Bir Örnek Yaşantı, Bir Örnek İnsan: SABRİ TANDOĞAN (SABRİ BABA)
– Efendim, siz çocukluğundan itibaren her dakikasının hakkını vererek yaşamış ender kimselerden birisisiniz. Yaşama sanatının en güzel bir ustasısınız. Bunu sizin çeşitli zamanlardaki sohbetlerinizden ve yazılarınızdan öğreniyoruz. Biz de bugün sizin bu çok özel yaşanmış hayatınızdan kesitler sunmak istedik örnek olması düşüncesiyle.
Bunun için müsaadenizle çocukluk, hatta bebeklik yıllarınızla başlayabilir miyiz? O günlere ait ilk hatırladıklarınız nelerdir?
Bir buçuk yaşımdan itibaren olayları hatırlarım. Meselâ Ermenek’e gelmiştik, o yolculuk hatırımdadır. Yine hatırlıyorum, beni uykuya yatırırlardı ama ben uyumazdım. Ampule bakardım. Gözüme ışıklar akardı. Bayılırdım o çizgi çizgi ışıklara. Uyumaz, hayran hayran onları seyrederdim.
– Çocukken de mi az uyurdunuz?
Evet.
– Rahmetli Sabiha Anne sizin doğduğunuz zamanlarla ilgili özel olarak neleri hatırlar, anlatırdı?
Ben doğmuşum. Annem rüyasında benim göbeğimden bir ağaç çıktığını görmüş. O ağaç büyüyerek bütün dünyayı kaplamış. Ben anne sütü almamışım bebekken. Onun yerine bana fosfatin falyer adlı bir mama yedirmişler. Bir gün annem eczaneye gitmiş mama almak için. Parası bütünmüş. Adam “sonra ödersiniz” deyip mamayı vermiş. Annem eve gelmiş, bana o mamadan pişirmiş. Çok aç olmama rağmen yememişim. Annem şaşırmış, bunda bir hikmet var diye düşünmüş. Sonra adamın parasını götürmeyi unuttuğunu hatırlamış ve sabahleyin hemen götürmüş. Sonra gelmiş, bu sefer mamayı almışım. Bunun izahı mümkün değil tabi. Belki ben o zaman mamadan yeseydim, annem parayı vermeyi tamamen unutacaktı.
– Okuma aşkınız ne zaman başladı?
Henüz üç buçuk yaşındaydım. Nasıl oldu bilmiyorum, okuma yazma öğrenmek istedim. Alt katta bir komşumuz vardı. Üç öğretmen kızı vardı: Şöhret Abla, Sebahat Abla, Münire Abla... Onlar her sabah okula gitmeden önce gider “Bana okuma yazma öğretin.” derdim. Bir iki, baktılar olacak gibi değil, sonunda öğrettiler. Bir haftada öğrendim.
– Okul hayatınızda arkadaşlıklarınız nasıldı? İyi arkadaşlarınız var mıydı?
Ben herkesle iyi geçinirdim. Ama seçilmiş bir yalnızlığım vardı. Baktım hayatın gidişine, insanlara, yalnızlık bana güzel göründü. Evimizin terasında benim bir çadırım vardı. Yazları orada yaşardım. Yemeğim çadırın önüne bırakılırdı. Uzun uzun düşüncelere dalardım.
- Tefekkür ederdiniz yani?
Evet. Düşünürdüm: Niçin yaşıyoruz, neden dünyaya geldik, yaşamamızın gayesi nedir? Sürekli düşünürdüm... Ama öğlene kadar da çocuklarla çılgınca top koşturmuş olurdum. Öğlene kadar çocuklarlaydım, öğleden sonra kendimle yani... Öğlene kadar çocukluk, öğleden sonra ihtiyarlık... Şimdi Türkçe’de münzevi diyorlar. Öyle tek tip değildim.
– Bu çadır fikri de nereden çıkmıştı, kim öğütledi?
Hiç kimse. O yaştaki çocuğa kim ne der?
– Peki anne babalar çocuklarını tefekküre yönlendirmeli mi o yaşlarda?
Bu zorla olmaz. Ama çocuk güzel sorularla düşünmeye teşvik edilebilir. Meselâ ağaç nedir, aklına nasıl birisi geliyor iyi insan denilince gibi sorular ona sorulabilir.
– Anneniz çalıştığı için size babaanneniz bakmış. Ondan çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz hep. Nasıl bir kimseydi babaanneniz?
