Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Sayın Çiğdem Seçkin Gürel Hanım'dan aldığımız sunum (devam)
Gönderen : Çiğdem Seçkin Gürel
Tarih : 5/9/2014 12:34:52 PM


 


 


 


Aziz Büyüğüm ve Çok Kıymetli Dostlar,


Hayırlı, çok güzel, çok feyizli, bereketli bir cuma günü dileğiyle selamlar, saygılar, sevgiler...


 


 


 


Çiğdem Seçkin Gürel


 


(devam:…)


SAHABELERİN HAYATLARINDAN İBRETLER VE DERSLER


HZ. EBÛ BEKR-İ SIDDÎK (Radıyallahü Anh) 3. Bölüm


 


Onun devrinde, İslâm devlet idaresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur’ân-ı Kerîm’in bir hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere fırsat verilmemiştir. Mürtedlerle yapılan bu harplerden Yemâme’de, birçok hâfız şehîd olmuştu, Hz. Ömer’in de teklifi ile Kur’ân-ı Kerîm’in bir kitap halinde toplanması kararlaştırılıp, bu görev Zeyd bin Sâbit’e (r.a.) verildi. Hz. Ebû Bekir’in en büyük hizmetlerinden biri de, Kur’ân-ı Kerîmi kitap halinde toplatması olmuştur. Cebrâil Aleyhisselâm her sene bir kerre gelip, o ana kadar inmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’i, Levh-il-Mahfuz’daki sırasına göre okur, Peygamber (s.a.v.) efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhireti teşrif edeceği sene, iki kerre gelip, tamamını okudular. Muhammed Aleyhisselâm ve Eshâbından çoğu, Kur’ân-ı Kerîm’i tamamen ezberlemişti. Bazıları da bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed Aleyhisselâm ahirete teşrif ettiği sene, halife Ebû Bekir (r.a.) ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip, Hz. Zeyd bin Sâbit’in başkanlığındaki bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı Kerîm’i kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mıshaf veya Mushaf denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüçbin Sahâbî bu Mushaf’ın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halife Osman (r.a.) hicretin yirmibeşinci senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı, yerlerini sıraladı. Altı tane daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medine’ye gönderdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.


Hz. Ebû Bekir, Eshâb-ı Kirâmın en çok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur, İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz O’nun hakkında “Allahü Teâlânın kalbime akıttıklarını, Ebû Bekir’in kalbine akıttım” buyurmuştur. Böylece O, Muhammed Aleyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette O’nun yol arkadaşı idi. Mağarada beraber idiler. Hayatı boyunca Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Her işinde O’nun veziri oldu. Bir meselede Eshâb-ı Kirâm ile istişare ederken Hz. Ebû Bekir’i sağına, Hz. Ömer’i de soluna oturturdu. Görülecek mesele hususunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer Sahâbîlerin görüşlerine yer verirdi. Çünkü Hz. Ebû Bekir’in ilmi o kadar yüksekti ki, Eshâb-ı Kirâmın (r.a.) en yükseklerinden olan Hz. Ömer, Peygamber efendimizin Hz. Ebû Bekir seviyesinde anlattığı şeyleri anlayamazdı. Hz. Ömer bir gün geçerken, Resûlullahın (s.a.v.) Ebû Bekir Sıddîk’a (r.a.) bir şey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömer’i (r.a.) görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah (s.a.v.) dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü o daima, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hz. Ömer, “Dün Ebû Bekir (r.a.) Kur’ân-ı Kerîm’den anlayamadığı bir âyetin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü Ebû Bekir’in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer (r.a.) o kadar yüksek idi ki, Resûlullah (s.a.v.), “Ben Peygamberlerin sonuncusuyurn. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabiyi çok iyi bildiği halde, Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Ebû Bekir’e anlatılan tefsîrini anlıyamadı. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) herkesin derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekir’in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâil Aleyhisselâm dahi, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsını, esrarını, Resûlullah’a sorardı. Resûlullah Kur’ân-ı Kerîm’in hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için lâzım olan bütün ilimler, Hz. Ebû Bekir’de mevcuttu. Yaşadığı zamanda Kureyş’in âlimi olarak tanınırdı. Gayet güzel konuşur, Arap dilinin belagatına da vâkıftı. Resûlullahtan (s.a.v.) çok feyizlere kavuşmuş, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsına ve hakikatine ait bütün bilgileri bizzat O’ndan almıştır. Kur’ân-ı Kerîm’den hüküm çıkarmak hususunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mânâ ve hakikatlarına hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshâb-ı Kirâm ve Tabiînin âlimleri, birçok âyet-i kerîmelerin tefsîrini O’ndan alıp bildirmişlerdir.


