Aziz Büyüğüm, Çok Değerli Gönül Dostları,
Yeniden yazabilmenin güzelliği ile sizleri selamlıyor ve içinde çok etkileyici tespitlerin olduğu bir hidayet öyküsü ile baş başa bırakıyorum.
Saygı ve sevgilerimle…
Çiğdem Seçkin Gürel
Abdürrahim Green (Anthony Vatswaf )Kendi Hidayet Öyküsünü Anlatıyor
Allah’a hamd ile başlar ve yalnız O’ndan yardım dilerim. Kendimizin ve davranışlarımızın getireceği şerden Allah’a sığınırız. Allah’ın yol gösterdiği kimseyi, kimse yoldan çıkaramaz. Ve Allah’ın yoldan çıkardığı kimseyi, kimse doğru yola iletemez. Ben şehadet ederim ki ibadete layık olan yalnızca Allah’tır. Ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem O’nun kulu ve elçisidir.
Şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Tanzanya’da doğdum. Babam orada İngiliz İmparatorluğunun sömürge yöneticisiydi. Bir zamanlar dünyanın üçte birine yayılmış olan ve üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu vardı. Şimdi o günlerden geriye ne kaldı? Falkland’da birkaç ada! Bazı şeyler nasıl değişiyor değil mi? Güçlü olanlar nasıl da gücünü kaybediyor! Bu Rabbimiz’in Kur’an’da bize verdiği bir derstir. Allah dünyayı gezip bizden önceki güçlü insanların medeniyetlerini, onların acı akıbetini ve onlardan geriye ne kaldığını görmemizi ister. Her neyse! Babam sömürge yöneticisi idi ve ben Tanzanya’da doğunca bana Anthony Vatswaf Green adını verdiler. Vatswaf bir Polonya ismidir. Çünkü annem bir Polonyalıdır. Bu nedenle annem erkek kardeşimin ve benim iyi bir Katolik olarak yetişmemizi istiyordu. Bu nedenle daha konuşmayı bile öğrenmeden çok meşhur bir Katolik okuluna yatılı olarak yazıldık; İngiltere’de Ampleforth Koleji. Yorkshire’dedir yani İngiltere’nin kuzeyine düşer. Üstüne üstlük bu okul aynı zamanda bir manastırdı. Yani burada yaşayanların ve bizlere öğretmenlik yapanların tümünü keşişler oluşturuyordu. Manastıra gönderildiğimizde kardeşim sekiz, ben ise on yaşındaydım. Manastır günlerimiz başlamadan önce annem beni bu manastıra hazırlaması gerektiğini düşünüyordu ve bana bazı Katolik dualar öğretti. Annem Katolik bir erkekle evlenmeye mecbur iken dinsiz olan babamla hayatını birleştirmişti. Ve sırf bu yüzden kendini kötü bir Katolik olarak görüyor, beni ve kardeşimi manastıra göndererek işlediği günahı telafi etmeye çalışıyordu. Ve bir gece bana Katoliklerin sıkça okuduğu bir duayı öğretti. Dua şöyledir: “Selam sana Meryem! Ey tanrının annesi! Bakirelerin aziz bakiresi ve Mesih’in annesi!” Bu duayı annemden duyduğumda dokuz yaşındaydım. Kendi kendime dedim ki tanrının nasıl bir annesi olabilir? Tanrının başlangıcı ve sonu olmamalıdır. Ve böylece tanrının annesi ile ilgili düşünmeye başladım. Şöyle diyordum: Eğer Meryem tanrının annesi oluyorsa tanrıdan daha yüce birisi olmalı! Aklıma takılan ilk sorular bunlardı. Ve okula başlayıp daha fazla düşünmeye, okumaya, araştırmaya başladıkça sorularım arttıkça arttı. Mesela okulda görevli keşişlere günahlarımızı itiraf etmemiz gerekiyordu. Hem de bunu periyodik olarak yapmalıydık. Ve papaz tüm günahlarımızı eksiksiz olarak itiraf etmemiz gerektiğini sıkı sıkı tembih ediyordu. “Eğer tüm günahlarınızı itiraf etmezseniz o zaman itiraf hiçbir işe yaramaz ve günahlarınızın hiçbirisi affedilmez!” derdi. Yaşları on ila yirmi arasında değişen bir okul dolusu erkek çocuğu düşünün; günahlarımızın tamamını onlara hiç itiraf eder miydik? Ve dahası günahlarımızı okulun yöneticisi olan insanlara itiraf edeceğiz! Onlar bizden sorumlular. Ben bir süre sonra, bunun günahlarını itiraf ettirerek insanları kontrol etmek için kurulmuş devasa bir ajan komplosu olduğunu düşünmeye başladım. Ve onlara sorardım: Niçin günahlarımı itiraf etmek için size gelmek zorundayım ki? Niçin direkt olarak tanrıdan af istemiyorum? İncil’e göre Hz. İsa “İhtiyacımız olan tek kişi babamızdır.” demiştir. Yani işlediğin suçlardan dolayı günahları affetmesini tanrıdan istemeliyiz. İncil’de böyle yazıyor. O zaman neden benim gidip papazın birinden af dilenmem gerekiyor? Biliyor musunuz benim bu soruma nasıl cevap verdiler: “İstemek sana kalmış! Ama tanrının seni dinleyip dinlemediğinden emin olamazsın!” Bu benim için büyük problem oldu. Buna inanmakta çok zorlanıyordum. Kilisenin öğretileri ile büyük sorunlar yaşıyordum. Bu sorunlardan biri de enkarnasyon öğretisiydi; tanrının insana dönüşmesi