.
Merhaba Saygıdeğer Büyüğüm
Hürmetle ellerinizden öpüyorum. Mailime verdiğiniz cevap için çok teşekkür ederim. Şüphesiz Sizin güzel bakışınız ve düşünceleriniz yazılanlara anlam ve güzellik katıyor.
Müsaadenizle yaşadığım bir olayı paylaşmak istiyorum bu mailimde...
Ramazan ayının ilk günleriydi. Allah rızası için;Birlikte ibadet etmenin zevkini tadabilmek, uluhiyet duygusunu daha çok yaşayabilmek için camiye teravih namazı kılmaya gidiyordum. İlk günler hakikaten güzeldi. Camiden ayrılırken içim anlatamıycağım güzel duygularla dopdolu oluyordu. Yine bir akşam iftardan sonra heyecanla camiye koştum. O gün canımı sıkan olaylar yaşamıştım o yüzden daha çok ihtiyacım vardı . Fakat ne yazık ki cami çoluk çocukla doluydu. Kimisi annelerinin denetimi altında sessiz oturuyordu. Ama çoğu yerinde duramıyor, bir aşağı, bir yukarı inip çıkıyor, koşuyor, konuşuyor, gülüşüyorlar... Sanki orası çocuk parkı, oyun alanı imiş gibi... Namaza bir türlü adapte olamadım. Birkaç kez sessiz olmaları için uyardım , ama dinlemediler. . Namazın bitmesine kadar zor dayandım. Zaten hiç kimsenin o gürültüde namazından birşey anladığını sanmıyorum. Vitir namazı da kılındıktan sonra , daha fazla sabredemedim. "Biz sizi dinlemeye mecburmuyuz" diye bağırmışım çocuklara... Camide çıt yok. "Burası cami... Çocuk parkı değil" Sonra da annelerine hitaben "Çocuğuna önce camide nasıl davranılması gerektiğini öğret öyle getir... Başımızın üzerine oturtalım"
Hoca'da susmuştu. Tabii ben camiden ayrıldım. Sonra Hoca Efendi duasını okudu.
Ne Hakları var bizim huzurumuzu bozmaya. Oysa ne umutlarla gelmiştim camiye... Ne oldu... .
Ertesi gün iftara davetli idim. . İki gün sonra tekrar aynı mescide gittim. Ne uslusu , ne yaramazı hiç çocuk yoktu. Sessiz, sakin, edep ve huşu içinde namazlar kılındı. Uyarım etkili olmuştu. Fakat içimden "Sözlerim uslu oturan çocuklar için değildi" diyordum.
Birkaç gün önce, Diyanet İşlerinin bir açıklaması beni epey sarstı. "Çocuklar camiye gitsin, istediği gibi hareket etsin, koştursun" diye beyanat vermişler. Camiye gitmenin bir adabı erkanı olduğundan ise hiç bahsedilmiyor. Çocuk olsun, genç olsun veya yetişkin olsun, ibadet edilen bir yerde edebe aykırı davranışlarda bulunmak nasıl hoşgörülür benim aklım almıyor. İnsanlar oraya biraz huzur, sükun bulmak için gidiyor. Cami çocuk parkı değil ki... Acaba ben mi yanılıyorum... Yoksa toplum mu yanıltılıyor. . İşin içinden bir türlü çıkamadım. Bu hususta bizi aydınlatacak değerli fikirlerinizi istirham ediyorum.
1- Size göre camiye gitmenin bir adabı var mı?
2- Çocuklar camide istediği gibi koşabilir, bağırabilir mi?
3- Çocuklar camiye neden gelmeli? Geldiği taktirde nasıl davranmalı ki dini duyguları gelişsin istifade etsin.
Efendim şimdiden teşekkür ediyor , hürmetle mübarek ellerinizden öpüyorum. Cümle dostlara selamlar...
Selam, sevgi ve saygıların en sonsuzu ile...
Gönül Dostu
Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz’nin cevaben yazdıkları :
Sayın “Gönül Dostu”,
15.9.2008 tarihli mailinizi aldım.
