Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Bir hidayet öyküsü-2
Gönderen : Çiğdem Seçkin Gürel
Tarih : 12/26/2013 3:52:29 PM


 


(devam:)


Abdürrahim Green Kendi Hidayet Öyküsünü Anlatıyor (2)


Manevi bir arayış içerisindeyseniz, hakikati arıyorsanız İslam’ı tetkik etmek aklınızın ucundan bile geçmez. Biz Batılılar böyleyiz! Ve ben de İslam’ı araştırmadım; geriye kalan her şeyi araştırdım. Öyle bir aşamaya geldim ki tam bir hippi oldum. Yaklaşık yirmi yaşında ve kendi dinini icat etmiş bir hippi! Tüm araştırdığım dinlerden bir parça aldım ve hepsini birleştirip kendi dinimi yaptım. Ancak bunun şimdiye kadar karşılaştığım en büyük saçmalık olduğunu fark etmem çok zaman almadı. Geçirdiğim deneyimlerin en kötüsüydü ve kendime dedim ki “Boş ver, unut gitsin! Dini, maneviyatı boş ver! Tüm bunları unut! Belki de hayatın bir anlamı yoktur. Belki hayatın tek anlamı zengin olmaktır! Kendi kültürel denklemimize geri dönmüştüm. Öyle ya! Belki de benim sorunum yeterince param olmamasıydı! Beni mutlu edeceğini düşündüğüm para hakkında düşüncelerim şuydu: Yatlar ve özel uçaklar. Ulaşmam gereken aşamanın bu olduğunu düşünüyordum. Para, evet, para! Her şey onda düğümleniyordu. “Çok az emekle, çok fazla parayı nasıl kazanırım?” diye düşündüm. Çünkü kim çok çalışmak ister ki! Kim tüm zamanını çalışmakla geçirmek ister ki! Para istersiniz ve o paranın keyfini sürmek istersiniz. Bu sebeple ihtiyacımız olan şey çok az çalışmak, çok para kazanmak ve maksimum keyif almaktır. İşte bu formülden hareketle dünyada çok parası olanları düşünmeye odaklandım. Mesela İngiltere; orada para bol! Ama çok fazla emek harcanır. Kendi milletimi bilirim. Sanayi devriminden başlayıp günümüze kadar insanlar hem gece hem de gündüz çalışırlar; günde iki iş. Bu imkânsız, dedim. Benim formülüme uymuyor. Ya Amerika? Hani Amerikan rüyası vardır ya! Orada da para bol. Amerika’da bir kişi günde üç ayrı işte çalışmazsa hayatını sürdüremez, faturalarını ödeyemez. Onların doğru düzgün uyumaya bile vakitleri olmaz. Hayır, dedim; bu korkunç ve yıpratıcı emek de bizim formüle uymadı! Japonlarda çok fazla para var ama onların tek yaptıkları çalışmaktır. Japonların işkolik olduğunu herkes bilir. Ve sonra aradığım cevabı nihayet buldum; Araplar!.. Ve başladım onları araştırmaya… Onların dini nedir, kitabı nedir merak etmeye başladım. Evet Kur’an!.. Bu Kur’an’ı bir inceleyeyim belki ilginç bir şeyler bulabilirim, dedim. İşte kitapçıya girip Kur’an meali almaya beni motive eden şey yukarıda anlattığım hadisedir. Kur’an’a sadece meraktan ve ne yazdığını görmek için yaklaşıyordum. Yalnızca okumak için satın aldım; onun içinde hakikati aramak gibi bir gayem yoktu. Ben çok hızlı okurum. Meali okumaya başladığımda trendeydim ve yaşadığım yerden Thames Nehri’nin karşısına, Victoria Tren İstasyonu’na gidiyordum. Ve trende cam kenarında oturup Kur’an tercümesi okuyordum. Önce camdan dışarı baktım, sonra yüzümü Kitap’a çevirdim ve kendi kendime “Eğer tanrıdan bir kitap geldiyse, o kitap bundan başkası olamaz!” dedim. Ve işte o an Kur’an’ın Allah’tan geldiğini fark ettim. İnandığım an işte o andı. Okuduğum şeyleri yaşamak hep huyum olmuştur. Portakala baktıkça bakarsınız; güzel görünüyor, turuncu, güzel kokuyor ama tadı nasıl? Tadına bakmanız gerekir değil mi? Bu nedenle eve gidip namaz kılmaya çalıştım. Namaz kılmayı bilmiyordum ama Mısır’daki aşçımızın namaz kıldığını görürdüm ve onu hatırladım. Onun namaz kılışına hayranlık duyduğumu şimdi hatırlıyorum. Bu saf adamı ve onun namaz kılışını, Katolik kilisesindeki saçma sapan ayinlerle karşılaştırır ve namazın üstünlüğünü hissederdim. Gözümün önüne Mısırlı aşçıyı getirerek bir süre böyle taklitle namaz kıldım. Ve bir gün kendimi caminin alt katındaki kitap reyonunda buluverdim. Tüm İslami kitaplar beni sarmış, kuşatmıştı. Namaz, Hz. Muhammed, akaid vs. Tüm bu kitaplara hayranlıkla bakarken bir adam yaklaşıp “Müslüman mısın?” diye sordu. Bu adam ne demek istiyor, dedim kendi kendime; Müslüman da nedir? Adama “Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (sas) O’nun elçisi olduğuna inanıyorum.” diye cevap verdim. “İşte sen Müslümansın!” dedi bana. Ben de “Çok güzel teşekkürler!” dedim. “Namaz kılacağız sen de kılmak ister misin?” diye sordu. O gün Cuma olmalıydı, çünkü günün ortasında cami o kadar dolu olmazdı. O zamanlar Cuma namazının ne olduğunu bilmiyordum. Birlikte camiye girdik. İçerdekiler hangi hareketi yapıyorsa ben de bilinçsizce onlarla birlikte yatıp kalktım. Namaz sonrasında tüm cemaat etrafıma toplandı. Oradaki herkes beş dakika içerisinde bana İslam’ın tamamını öğretmek istiyordu. Bu ortamdan sanki içim yıkanmış ve bulutlarla yüzüyormuşum hissi ile ayrıldım. Gerçekten harikaydı. Ama itiraf etmeliyim ki İslam’ı hayatıma uygulamam tam iki yılımı aldı. Çünkü eski hayatımı ve alışkanlıklarımı bırakmam çok zor oldu. Allah bana bazı dersler öğretti. Bunlar için pişman değilim. Ama arada geçen o iki yıllık fetret dönemi hayatımın en berbat yıllarıydı. Neden mi? Çünkü hakikati biliyor ama uygulayamıyordum. Aslında bir insanın içinde bulunabileceği en kötü durum budur. Eğer cahilseniz bir şeylerden haberdar olmadığınız için bir tür masumiyet durumunda olursunuz. Ama haberdar olup da o bildiğine uygun davranmazsan kendinle yaşayamazsın! Bu berbattır. Çok kötü bir durumdur. İşte bana da bu iki yıl boyunca aynı şey oldu. O dönemlerde insanlara Müslüman olduğumu söylerdim ama beni ciddiye almazlardı. Partilere gidiyor, şarap içiyordum. Hatırlıyorum da bazen partide otururken insanlara İslam’ı anlatırdım. “İlginç, daha da anlatsana!” derlerdi. Ama sarhoş olduğum için devam edemez, sızar kalırdım. Sonuç olarak elhamdülillah İslamiyet’e demir attım. Allah bana yol gösterdi, merhamet ederek şirkten çekip kurtardı.


