Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Sayın Çiğdem Seçkin Gürel Hanım'dan aldığımız sunum (devam)
Gönderen : Çiğdem Seçkin Gürel
Tarih : 2/4/2014 2:40:02 PM


 


 


(DEVAM:)


Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:


Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü Teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.


Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.


Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü Teâlâ kendisinden râzı olsun.


Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.


Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:


"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.


Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi Hazretleri şöyle anlattı:


Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.


Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:


Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi Hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber Efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.


 


(DEVAM EDECEK…)


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]