Güneşim, Şemsim, Sevgili Babacığım, Aziz Dostlarım,
Hepinizi en kalbi duygularımla selamlıyorum…
Babacığım müsaadeniz olursa, Sayın Haluk Sena Arı’nın “Edep Mektebinden Hatıralar” adlı kitabından bir bölümü paylaşmak istedim.
ÖYLE BİR HAYAT YAŞA Kİ…
Osmanlı yerleşim tarzında, ölüm ve yaşam iç içedir. En mütevazi köy ve kasabadan, pay-i taht olan İstanbul’a kadar, kabristanlar, halkın iskan ettiği mahallelerin bir bölümünde yer alır. İnancın, günlük hayata yansımasının bir şekli olan bu yerleşim, dünya hayatının geçiciliğini anlatır, insana “Az yaşa, çok yaşa, akıbet gelir başa” dedirtir ve ikaz eder, “Bu sondan kaçamazsın, burada dünyada yaptıklarının hesabı var” der. O koyu selviler altındaki enfes taş işçiliği örnekleri olan kabir taşları neler anlatır neler. Üzerinde yazılanlar okunur, ibretler alınır, dualar edilir. Bakımlı, çiçekler açmış bir kabir görününce, “İnşallah, içi de böyle mamurdur” denir.
Kabir ziyaretçileri de ayrı şeyler söyler görenlere: Yaşlı bir dede, gözlerinden ak sakallarına süzülen yaşları, elinin tersi ile silerken, kendi kendine dua eder, “ Beni hiç bunaltmadı, Allahım, sen de onu kabrinde bunaltma” der. Bellidir orada yatan gözü, gönlü tok, uzun yıllar aynı yastığa baş koyduğu vefalı eşidir.
Topluma yön vermiş, Hak rızasına ermiş kimselerin türbeleri de bulunur bu mahallelerde. Edeble yaklaşılır, bir Fatiha okunur, gene edeple ayrılınır huzurundan. Hayatında olduğu gibi, o sessiz, sakin bir feyiz membaı olarak yatar kabrinde. Menkıbeleri hatırlanınca insan, gayri ihtiyari düşünür: “Nasıl da güzel bir hayat sürmüş?” Zaten yaşamın gayesi de bu değil mi? Kabristanların, mahalle arasına konmasının sebebi, görenleri bu düşünceye sevk etmek olmalı.
Hepsi, o taşlar, selviler hâl dili ile yoldan geçenlere, “Ömür sermayeni iyi kullan, çalış, çabala, ama mal, para, şöhret hırsına esir düşme” demiyor mu? Saraylar, köşkler, mevki, makam, itibarlı dostlar, görkemli davetlerin hep bu geçici dünyadaki imtihan sualleri olduğunu söyler de biz gafletimizden pek anlamak istemeyiz. “Gurura kapılma, kendinde benlik görme, sonra imtihanı kaybedersin.” diye de devam eder anlatmaya. Bazen de hatırlatır: “Paylaş” der.
“Ne verirsen elinle, o gider seninle” demez mi idi annen? Diye sorar; taa çocukluk yıllarına götürür, Şeref Hoca’yı hatırlatır:
Bâr (yük ) olmayın,
Yâr olun.
Sözünü, sık sık tekrarlayan Hak dostunu düşündürür. Bu söz, televizyonda, bir yardım programındaki doksan altı yaşında, yardım kabul etmeyen, onurlu dedenin, gözler önüne gelmesine sebep olur. Programı yapan genç sorar, “Dede, ne ile geçiniyorsun?” Cevap “Altmış beş yaş aylığı ile” dir.
“O çok az bir miktar, yetiyor mu?” Dede “Çalıyorum” diye cevap verir. Programcı şaşırmıştır. “Neyi çalıyorsun dede?” sorusuna aldığı cevap ibretlidir. “Üç öğün yemeğin, ikisini çalıyorum birini yiyorum, çaldığım yenilmeyen o iki öğün yemek.” Konuşma devam eder: “Peki dede, senin hiç çoluğun, çocuğun yok mu?” Hepsini ellerimle gömdüm oğul.”
Sabrından ve tevekkülünden başka hiçbir sermayesi olmayan dede “Gel” emrini beklerken, dünyaya hırsla bağlananlara unutulmayacak dersler verdiğinin farkında bile değildi.
Kırdığın değil, kazandığın gönüllerdir o dünyada sana fayda sağlayacak olanlar. Paylaştığın ilmin, sanatın, aşın, ilim yolunda çektiğin yorgunluklar, Hak dostları sohbetleri, yapılan hayırlar, kendi aczini idrak edip Cenab-ı Hakk’ın azameti karşısında titremen, o koyu selviler altında sana huzur verir, sükun verir. O vakit ölümden korkmazsın. Allah aşığı Hazret-i Mevlana’nın sözleri, içine sürur doldurur:
“Sen ölümden korkma, kendinden kork; zira ölüm, dosta dost, düşmana düşmandır.”
Rahmetli Ayhan Songar hocanın yazılarında, sık sık kullandığı bir benzetme vardır. Biz de sözlerimizi o tavsiye ile bitirelim:
“Sen doğduğunda herkes güldü, sen ağladın; öyle bir hayat yaşa ki, sen öldüğünde herkes ağlasın, sen gül.”
Sonsuz Sevgi ve Hürmetlerimle…
Cahide