Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Ders veren meczuplar...
Gönderen : Çiğdem Seçkin Gürel
Tarih : 6/12/2014 4:56:11 PM


 


Aziz Babacığım, Çok Değerli Dostlar,


Hepinize af ve ihsanla karşılaşacağınız hayır dolu bir Berat Kandili diliyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.


 


 


 


 


Çiğdem Seçkin Gürel


 


 


 


KAHRAMAN MARAŞ’IN DERS VEREN DELİLERİ


 


 Hacı Aslan’ın delisi İbratom


 


Anadolu’nun her şeyi kendine hastı. Delileri de...


 


Ne kadar yıpranmış, örselenmiş olursa olsun, bir gönül medeniyetinin hâlâ devam eden derin tesirleri, delilerimizi de sıcacık kavramıştı.


 


Bu bakımdan da onların mantıksızlıklarında bile başka bir mantık aranır, anlaşılmaz davranışları dahi düşündürücü, uyarıcı, ibret verici bulunurdu.


 


Çoğu zaman, onların deli mi, veli mi olduğu bu sebepten tartışılırdı. Evet, Anadolu Anadolu iken orada yaşayan deliler de toplumun sevimli birer parçası idiler. Toplum dışına itilmezlerdi. Tam tersine, hayatın bir neşesi ve İlâhî rahmetin bir vesilesi sayılırlardı. Bu sevgi atmosferi mi sakinleştirirdi onları, bilemiyorum... Fakat bildiğim bir şey varsa o da delilerimizin, asla kötü olmadıkları, saldırganlık yapmadıkları ve zarar vermedikleri idi...


 


Benim tanıdığım en sempatik deli, Kahramanmaraş'ta, Hacı Aslan'ın delisi diye bilinirdi. Adı İbratom'dı... Temizliği çok severdi. Bu bakımdan da zamanının büyük bir bölümünü hamamda geçirirdi. Dudakları sürekli kıpırdar ama ne dediği anlaşılmazdı, özündeki mütebessim hüzünle, ürkek ürkek şehrin caddelerini arşınlayıp dururdu. Kış yaz ayakkabı giymezdi.


 


Uzun entarisinin içindeki pehlivan yapısına rağmen, yine de masum bir çocukmuş intibaını verirdi. Tombul yanakları daima aydınlık ve pespembe idi. Entarisinin iki kocaman cebi, gündelik rızkını taşımaya yeterdi.


 


Tanımadığı kimseden bir şey almaz, tanıdıklarına yaklaşarak, hüzünlü tebessümünü yoğunlaştırır, durup beklerdi. Verilirse alır, verilmezse adeta yere basmıyormuş hissini vererek, sessizce uzaklaşıverirdi.


 


Garip ve mağdur şehrimizin bazı yerlerine yeni sokak lambaları takılmış... Yarım asır öncesinin karanlığı biraz giderilmiş... Bu yeni lambalar onun da dikkatini çekmiş... Fakat merak işte... Bir gün, iki gün derken, üçüncü gün dayanamamış ve sapan taşı ile bu lambalara isabetli atışlar yapmış...


 


Acaba içindekileri mi merak etmişti, yoksa patlama sesini mi sevmişti, bilinmez...


 


Tabii, akıllı suçlular gibi, işini gizli yapmayı ya da kaçıp yakalanmamayı da düşünemez. Belediye zabıtaları onu tuttukları gibi, Başkanın önüne götürürler. Suç aleti sapan da elindedir. Daha bir kızarmış yanakları ve hüznü artan tebessümü ile kendisine verilen cezayı dinler.


 


O gün akşama kadar, belediye binasının bodrumunda katıksız hapse mahkûm edilmiştir. Akşam/mesai bitimi kapatıldığı odadan çıkarılıp salıverilir. Zaten, odanın kapısı kilitli değildir.


Belediye başkanına, bu suçu bir daha işlememek üzere söz vermiştir ama bir kaç gün sonra, yine eski merakı depreşir, dayanamaz ve bir kaç lamba daha patlatır.