Babaannem yirmibeş yaşında iken en büyüğü onüç yaşında olan, biri de karnında beş çocukla dul kalmış bir hanımdı. Uzun boylu ve heybetli idi. Dedem vefat edince nakış yapmaya başlamış babaannem. En büyük oğlu olan babam da Ermenek’ten ceviz alır, at sırtında Anamur’a, Mut’a götürür satar, oradan da Ermenek’te para edecek mallar alır, getirirmiş. Bir kış günü, at sırtında giderken gece olmuş. Kar bastırmış. Babam Toroslarda yüksek dağ geçitleri olan yollardan geçerken iyice korkmaya başlamış, titriyormuş. O arada bir yaşlı adam belirmiş, yaklaşmış. “Yavrum,” demiş, “hiç korkma. Şimdi gözlerini kapat. Kendini sabaha Anamur’da bulacaksın.” Sonra birden gözden kaybolmuş. Babam dediklerini aynen yapmış adamın, sabah gözlerini açtığında at sırtında Anamur’a giriyorlarmış. Hızır Aleyhisselam’mış o gece yanına gelen kimse.
Babaannem bütün çocuklarını okutmuş, yetiştirmişti. En son da beni yetiştirdi. Bana göre veli bir hanımdı. Bana hâl diliyle örnek oldu. Hiçbir zaman bunu neden böyle yaptın demedi. Bir gün akşama misafir gelecekti. Babaannem arabaşı çorbası pişirmişti. Tencereyi sobanın yanına getirdi. Ben de içerde o zamanların plonjonları ile meşhur kalecisi Cihat Arman’ı taklit etmeye çalışıyorum. Topa atlayıp yakalayım derken, ayağım çorba tenceresine takıldı. Bütün halı çorba oldu. Orada dondum, kaldım. Kımıldayamıyordum. Babaannem hiçbir şey demedi. Önce halıyı bir güzel temizledi. Sonra giyindi, çıktı, yeniden malzeme almış, geldi. Çorbayı yeniden pişirdi.
Misafirlere çeşit çeşit yemekler yapar ama kendi ekmek ceviz yerdi. Bir gün sordum, “Babaanne,” dedim, “evde bir sürü yemek var, niye ekmek ceviz yiyorsun?” “Yavrum,” dedi, “ben bunu sana anlatamam ki.” Sonra anladım ki, babaannem riyazet yapıyordu. Yere düşürdüğü bir tek pirinç tanesini bile mutlaka arar bulurdu. Bir gün yine böyle düşürdüğü bir pirinç tanesini ararken “Amaan babaanne,” dedim, “niye bir pirinç tanesi için kendini bu kadar yoruyorsun?” O güne kadar beni hep seven, okşayan babaannem birden sertleşti, “Ooo, küçük beyimiz sobanın yanında oturmuş ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü, ne kadar zorluk çekiyorlar haberin var mı?” dedi. O kadar utanmıştım ki. Yıllar sonra “Acı Pirinç” filmini seyredince, pirinç işçilerinin çilesine tanık olunca babaannemi daha iyi anladım.
Onun birçok sözleri hâlâ hatırımdadır:
“Allah, kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncanın bile rızkını düşünür.”
“Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar.”
“İt tekkeyi (takkeyi) ne yapacak, dingilderken düşürür.”
“Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.”
“O kırk puşttan kırk muşta yemiş.” (hayat tecrübesi çok olan kimseler için)
“Bir elin âsâ, bir elin kese olsun.” (kızdığı kimselere)
“Kuyruğu tava sapına dönmüş” (bir işten çok keyif almış kimseler için)
…
Babaannem, anneme çok büyük saygı gösterirdi. O içeri girince oturduğu yerden ayağa kalkar, “Buyur, Sebihanım” derdi. Annem de babaannemi çok sever, “Anneciğim, lütfen rahatsız olmayın, ben siz ayağa kalkınca çok rahatsız oluyorum” derdi. Babaannem, “Ah yavrum, ben gelinime ayağa kalkmayacağım da kime kalkacağım” diye cevap verirdi. Annem, babaannem için “O benim annem” derdi. Annem kendi annesini altı yaşında, ablalarını yedi yaşında kaybetmişti.
Ben, ne annemle babaannem arasında, ne de kendi eşimle annem arasında gelin-kaynana kavgasına şahit olmadım, çok şükür.
– Efendim, sizin ilk öğretmenleriniz babaanneniz ve anneniz olmuş, hâl diliyle örnek olmuşlar size. Peki ilkokula başladığınızda neler hissettiniz? Aradıklarınızı bulabildini z mi okulda?
Hayır. Çünkü ben ilkokula başladığımda bir kitaplık dolusu kitap okumuştum. Öğretmen tahtaya harfleri yazdı. Ben gülmeye başladım. Hoca, “Madem öyle, gel bu kitabı oku bakalım” dedi. Meğer o aralar Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserini okuyormuş. Başladım okumaya. Hoca şaşırdı, “anlaşıldı,” dedi, “biz ders yaparken sen şöyle otur, istediğini oku. Bu kitabı tiyatro sanatkârları bile bu kadar akıcı okuyamazlar” dedi. O zamanlar sınıf atlama yoktu, mevzuat uygun değildi.