Kıymetli yavrum, o kadar haklısın ki ben de aynı ıstırabı bütün yoğunluğuyla içimde duyuyorum ve ağlıyorum. Bir ülkenin eski bir Diyanet İşleri Başkanı, “Bırakın” diyor, “çocuklar caminin içinde diledikleri gibi koşsunlar, oynasınlar, bağırsınlar.” Eğer bugünlerde ölürsem sebebi o Diyanet İşleri Başkanı olacak. Ve ben ondan dünyada da ahirette de davacı olacağım. Ne kadar acı bir söz bu. Cami, çocuk parkı mı, oyun bahçesi mi, kum havuzu mu? Önemli olan sadece bedenen camide bulunmak mı? Orada birtakım ritülleri tekrarlamak mı? Yoksa orada edebi, inceliği, zarafeti, hanımefendiliği, beyefendiliği öğrenmek mi, önce bunu anlasak. Çocuk, caminin içinde deli gibi koşturmakla acaba yarının dini hafife alan inançsızlarından, saygısız edep yoksunlarından biri olmaya doğru ilk adımı mı atmakta. Ne olur, önce bu meseleyi halletsek. Çocuk, daha önce evde anne, baba tarafından, abla, ağabey tarafından, hala, teyze tarafından edepli olmaya, saygılı olmaya , huşu duymaya, ürpermeye, maneviyatın sonsuz güzelliğini yudum yudum tatmaya hazırlanmalı değil mi? Efendiler, dini birtakım ritüllere mahkum ettiniz de ne kazandınız? Bunu hiç düşündünüz mü? Bir Müslüman eğer bir gayrimüslümde, bir inançsızda sevgi, saygı, edep, huşu, hayranlık uyandırmıyorsa, onun gibi olmak aşkını içinde hissettirmiyorsa yaptığı ibadet neye yarar? Aziz hocam, rahmetli doktor, operatör Münir Derman Hazretleri namazı sadece yatıp kalkmak olarak algılayanlara bakarak “Yazık” derdi, “bunlar namaz kılmıyorlar. İsveç cimnastiği yapıyorlar.” Efendim, ben hocalarımdan hep bunu gördüm. Rahmetli Ömer Efendi Hoca’dan Paşa Dede Hazretleri’nden Hasan Burkay Hazretleri’nden, Mamak’lı Ahmet Kayhan Hazretleri’nden, annemden, babannemden, Azize Anne’den, Ayten Kale Hazretleri’nden hep bunu gördüm. Din, bir aşktı, din bir heyacandı, ürperişti, edepti, saygı idi, huşû idi... Bir çocuk henüz akıl bâliğ olmadan bu huşûyu melek kalbinde hissedemezse, o aşkla ürperemezse siz onun ileride güzel bir müslüman olacağını söyleyebilir misiniz? Ben söyleyemem. Çünkü olamaz. Birtakım ritüellerin tekrarı, birtakım şekiller, birtakım merasimler önce kendimizi sonra başkalarını aldatmaktan başka ne işe yarar? Ne olur, olaya bir aşk, bir heyecan, bir ürperiş olarak bakalım. Şu şekilciliği bırakalım. Bir hoca müsveddesi, televizyonda çağdaşlık, ilericilik uğruna bir cinayet işliyordu. Çocukların anne babalarını huzur evlerine fırlatıp atmalarını normal karşılıyor, “Olabilir” diyordu. “Arada sırada ziyaret edin yeter” diyordu. Bu beni çılgına çevirdi. Annesine, babasına saygılı, onlara “üf” bile demeyen bir ateiste bu hoca geçinen herif kurban olsun. İşte o ilahiyatçının istediği çağdaş hoca. Olmaz olsun, yerin dibine batsın. Ben beklerdim ki hoca efendi aslanlar gibi kükresin. Kim ki anasını, babasını cami avlusuna bırakılan bir piç çocuk gibi huzur evine fırlatıp atarsa o şerefsizdir, alçaktır, namussuzdur, cehennemliktir. Ama çağdaşlığı, ilericiliği kimselere bırakmayan o hoca müsveddesi bu yiğitliği gösterebilir mi? Ne gezer.
Değerli yavrum, lütfen dini yatıp, kalkmak, şekiller, merasimler olmaktan kurtaralım. Onu bir aşk, bir heyecan haline getirelim. Bunu bugün de böyle yaşayan insanlar var. Onlar, içlerindeki Allah aşkıyla, insan sevgisini tevhid eden ne güzel insanlar. İnsana sevgi, insana saygı duymayanlar acaba insan sıfatına layık mıdırlar. Tek istisna olmadan bütün insanları, bütün hayvanları, bitkileri, eşya ve cemadâtı Muhammedî bir aşkla kucaklamak varken yalnız nefsini düşünen, birtakım ritüelleri takrarlamakla cennetlik olduğunu sanan kimselere de yazık değil mi? Şunu unutmayalım ki edebi olmayanın saygısı, zarafeti, inceliği olmayanın dini de olamaz. Eğer oluyorsa ona da din denmez. Yıllarca önceydi. Bir gün işimden çıkmış Hacı Bayram’a gitmiştim. Bir kitapçıda yeni gelen eserleri inceliyordum. Dükkanda 5-6 kişi vardı. Sık sık gelen, tasavvufi kitaplar alan bir Alman mühendis de orada bulunuyor, aldığı bir kitabın parasını ödüyordu. Bir zat, Almana döndü, çok sert ve çok kaba bir şekilde “Hem Müslüman olmuyorsunuz, hem de tasavvuf kitabı okuyorsunuz, bu ne biçim iş?” diye gürledi. Alman mühendis, bu adama döndü, “Efendim”, dedi, “ben Müslüman denince Yunusları, Mevlanaları, Hacı Bayramları hatırlıyorum. Ama onlar gibi olmaya şimdilik gücüm yetmiyor. Öyle olmaya çalışıyorum. Sizin gibi Müslüman olmaya da benim ihtiyacım yok.” Otuz yıl önce işittiğim bu sözü hiç unutmadım. Sık sık hatırlarım. Ben camide it gibi koşacak kadar aile terbiyesinden, görgüsünden, inceliğinden uzak çocukların iyi bir Müslüman olacağına inanmıyorum. Dini duyguya önce edeple, saygıyla, huşuyla ulaşılır. Aşkla ulaşılır.
Japonların çay törenleri vardır. Merak eden olursa uzun uzun anlatırım. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, önemli olan orada bir bardak çay içmek değil, edebi, saygıyı, inceliği zarafeti huşû ile mana alemine yaklaşmayı öğrenmektir. Çay bir vesiledir. Bu örnekle bilmem ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum?...
Selam, sevgi ve saygı ile.
Sabri Tandoğan
Aziz Ruhuna Fatihalarla