fikri! Bununla ilgili bir şeyden bahsetmek istiyorum: Ben on bir yaşındayken babam Mısır’da işe girdi. Kahire’de Barclays Bankası’nı açtı ve oranın genel müdürü oldu. Bu vesileyle hayatımın on yılında tüm tatillerimi Mısır’da geçirdim. Yani İngiltere’de manastıra gidiyor, tatillerimi de Mısır’da geçiriyordum. Batı kültürü bize bir denklem empoze eder; denklem bize der ki zenginlik = mutluluk! Eğer mutlu olmak, hayattan zevk almak istiyorsan paraya ihtiyacın var demektir. Çünkü paramız olunca güzel bir araba, kaliteli bir televizyon seti alabiliriz, tatile gidebilir, ihtiyacımız olan her bir şeyi alıp hayatımızdaki boşlukları bunlarla doldurabiliriz ve böylece mutlu oluruz. Bize sürekli olarak söyledikleri şey budur. Ama gerçekte bu böyle değildir. Ve benim gözlerim açılmış, gerçekleri görmeye başlamıştım. Tatil dönüşü okula başladığımda bunları kendime sormaya başladım. Okulu hiç ama hiç sevmiyordum. Yorkshire’nin ötelerinde her şeyden ve herkesten kilometrelerce uzak olan bu manastırda ne işim olduğunu anlamıyordum. Tüm bunlar ne için diye kendime sormaya başladım. Mısır’daki tatil hayatımı çok seviyordum ama sonra İngiltere’ye dönünce niçin diye sormaya başlıyordum; hayatın amacı nedir? Biz ne için buradayız? Ne için varız? Tüm bunlar ne anlama geliyor? Sevgi ne anlama geliyor? Hayat ne için? Kendime dedim ki ben çok çalışmak ve sınavlardan iyi not almak için okuldayım. Bunu başarmalıyım ki üniversiteye girebileyim. Üniversiteye girebileyim ki iyi bir bölümden mezun olabileyim. Bunları başarmalıyım ki bana yeterince para kazandıracak iyi bir iş bulabileyim. Sonunda evlenip çocuklarım olunca onları ben de pahalı özel okullara yollayabileyim ve onlar da çok çalışıp iyi bir yerden mezun olup iyi bir iş bulsunlar ki onlar da çocukları olunca o güzel okullara yollayabilsinler! Baktım ki bir kör döngüdür devam edip gidiyor! Sonunda “Bu kadar mı?” dedim. Hayatın amacı bu mu? Bu doğru olamaz! dedim. Hayatın bundan ibaret olduğuna inanamam! Ve artık arayışa başlamıştım. Bu yaman bir süreç oldu. Düşünmeye, araştırmaya ve diğer dinleri incelemeye başladım. Hayatımın amacını kavramamı ve anlamamı sağlayacağını düşündüğüm her şeyi araştırmaya başladım.
Yaklaşık on dokuz yaşındayken çok önemli bir deneyim yaşadım. Mısır’da geçirdiğim on yıl boyunca sadece bir kişi benimle İslam hakkında doğru düzgün konuştu. Katolizm hakkında pek çok sorunum vardı ama biri bana meydan okuyunca veya mezhebimi sorgulayınca hemen aslan kesiliyor ve inancımı gayretli bir şekilde savunuyordum. Aslında inanmadığım halde! Bu tuhaf bir çelişki idi. Aklımda mezhebimle ilgili birçok tutarsızlıklar yaşamama rağmen karşımdakine bakıyor ve “O bir Mısırlı! Bildikleri ne işe yarar ki!” diye düşünüyordum. Ben bir İngilizim; daha birkaç yıl önce biz bu insanların yöneticisiydik, diyordum. İşte o bir tek Mısırlı ile sadece kırk dakika konuştuktan sonra o kişi bana birkaç basit soru sordu. O sorular bugün bile hâlâ aklımdadır; “Yani Mesih’in tanrı olduğuna inanıyorsun öyle mi?” dedi. Evet, dedim. “Ve İsa’nın çarmıha gerilerek öldüğüne inanıyorsun değil mi?” diye sordu. Ona da evet, dedim. “O zaman demek ki tanrının öldüğüne inanıyorsun!” diye cevap verdi. O bunu söyleyince suratıma sert bir yumruk yemiş gibi oldum; şaşkına döndüm. Çünkü o anda inandığım şeyin mantıksızlığını ve ne kadar ahmak olduğumu fark ettim. İçimden elbette ki tanrının öldüğüne inanmıyorum; tanrıyı öldürmek mümkün değildir, diyordum. Ve fark ettim ki bunca yıl boyunca bu saçma şey bana öğretilmiş, aşılanmıştı. Bu konuda daima kendimi huzursuz hissetmiştim ama bunu görebilmem, birinin bunu açık ve basit ifadelerle yüzüme karşı söylemesiyle gerçekleşti. Hristiyanlığın bu inanç kaidelerine inanmadığımı açıkça fark ettim. Ama bunu karşımdaki Mısırlıya itiraf etmeyecektim! İlginç ve çarpıcı bir konuşmaydı. Çok acele eve gitmem gerek diyerek onun yanından ayrıldım. Yolda yürürken olup bitenleri düşünmek bile istemiyordum. Hemen bir sigara yaktım, ardından bir yerlerde kahve içtim. Eve geldiğimde yazılar yazdım, resimler yaptım. Mısırlı adamın bana söylediklerini unutturacak ve beni oyalayacak ne varsa hepsini yaptım. Ama gerçekten etkilenmiştim; söyledikleri beni alt üst etmişti. Hep rahatsızlık duyduğum bir şeyi açıkça yüzüme söylemişti. İşte bu hayatımın bir dönüm noktasıydı.
(DEVAM EDECEK...)