Hz. Ebû Bekir’in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah’ın her haline ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı Kirâm, birçok meselede Resûlullah’ın nasıl hareket ettiğini Ebû Bekir’den (r.a.) soruyordu. Kendisinden, Hz. Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü’l-Mürtezâ, Abdurrahman bin Avf, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer, Huzeyfet-ül-Yemânî, Zeyd bin Sâbit (r.anhüm.) ve daha birçok Sahâbî hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefâtından sonra hemen hilâfet işlerine başlaması ve meşguliyetinin çok olması ve her işittiğini rivâyet edecek kadar uzun yaşamamış olması sebebiyle rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı azdır. Bunların 142 adet olduğu kaynak eserlerde zikredilmektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları şunlardır:


“Misvak ağzı temizlemeğe, Cenab-ı Hakk’ın rızasına kavuşmağa vesiledir.”


“Allahü Teâlâ’dan ömrünüzün başında ve sonunda afiyet ve yakîn isteyeniz.”


“İmamlar (halîfeler) Kureyştendir.”


“Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zira bu ikisi Cennete götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zira bunlar Cehenneme götürür.”


“Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır.”


 


“Peygamberler, ruhunun kabz olunduğu yere (vefât ettikleri yere) defin olunurlar.”


Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (r.a.), fıkıh ilminde üstün bir yeri vardır. Eshâb-ı Kirâmın en büyük fakihlerindendi. Resûl-i Ekrem’in zamanında bile fetva verirlerdi. Resûlullah’tan yayılan bütün ilimlere ve feyizlere ayna olmuştu. İslâmî ilimlerin her meselesini bilirdi (ve hükümlerinin hepsine hakkıyla vâkıftı). Eshâb-ı Kirâmın içinde “fukahâ-ı seb’a” adı ile meşhûr olan yedi büyük âlimden biri de Hz. Ebû Bekir idi. Fetvalarının adedi itibarıyla bunların mutavassıtlarındandı? Kendi hilafeti devrinde kurulan dîni müesseselerden (kuruluşlardan) biri de, “İftâ makamı” (fetva makamı) idi. Bu kuruluşun en önemli görevi, fıkhî (dini meseleleri araştırıp, tetkik ve tahkik edip), dînî hükümlerde icma’ın (birliğin) hâsıl olmasına çalışmaktı. Müslümanların sorularına cevap vermek suretiyle, hem onlara faydalı olunuyor, hem de, ilmin gelişmesi temin ediliyordu (sağlanıyordu). İslâmiyetin zimmîlere (gayri müslim vatandaşlara) tanıdığı bütün haklar eksiksiz yerine getirilmekteydi.


Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetlerine kavuşmuştu. Resûlullah’ın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi O’na da verilmişti. Resûlullah’tan sonra Allahü Teâlâyı en iyi tanıyan ve en çok ibadet eden O’dur. Tasavvuf, Resûlullahın (s.a.v.) izinde bulunmak, O’nun gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyası, Resûlullah’tan gelen feyizlere, nurlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, diğeri de vilâyet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetlerine, Hz. Ebû Bekir vasıtası ile kavuşmuşlardır. Eshâb-ı Kirâmın hepsi, Allahü Teâlâya bu yoldan kavuştular.


Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) Neseb ilminde de yükselmişti. Arapların soylarına ait vak’aları (olaylar) en iyi bilendi. Aralarındaki kan davalarını halleder, O’nun hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.


