Sayın Mehmet Doğramacı,
6.2.2007 tarihli mailinizi aldım.
Efendim, telefonda sevgi dolu, saygı dolu, şefkat ve incelik dolu sesinizi duyduğum zaman yaşadığım sevinci ve heyecanı hiçbir kelime anlatamaz. Bir de buna mailiniz ilave edilince bana bayram sevinci yaşattınız. Allah sizden razı olsun. Sizi de sevindirenler çok olsun.
Efendim, bana rıza ve ümit arasındaki ilişkiyi soruyorsunuz. Bu insanlık kültür tarihi boyunca hep sorulmuş, bundan sonra da sorulacak olan bir soru. Belki düşünce tarihinin ve tasavvuf tarihinin aralarında çok ince nüanslar bulunan en önemli sorularından biri...
Efendim, bu soruya verilen cevapları kronolojik olarak incelersek ya hep ya hiç tavrının burada da egemen olduğunu görürüz. Bazı düşünürler, bazı mutasavvıflar hep bir tarafa ağırlık vererek tek yönlü çözümler üretmişler. Efendim demişler, karşılaştığınız sorun ne kadar ağır olursa olsun hep bekleyin. Bir gün çözüleceğini ümid edin ve bekleyin. Bu sabrı gösterirseniz birgün bütün meselelerin spontan olarak kendiliğinden halledildiğini göreceksiniz. Zaman en büyük tabibtir. Her sorunu çözer, her müşkülü halleder. Yeter ki siz dişinizi sıkın.
“Bekleyin, bekleyin,
Durmaksızın bekleyin
Bir gün unutulmuş bir aynadan
Bütün sevgiler size dönecek”
Bu, Gülten Akın’ın şiirinden bir parça. Ama realiteye dönelim. Şiirin içinde güzel, çok güzel. Tamam. Ama ya hayatın içinde. Acaba kayıtsız, şartsız her durum, her oluş karşısında teslimiyet mi? Bunun halli gerekiyor. Muhakkak halli gerekiyor. Bu belki hayatın en önemli meselesi. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde:
“Yaşama sevinciyle uyutulmuyor keder” der.
Meselenin çözülebilmesi için benim her zaman uyguladığım bir metod vardır. Müsaade buyrulursa olaya bu açıdan bakalım.
Ben bir müşkül karşısında kaldığım zaman, cevabını kitaplarda bulamadığım zaman Resulullah Efendimizin hayatına bakarım. Acaba O yüce Peygamber, meseleyi nasıl halletmiş? Ona bakarım. Yoksa şu şunu demiş, bu bunu demiş, ben şunu demişim. Bir noktadan sonra bunlar fazla birşey ifade etmez. Acaba bir meselenin halli için Peygamber Efendimiz sonuna kadar mücadele edip direnmiş mi? Hep beklemiş mi? Çok zaman öyle. Ama bazan tavır almış. Mesela Mekke’lilerin zulmü bir noktadan sonra Peygamber Efendimizi kesin karar almaya götürmüş. Mekke’den Medine’ye hicret etmiş. Bu hicret olayı son derece önemli bir konudur. Ama, son derece önemli. Eğer, birçok kimsenin iddia ettiği gibi hep beklemek, hep dişini sıkmak, hep içine atmak, hep tahammül etmek bir çözüm olsaydı o zaman yüce Peygamberimiz hicret etmez, mücadelesine ölüm bahasına da olsa Mekke’de devam ederdi. Ama bir yerden sonra hicret ediyor. Bazı kimseler hicret denilince yalnız Mekke’den Medine’ye göçmeyi düşünüyorlar. Ben olaya farklı bir açıdan bakıyorum. Evet, Mekke’den Medine’ye gidiş bir hicrettir ama aynı zamanda zulümden, özgürlüğe, karanlıktan aydınlığa, ıstıraptan sevince, çileden mutluluğa gidiş de bir hicrettir. Bu misalleri sabaha kadar çoğaltabiliriz.
Ebu Lehep, zulmetti Peygamberimize. Zulmetti. Zulmün dozajı gittikçe arttı. Ama biryerde Allah’ın da sabrı taştı. Rahmetli Münir Hocam, “Gayretullah’a dokundu” derdi. Birdenbire bir şimşeğin çakışı gibi titreten, ürperten bir sure indi. “Tebbet yeda Ebi Lehebin ve teb”, “elleri kurusun Ebu Leheb’in”. Bu ayet beni hep titretir, ağlatır. Bugün katolik dünyasında boşanma yasak. Şartlar ne olursa olsun o birliktelik sürdürülecek. İslamda öyle değil. Şartlar belli bir sınırı zorlayınca boşanma helal oluyor. Evlilikten kasıt nedir? El ele, diz dize, gönül gönüle vererek bir güzelliği paylaşmak, bir mutluluğu yaşamak. Ama bu durum karşı tarafın yanlış tutumuyla, yanlış anlayışıyla, yanlış değerlendirmesiyle imkansız hale geliyorsa, kavgaların, münakaşaların, acısözlerin, küçük görmelerin, hor ve hakir görmelerin sonu gelmiyorsa bir de buna kaba kuvvet ekleniyorsa müsaade edin bu evlilik biter.
Bilmem efendim durumu anlatabiliyor muyum? Bu karar verilecek nokta son derece hassas, son derece ince. Kıldan ince, kılıçtan keskin. İşte gerçek kültür budur. Gerçek olgunluk budur. Gerçek insanlık budur. Öyle çok bilmiş bir tavırla ukala ukala “sık dişini evladım, ölünceye kadar, mahvoluncaya kadar dişini sık” demek bana göre kemal değildir. İşin kolayına kaçmaktır. Gülten Akın bir şiirinde:
“Eş, dost uğruna ömrün
Tanıdık, tanımadık uğruna” der.
Bir dostlukta, bir arkadaşlıkta karşınızdaki insan mütemadiyen, sonu gelmeyen bir şekilde sizi yargılar, sorgular, uyarırsa siz buna ne kadar dayanabilirsiniz? O zaman bu dostluktan çıkıp efendi-köle ilişkisine dönüşmez mi?
İnşallah düşündüklerimi ifade edebilmişimdir. Yine şüpheli bir nokta kalmışsa sormanızı istirham edeceğim.
Yeni maillerinizi bekliyor, selam, sevgi ve saygıların hiç bitmeyecek olanını sunuyorum.
Sabri Tandoğan
Sayın Sabri Tandoğan'ın cevaben yazdıkları :
Bir yere kadar yaşamak güzel, ama bir yerde ölüm güzel oluyor Yazan Mehmet Doğramacı
Cvp: Bir yere kadar yaşamak güzel, ama bir yerde ölüm güzel oluyor Yazan Sabri Tandoğan