Efendim merhaba,
Size ve bütün gönül dostlarına güzel bir Cuma sabahından hayırlar, bereketler, yeni sevinç ve neş’eler, mutluluklar ve yıpranan yanları yenilenmiş yepyeni dostluklar dilekleriyle saygılar, selamlar...
Efendim, sizin de sohbetlerinizde ve yazılarınızda zaman zaman değindiğiniz ve üzerinde oldukça düşünülmesi gereken bir konu var: insanı olabildiğince anlamaya ve çözmeye çalışmak...Bugün gerek aile ve gerekse toplum hayatı içinde karşılaşılagelen sorunların birçoğunun temelinde bu konudaki eksikliklerimiz yatıyor. Aslına bakıldığında insanı anlamak, bir olay karşısındaki bakış açısının ve takındığı tavrın nedenini bulmaya çalışmak ve bunu yaparken tamamen önyargılardan sıyrılarak hareket edebilmek oldukça müşkül bir iş şüphesiz. Ama bu zor işi başarabilenler de bir o kadar mutlu ve başarılı olarak götürenler oluyor günlük yaşantılarını. Onlar darılmadan, kırılmadan hep sevgi dolu, mutlu ve neşeli kalmayı başarabiliyorlar. Efendim, bundan bir süre önce bir öğrencim vardı. Çocukluğundan itibaren yaşadığı bazı sıkıntılarını zaman zaman anlatır, fakülte çevresi içinde de gördüğü bazı davranışları eleştirirdi. Zor şartları olan bir ailede, sevgi eksikliği olan bir ortamda büyümüş ve bunun izlerini üzerinden atması fazlaca mümkün olmamıştı. Sınıfında ona göre maddi imkanları daha geniş olan, daha rahat bir çevrede, daha çok imkanlar tanınanarak yetiştirilmiş olan bazı arkadaşlarının davranışları onu rahatsız ediyor, zaman zaman bu davranışları üzerine alınıyor ve kendisini küçümsediklerini düşünüyordu. Ve kendince bazı tavırlarla kendisini korumaya çalışıyordu. Öyle ki bir gün bir sınav öncesi sınav salonunun yanındaki odama uğramıştı, bir arkadaşından bahsetti ve içimden dedi şimdi ona bir güzel sopa çekmek geliyor. Arkadaşının bir hareketinin kendisine yapıldığı zannı ile. Onun daha önceden bahsettiği ve yaşadığı olayları bir an gözümün önünden geçirerek, önyargılı hareket ediyor olabileceği düşüncesiyle kendisinden rica ettim, “şimdi dedim, lütfen sınav salonuna gir, yarım saat kalmış sınavın salonda son hazırlıklarını yapmakta olan o arkadaşının omuzuna elini koy ve ona, nasılsın, nasıl gidiyor, çalışabildin mi diye sıcak bir selam ile sor” dedim. Daha sonra da izlenimlerini paylaşmasını rica ettim. Sevgili öğrencim bir müddet sonra geri geldi. Oldukça mahçup bir halde “Hocam dedi, dediklerinizi yaptım, beni öyle iyi karşıladı ki, Ya Ağbi, hiç sorma diye bir başladı içini döktü, sohbet ettik, çok mahçup oldum, haklıymışsınız, onun hakkında yanılmışım”.
Efendim, bazan öyle oluyor ki duyduğu bir söz, gördüğü bir olay ile insan üzgün iken etrafından uzak kalmak isteyebiliyor, veya yürürken kafasını meşgul eden bir konuya iyice dalmış oluyor. Ve belki işyerinde, belki sokakta yanından geçen bir dostu göremiyor, görmezden gelebiliyor, selam vermeden geçiyor, veya daha karşılaşmadan yolunu değiştirebiliyor sırf o ana mahsus olmak üzere. Ama bakıyorsunuz böyle bir durumda karşı tarafın yorumu bambaşka gelmiş: “Aman deniyor, artık kimseyi görmez oldu, veya selam bile vermiyor nerdeyse”. Efendim, büyüklerimiz “Dünyanın yüzbin türlü hali var” derlerdi. Bir kimsenin bu yüzbinlerce ihtimalden hangisi içinde olduğunu nasıl kestirebilir ve onu yargılayabiliriz değil mi? Bazen bakıyorsunuz öğrenciler hocalarını, bazan anne babalar çocuklarını, bazan eşler birbirlerini yargılıyorlar kendi biçtikleri bir nedene göre. Ve bu yargılamalar sadece varsayılan ihtimal üzerinden yapılıyor. Oysa belki de olayın altında yatan sebep bambaşka, bunu kimse irdelemiyor ve sorunlar öylece günden güne derinleşerek devam ediyor...Herkes kendince haklı görünüyor ama doğru aslında bir tane oluyor. Nasreddin Hocanın bir davada her iki tarafın da kendince haklı olması üzerine hanımının uyarısı üzerine “sen de haklısın hanım” diye işaret etmekte olduğu gibi. Eğer sorunlar teşhis edilebilse tam olarak çözüm zaten kendiliğinden geliyor...