Kardeşlerim! Beni asıl değiştiren ve İslam’a perçinleyen şey şu idi; çok basit! Gerçekten çok basit! Günde beş vakit namaz kılmaya başladım. İnsanlar buna güç yetiremeyeceğimi söyleyip durdular. Biliyor musunuz, eğer namazı düzgünce kılarsanız Allah onun lezzetini damağınızda hissettiriyor. Bana “İslamiyet’i nasıl buldun, neler hissediyorsun?” diye soracak olursanız şöyle cevap verebilirim: Bir binada yaşadığınızı farz edin. Ve her bina gibi bu bina da engeller ve kalabalık eşyalarla dolu. Sandalyeler, masalar, merdivenler, bir sürü eşyalar vs. Ancak ortalık zifiri karanlık ve siz hiçbir şey göremiyorsunuz. Bu eşyaların arasında karanlıkta dolaşıp duruyorsunuz. Ve her şeyi kırıp döküyor, bu arada kendinizi de sağa sola çarpıyorsunuz. İşte böyle bir karanlık ortamda yaşamaya çalışmak aynı inançsızlık gibidir. Bu durum İslam’ın dışında olmanızla aynı şeydir. İslam karanlık çevremize ve zindandan beter hayatımıza ışığın, aydınlığın hücum etmesi gibi bir şey. Vallahi aynen böyle! Ansızın görebiliyorsunuz, ansızın işitebiliyorsunuz, ansızın anlayabiliyorsunuz. Ve her şey açık seçik tecelli ediyor. Ölümle yaşam arasındaki fark gibi. İslam kalplere aydınlık, huzur ve sükûn getiriyor. Son olarak “Müslüman olmanı ailen nasıl karşıladı?” diye soracağınızı duyar gibiyim. İslam ebeveynime karşı bana öyle bir sorumluluk duygusu dikte etti ki aile büyüklerim hâlâ bunun şokunu atlatabilmiş değiller. Anne ve babamı ziyaret etmediğim gün yoktur. Bütün iş ve hizmetlerine anında cevap veriyorum. İlerde onların huzur evinde yaşamalarına asla izin vermeyeceğim. Bunu kendileri de çok iyi biliyorlar. Mutluluktan akılları duracak sanki! Ne evlatları olarak benden ne de kendi geleceklerinden hiçbir kaygı duymuyorlar. Fakat ne olup bittiğini ve bu değişimin nedenini anlamaları biraz zaman alacak.


 


Kaynak: Gönül Dergisi


http://www.gonuldergisi.com



 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]