Hz. Ebû Bekir’in faziletleri, üstünlükleri çoktur. Bunların her biri, Kur’ân-ı Kerîm’in, hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı Kirâm ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden (s.a.v.) sonra olma se’âdetinin sahibi, Ebû Bekir Sıddîk’dır. Çünkü dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, yani düşmanlarla şiddetli mücadele etmek ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Ebû Bekir Sıddîk’ın (r.a.)) diğer müslümanların en üstünü olmasının sebebi, imâna gelmekte, malının çoğunu ve canını fedâ etmekte ve her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadid sûresinin onuncu Âyetinde: “Mekke-i Mükerreme’nin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü Teâlâ hepsine Cenneti va’d etti” âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir ve yine Tevbe sûresinin yüzüçüncü âyetinde, “Önce imâna gelenlerden, her fazilette öne geçenlerden, hem Mekke’den gelen Muhacirlerden, hem de Medine’de bunları karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte bunların izinde gidenlerden Allahü Teâlâ razıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü Teâlâdan razıdır. Allahü Teâlâ, onlara Cenneti hazırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır” buyuruldu.


Feth sûresi onsekizinci âyetinde, “Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü Teâlâ elbette râzıdır” müjdesine, Ebû Bekir (r.a.) de dahildir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) de “Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!” buyurdu. Bu sözleşmeye “Bi’at-ür-Rıdvân” denir. Çünkü, Allahü Teâlâ, bunlardan razıdır. Bunlar, bindörtyüz kişi idi.


Bedir Gazasında, Ramazan-ı şerîfin onyedinci Cuma günü, Temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücum etmişti. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir, Ömer, Ebû Zer, Sa’d ve Sa’îd ile (r.anhüm) kumanda yerinde oturmuştu, İslâm askeri sıkıntı çekiyordu. Sa’d ve Sa’îd’i (r.a.) yardımcı gönderdi. Sonra Ebû Zer’i (r.a.) gönderdi. Sonra, Ömer’i (r.a.) gönderdi. Bir saat geçti. Ebû Bekir, sıkıntının azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürerken, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) elinden tutup, “Yanımdan ayrılma ya Ebâ Bekir! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.” buyurdu. Hicretten evvel altı köle âzâd etmiştir. Yedinci olarak Bilâl-i Habeşî’yi (r.a.) âzâd edince, hakkında Leyl sûresi onyedinci: “Takva sahibi olan Cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır” âyet-i kerîmesi indirildi. İbni Ömer (r.a.) Resûlullah’dan (s.a.v.) bildirdi. Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’e: “Sen benim havuz başında ve mağarada arkadaşımsın” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) kâfirlerden mağarada saklanınca, gizli ve aleni her şeyine vâkıf olan sadece Ebû Bekir idi. O ise, sâdık, sıddîk, muhlis mü’minlerdendi. Halini bildiği için, bu korkulu yerde onunla arkadaşlığı tercih etti. Bu hicret Allahü Teâlânın izni ile idi. Demek ki, Allahü Teâlâ, Habîbine, başka akraba ve yakınlarını değil, özellikle Hz. Ebû Bekir Sıddîk’ı arkadaş etti. Bu özellik Ebû Bekir’in (r.a.) şerefini ve diğerlerinden üstün olduğunu göstermektedir.


Hazerde ve seferde Resûlullahdan hiç ayrılmadı, hep yanında bulundu. Bu da Resûlullaha olan sevgisinin doğruluğunu, O’nun arkadaşı olduğunun açık delilidir. Resûlullahı o kadar severdi ki, malını, canını, her şeyini O’nun için fedâ etmiş ve her an fedâya hazır halde idi.


Tevbe sûresi kırkıncı: “Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi, (ya’ni Hz. Ebû Bekir) ile mağaradaydılar” âyeti ile, Allahü Teâlâ onu, Resûlullahın ikincisi kıldı. Bunda Hz. Ebû Bekir için son derece üstünlük vardır. Bazı âlimler, Hz. Ebû Bekir, çoğu zaman Resûlullahın yanında idi, dediler.


