.
Kıymetli yavrum,
Bazı kimseler hep ömrünün telaşla, koşuşturmayla geçtiğini anlatır. Ne yazık ki bu hemen hepimizin yaptığı bir genel hata. Şair Özdemir Asaf
“Beni bu telaş mahvedecek”
diyordu. Hep düşünmüşümdür bu telaş niye? Hepimiz şu dünya üzerinde gelip geçici misafirler değil miyiz? Hani Türkiye’nin en zenginleri olan Vehbi Koç, Sakıp Sabancı giderken ne götürdüler, biz ne götüreceğiz? Bu telaş niye? Hepimiz bir ağaç altında konaklayan yolcular gibi değil miyiz? Ne olur bir süre şöyle bir düşünelim, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde
“Bırakın işleri güçleri şöyle bir yana
Toplanın köylere, şehirlere, ülkelere
Ucu semaya değen ağaçları dinleyin
Düşünen başınızı koyup yere”
diyor. Ne olur bizler de öyle yapsak, hiç olmazsa bir süre koşuşturmayı bıraksak, telaşı bıraksak. İrili ufaklı bütün işlerimizi aşkla yapsak. Soframızı aşkla hazırlasak, yemeğimizi aşkla yesek. Sonra bulaşığımızı aşkla yıkasak, elbisemizi aşkla giysek. Alış verişimizi aşkla yapsak, günlük işlerimizi aşkla yapsak ve gece başımızı yastığımıza aşkla koysak. Biz telaşın çocuğu değil, aşkın çocuğu olsak.
“Seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyebilsek.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Ve bir an yaşıyorum
Bütün bir ömre bedel” diyor.
Biz de bütün anlarımızı böyle yaşayabilsek, bütün iyiniyetimize rağmen tanıştığımız ilk andan itibaren sevgi, saygı duyduğumuz, anısını içimizde sımsıcak yaşattığımız bir meslektaşımızı akşamki sınıf arkadaşımız avukat Nevin Esmersoy’un resim sergisinde görsek ve o bizi görür görmez başını çevirse ve biz onu yine de sevmeye, saymaya, onun içi hayır dua etmeye devam etsek. İşte aziz dost, mesele burada. Başkaları kavramını kafalarımızdan çıkarsak, başkaları yok karşımızda her an değişen Allah’ın tecellileri var, bu da bir sınav desek, tebessüm etsek ve aklımıza gelen Geothe’nin meşhur mısraını tekrarlasak
“Güzel kız, seni seviyorsam sana ne?”
Eğer biz günlük hayattaki davranışlarımızı etki-tepki kuralına göre ayarlarsak argo tabiriyle “ayvayı yedik” demektir. İşte burda kaybediyoruz. Başkaları bizi beğenir, beğenmez, sever, sevmez, kabul eder, kabul etmez, bundan bize ne? Bu onların sorunu değil mi? Biz ne yapacağız, kollarımızı açacağız ve
“Ben cihanın altın terazisine
Ağırlığımca sevgi vermişim
Ses edin uzak milletlerin gençleri
Bütün antenlerimi germişim”
diyerek bütün kainatı tek istisna olmadan insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle, eşyasıyla kucaklıyacağız. “Sevmek en güzel huyum” diyeceğiz. Peki buna mecbur muyuz? Bana göre evet, mecburuz. Eğer son anımızda dünyaya veda ederken büyük bir sükunet, edep, tevazu ve saygı içinde
“Sevginle gireceğim toprağa
Sevginle çıkacağım topraktan”
demek istiyorsak buna mecburuz. Atila İlhan bir şiirinde
“Ben sana mecburum, sen bilemezsin” diyordu.
Efendim, bana göre hayat yalnız aşktan ibaret, gerisi hikaye. Aşkı teneffüs edeceğiz, aşkı giyeceğiz, kuşanacağız, aşkı dinleyeceğiz, aşkla konuşacağız, kendimiz aşk olacağız ve birisi bizi caddede yürürken görünce “ Ne o aşk, nereye gidiyorsun?” diyecek. Görmek, aşk olacak, okumak aşk. İbadet aşk, iştiğimiz su aşk, ölümümüz bile aşk olacak. Sabahleyin kalvaltı ettiğimiz kapları yıkarken öyle aşk duyacağız ki onları aşkla elimizde tutup, aşkla öpeceğiz. Şimdi size soruyorum, böyle bir dünyada telaşa yer var mı? Aşk ve telaş biraraya gelir mi? Bir insan sevdiği bir insanı aşkla öperken telaş etmek biraz komik olmaz mı? Biz de günün bütün anlarını her mekanda, her zamanda aşkla yaşarsak o zaman mesele kökünden halledilmiş olur. Benim de sizden istirhamım bu olacak. Hayatta tek gerçek var, tek realite var, sevmek, sevilmek. Gelin, biz de Bethooven’in dokuzuncu senfonisinin koro kısmında olduğu gibi el ele tutuşalım ve hep beraber en gür sesimizle haykıralım
“Birleşiniz insanlar, kardeş gibi olunuz”
Efendim, size selam, sevgi ve saygıların en içten gelenini sunuyor, hayır dualarınızı bekliyorum...
Sabri Tandoğan Efendi Hz. (Sabri Baba)
Aziz Ruhlarına Fatihalarla