Efendim, bazan öyle durumlar oluyor, olaylar öyle bir noktaya geliyor ki o anda belki birçok kişinin hayatının akışı kişilerin ağzından çıkacak sözlerin ne olacağına bağlı oluyor. Ve bu sözler belki uzun yıllara dayanan bir dostluğu, belki bir yuvayı kökünden söküp atabiliyor, veya bir başka seçim yapılması durumunda uçurumun kenarından çekip çıkarabiliyor yine uzun yıllar sürdürülmek üzere. Büyük Yunus’un:
“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ide bir söz”
dizelerinde en tatlı şekliyle ifade etmekte olduğu gibi hayat karşısında alacağımız tavırlar, karşımızdakileri geniş bir bakış açısı ile anlamaya çalışıp, olaya bir de onların gözleriyle bakabildiğinden emin olarak önyargılardan tamamen sıyrılarak ortaya konduğunda ise ortaya sadece bir güzellik çıkıyor ve devam eden bir paylaşım olarak nice zaman sürüp gidiyor. Aksi halde bütün güzellikleri bir anda bir tek sözle, bir dudak büküşle silivermek de pek mümkün...
Efendim, müsaadeniz olursa önyargıların insana neler kaybettirebileceğine örnek olarak güzel bir fıkrayı burada paylaşmak isterim: Mahkemede hakim Temel’e soruyor, “evladım diyor bu adamı niçin vurdun?” Temel boynu bükük cevaplıyor, “efendim” diyor, “çok sempatiksiniz demişti, ben de her ihtimale karşı vurdum”.
Efendim bazan kimileri ben diyor evlat sahibi olduktan sonra annemim, babamın bana söyledikleri evvelce hiç katılmadığım sözlerine hak verdim, onları asıl şimdi anlıyorum. Ve yine hayatta öyle olaylarla ve durumlarla karşılaşıyor ki insan, Sayın Fatmagül Hanımın Mesneviden alarak sunduğu o güzel hikayede olduğu gibi o anda kendisine uygulanan bir davranışı bir eziyet bir zulüm olarak değerlendirirken gerçek ortaya çıkıp da kustuğu yılanı görünce bunun bir lütuf olduğunu farkediyor. Tabi bu da hiç şüphesiz bir sabır ve teslimiyet meselesi, çetin bir iş. Yüce Kitabımızda “Bu ancak sabredenlere vergidir” buyurularak, bu şekilde olaylara ve insanlara sükunetle yaklaşabilenlerin en sonunda en güzel, en mutlu sona ulaşacaklarının müjdesi veriliyor. Zaten genel olarak ele alındığı zaman aslında insanı anlamak her zerrede Hakkı müşahade etmeye doğru gidişin bir ilk adımını oluşturuyor. Yaratıcı müsaade etmedikçe kim hangi fiili kendi kararı ile işleyebilir ki?
Çok Kıymetli Büyüğüm, sözlerimi Hz. Mevlana’nın Mesnevisindeki bir başka hikaye ile bitirmek istiyorum. Efendim vaktiyle bir hükümdar bir yarışma açar, bir odanın duvarlarına iki ülkenin ressamlarından diledikleri desen ve renklerde resimler yapmalarını ister. Bu ressamlardan bir gurup türlü türlü renkte boyalar sipariş ederler, ve tarifsiz güzellikte desenlerle yarışma süresi doluncaya kadar odanın duvarlarını süslerler. Diğer ressamlar ise tam karşı odada, odanın duvarlarını sükunetle aynalarla kaplamakta, hiçbir desen çalışması yapmamaktadırlar. İlk taraf galip geleceğinden emin yarışmanın sonuç gününde seçim yapmak üzere gelen hükümdara odanın kapılarını açarlar. Resimler muhteşemdir, göz alıcı ve güzeldir. Sıra diğer ressamlara geldiğinde ise kapılar açılınca karşı odanın bütün renkleri odanın içindeki yansımalarla tarifsiz bir güzellik oluşturur ki seyrine doyum olmaz. Ve birincilik, ilk taraf duvarları her ne kadar muhteşem resimlerle süslemiş de olsalar ikinci tarafın olur, odalarını bir aynaya çeviren ressamlar, önyargılardan kurtulup, olayları gerçek ekseninde görerek gönüllerini bir ışık yumağı haline getiren ve varoluşun bütün güzellikleri yudum yudum tadanlar misali sonuçların en güzeline en kısa yoldan ulaşırlar...
Efendim, burada sizi ve sizin engin gönül deryanıza yağmakta olan her birisi bir kar tanesi kadar hassas, nezih, farklı ve çok değerli gönül dostlarını en güzel duygu ve dileklerle, bütün günlerinizin en hayırlı ve nezih dostluklar, hakkı en güzel şekilde verilerek yaşanmış zamanlarla dopdolu olması niyazıyla selamlıyor ve siteniz çatısı altında nice güzelliklerin nice zamanlar paylaşılmaya devam edilmesi dileklerimi sunuyorum...
Müsaadenizle...
Çiğdem Seçkin Gürel
Sayın Sabri Tandoğan'ın cevaben yazdıkları :
Sevmek devam eden en güzel huyum Yazan Çiğdem Seçkin Gürel
Cvp: Sevmek devam eden en güzel huyum Yazan Sabri Tandoğan