 


Fakat bu defa onu kimse görmemiştir. Dolayısıyla da önceki gibi yakalanıp cezaya çarptırılması ihtimali yoktur. Ancak o, bu suçun cezasını bizzat yaşayarak öğrenmiştir. Bundan kaçmayı ve haksız olarak kurtulmayı düşünecek kadar da akıllı değildir. Doğruca belediyeye, başkana çıkar ve bodrumun anahtarını ister. Durumu anlayan başkan, duygulanır, anahtarı verir. Çünkü “Bu defa affettim, ceza gerekmez” dediyse de onu bir türlü ikna edemez.


 


Deli ya, iner aynı odaya ve akşama kadar, orada oturur. Böylece, kendi kendisini cezalandırır. Bu tavrıyla, acaba, ona deli diyenlere bir adalet dersi mi vermek istemişti, bilinmez!


 


Üstadı sarsan deli Ömer


 


Bir delinin, bir dehayı silkelemesi, uyandırması, kendine getirmesi mümkün müdür? Bunun birçok örneği olmakla birlikte, ben sadece ilk ağızdan dinlediğim bir tanesini bu satırlarla anmak istiyorum.


 


Rahmetli Necip Fazıl Bey anlatmıştı. Burdur'da bir vazife icabı bulunuyormuş. Küçük bir Anadolu şehri olan Burdur'un mütevazi bir otelinde, tam kendini uykunun kollarına bırakacağı sırada, odasını bir ses dolduruvermiş: “Burdurlu Ömer, adam olamadııı!”


 


Birden irkilmiş, uykusu kaçmış... Bu irkilten ses de zaten devam ediyormuş: “Burdurlu Ömer adam olamadıııı!”


 


Belli aralıklarla yankılanan bu nakarattan öylesine etkilenmiş ki, giyinip aşağıya inmiş ve bu sesin kime ait olduğunu sormuş. Otel kâtibi:


- Önemli değil beyim, demiş... Özür dilerim, rahatsız ettiğimiz için. Ancak, bunun belli bir süresi vardır. Tamamladı mı çeker gider, meczubun biridir, ama zararsızdır.


 


- Peki, başka bir narası yok mudur?


- Hayır, beyim. Sadece sizin de duyduğunuz gibi, kendisinin adam olamadığını haykırır durur.


- Fazla rahatsız olduysanız, gidip uzaklaştırayım, ama aslında süresi dolmak üzere...


Müslüman Şair:


- Hayır, der odasına çıkar ve iki elinin arasına aldığı başını yastığa koyamaz. Dudaklarında ise sürekli, “Maraşlı Necip adam olamadıııı!” nakaratı vardır.


 


Adam olamadığını söyleyen Burdurlu Ömer, adam olduğunu haykıranlardan çok fazla adam olduğunu göstermiş olmalı ki, şairimiz yıllar sonra bu sesin etkisinden kurtulamamış, kendisine göre gerçek adam olmanın yolunu araştırmış ve sonunda bulmuştu.


 


Sağolasın Burdurlu Ömer. Şimdi senin sesine toplumumuzun daha çok ihtiyacı var...


Bu hatırayı ilk duyduğum günden beri hep düşünmüşümdür, adam olamayan, adam olamadığını haykıran mıdır, yoksa adam olamadığının henüz farkında bulunmayan mı?


 


Onlar... Deli mi, veli mi olduğu tartışmalı olanlar, şehirlerimizin apayrı ve bambaşka renkleriydiler. Şimdikiler ise acı ve acıtıcı çirkin görüntüler...


 


İçkiyle, uyuşturucuyla ve benzeri çılgınlıklarla kendilerini zehirleyip ortalığa kötü örnekler olarak dökülenler, bize eski delilerimizi özletiyorlar...


 


VEHBİ VAKKASOĞLU


 


http://www.gulistandergisi.com/


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]