günde kavuştum. Bunun için şimdi gidiyorum." dedi.


Yavuz Sultan Selîm, Mısır seferine çıktığında Yenişehir'de bulunduğu sırada Bursa'ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyâret etti. Emîr Sultan Hazretlerinin türbesine gelip, onun rûhâniyetinden yardım dilerken, Emîr Sultan Hazretlerinin kabrinden; "Yâ Selîm! Üdhulû Mısra İnşâallahü âminîn! (Ey Selîm! İnşâallah Mısır'a emniyet içinde giresiniz!)" diye bir nidâ işitildi. Duyanlar; "Müjdeler olsun pâdişâhım! Size Mısır'ın fethi müjdelendi!" dediler.


Emîr Sultan'ın vefâtından yaklaşık iki asır sonra, yanında arslan ile dolaşan bir zât Bursa'ya geldi. Emîr Sultan'ın türbesini ziyâret etti. Bu sırada arslanını bir ağaca zincir ile bağladı. Biraz sonra zincirini koparan arslan, âşık gibi türbenin kapısına geldi ve gözlerinden yaş aka aka Emîr Sultan'ı ziyâret etti. Sonra olduğu yere dönerek sâhibini bekledi.


(devam edecek…)


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]