Resûlullah insanları imâna davet etti. Ebû Bekr-i Sıddîk îmân edenlerin birincisi oldu. Böylece imânda O’nun ikincisi oldu. Sonra Hz. Ebû Bekir insanları Allah’a ve Resûlüne imâna çağırdı. Birçokları bu çağrıyı kabul etti. Böylece davette de ikincisi oldu. Her savaşta Resûlullahın yanında idi. Bedir’de de O’nun ikincisidir. Resûlullah hastalanınca, O’nun yerine insanlara imam olup, öne geçti. Bu hususta da ikinci oldu. Resûlullahdan sonra O’nun türbesine defin olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep O’na en yakın olma delilleridir. Allahü Teâlâ, Resûlünün arkadaşı olarak, Hz. Ebû Bekir’i Kur’ân-ı Kerîm’de bilhassa bildiriyor ve: “O vakit Peygamber, arkadaşına, mahzun olma!” diyordu” buyuruyor. Üçüncüleri Allahü Teâlâ idi. Allahü Teâlânın kendisiyle olduğu bir kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazilet yününden diğerlerinden üstündür.


 


Hz. Ebû Bekir’in ismi geçince, Hz. Ömer şöyle dedi: “Ömrümdeki bütün Hz. Ebû Bekir’in, bir gün ve gecelik âmeli gibi olmasını isterdim. O’nun o mes’ûd gecesi ki, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya varınca. “Allah için, yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim, içerde zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin” dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda bir çok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki delik kaldı. Onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullaha, içeri girmesini söyledi. Resûlullah (s.a.v.) içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı Resûlullanın mübârek yüzüne damlayınca: “Ne oldu yâ Ebâ Bekir?” buyurdu.


Hz. Ebû Bekir ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem çıkıp size zarar vereceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah (s.a.v.) ayağını çek buyurdular. Ayağım çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. “Ey utanmaz yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü Teâlâdan korkup, benden utanmıyor musun?” buyurdu. Yılan, “Ey Allahın Habîbi, insanların, cinnin Peygamberi. Sana yalnız insanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi âşıktır. Hattâ bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinlemiş, mübârek yüzünüzü görmeğe âşık olmuştur. Bu mağarayı şereflendireceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyordum. Sıddîk, bu karanlık mağaraya sabahı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk, sizi görmeme mani olunca benden korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesaret ettim.” diyerek özür diledi. Resûlullah (s.a.v.) özürünü kabul etti. Hz. Ebû Bekir’in yarasına mübârek tükrüğünden sürdü. Hemen iyi oldu.


Peygamberimize, (s.a.v.) bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Atik, bu yüzüğü bir kuyumcuya götür. Üzerine (Lâ ilâhe illallah) yazılsın.” buyurdu. Hz. Ebû Bekir yüzüğü alıp kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” yaz, dedi. Resûlullah (s.a.v.). böyle emretmemişdi, fakat Allahü Teâlânın ism-i şerîfi ile Resûl-i Ekrem’in ism-i şerîfinin ayrı olmasını uygun görmemişti.


Kuyumcu Hz. Ebû Bekir’in söylediği gibi yazdı. Hz. Ebû Bekir kuyumcudan alıp, Resûlullaha (s.a.v.) götürürken Hak Teâlâ Cebrâil Aleyhisselâma, “Çabuk git, Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekir ismini yaz, çünkü Ebû Bekir benim ismim ile Habîbimin isminin ayrı olmasını uygun bulmadı. Ben de Habîbimin isminden Ebû Bekir’in ismini ayırmağı uygun görmedim” buyurdu. Cebrâil Aleyhisselâm derhal yetişip, mübârek yüzük Hz. Ebû Bekir’in elinde iken ve haberi yok iken yüzüğe Ebû Bekir ismini yazdı. Sonra Ebû Bekir (r.a.) yüzüğü Sultân-ı enbiyâya teslim etti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekir Sıddîk) yazılı idi. Hz. Ebû Bekir’e bu yüzüğün üstüne yalnız Lâ ilâhe illallah yazılması söylenmişti. Halbuki fazla yazılmış hikmeti nedir? diye sordular. Hz. Ebû Bekir çok utandı, terledi. Bir cevap vermeden Cebrâil Aleyhisselâm gelip, Hak Teâlânın selâmını söyledikten sonra, Ebû Bekir’in kendi adının yazıldığından haberi yoktur, ben yazdırdım. Habîbim üzülmesin buyurduğunu söyledi ve olanları anlattı.


 


(devam edecek…)

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]