Okul hayatım hep bu şekilde devam etti. Bir gün lisede sömestr tatiline girmeden, hoca, “Tatilde Fransız İhtilâlini kitaptan çalışın gelin, dönüşte anlattıracağım” dedi. Ben gittim, Albert Sorel’in üç ciltlik “Fransız İhtilâli” adlı eserini aldım, okudum. Sömestr tatili bitti. Hoca derste sordu, kimler hazırlandı diye. Herkes başını önüne eğdi. Ben el kaldırdım. Tahtaya çağırdı. “Fransız İhtilâline geçmeden önce” dedim, “bu ihtilâli hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere bir göz atalım.” Bunu duyunca hoca şaşırdı. Laz Hayri derlerdi, çok iri bir adamdı. Sınıfa önce göbeği, biraz sonra da kendisi girerdi. “Yavrum” dedi, kürsüyü gösterdi, “ayakta kalma, gel buradan anlat, senin yerin burası.” Tam dört saat konuyu anlattım. O zaman daha lise ikideydim. Hukuk Fakültesinde de durum değişmedi. Genel sınavlar yapılırdı, tek tek sözlü sınav için jüri önüne çıkılırdı. Herkes salonun dışında elinde kâğıtlarla telâş içinde ezber yaparken, ben cebimden şiirler çıkartır, onları okurdum.
– Henüz ilkokuldayken bile arkadaşlarınızın dertlerine çare arar mışsınız?
Evet, meselâ gelirlerdi, “babam çok dövüyor, ne yapayım?” derlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Ben de onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini anlatırdım.
– Çocuk yaşlarda olmanıza rağmen bu nasıl oluyordu?
Çok küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir gözlemciydim. Annem beni alır misafirliğe götürür, bir sandalyeye oturturdu. Onlar sohbet ederken, ben oradan bütün hanımları etüd ederdim: “Bu hanımın mutfağı nasıldır, evi temiz midir, güzel yemek yapar mı, kocasıyla ilişkileri nasıldır...” Tabi bunları kimseye anlatmazdım... Bu bir ömür boyu devam etti.
Beş yaşındaydım. Arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. Komşumuzun kızına görücü gelecekti. Yanımızdan geçtiler, eve girdiler. Damat adayını hiç gözüm tutmadı. Bakışları hoşuma gitmemişti, bir tuhaftı. Görücü gelen kızın annesi, kocasına “Bey, bir de komşunun oğlu Sabri’ye sorsaydık, damat adayı hakkında ne düşünür diye” demiş. Adam da “Kafamı kızdırma hanım, kız verirken elin beş yaşındaki çocuğuna mı danışacağız” diye kadını azarlamış. Annemle akşam konuştuk. “Anneciğim,” dedim, “o evlilikten hayır gelmez. Çünkü o adam sapık.” Hakikaten de kız altı ay sonra adamdan boşandı, sapık diye. İşte şimdi bunu akılla izah etmeye kalksanız, akıl orada durur.
Yeni evliydik. Bir gün eve geldim, Rânâ’nın arkadaşları vardı salonda. Kısa bir süre salona bir şey almak için girip çıkmam gerekmişti. Sonra akşam Rânâ sordu, “Nasıl buldun arkadaşlarımı?” dedi. “Hangisini?” dedim. “Meselâ köşede oturan” deyince, ona tam üç saat o hanımı anlattım. Rânâ şaşırdı, “Önceden onunla bir tanışıklığın mı vardı yoksa” diye sordu. Oysa o hanımı sadece bir kez görmüştüm, o içeri giriş çıkış sırasında. Halen de ilk gördüğüm insanı hemen tahlile başlarım.
– Bir de çok yardımsevermişsiniz çocukken?
Ha, evet. Mahallemizde Karyağdı Türbesi’nin yanına belediye hurda bir otobüs bırakmıştı. Orayı ispirtocular ikametgâh yapmışlar. Ben harçlığımla onlara simit alır götürürdüm. Bir gün baktım birisi üşütmüş. O günlerde daha okula gitmiyorum. Yakında da sünnet olacağım. Annem bana çok özel bir Avrupa kumaşından yorgan diktirmişti, o benim üzerime örtülecek. Çok güzel pembe bir yorgan. Daha onun kumaşı kadar güzel bir kumaş hiç görmedim. Hemen eve geldim, yorganı kaptığım gibi ispirtocuya götürdüm. Üstünü örttüm. Sonra harçlığımdan aspirin aldım, adama içirdim. Posta Caddesi’nde Başkent Eczanesi vardı o zaman. Adam sonra iyileşmişti. O akşam evde olanları bir bir anneme anlattım. Annem bana baktı, “Aferin yavrum” dedi. Eğildi, beni alnımdan öptü. “Çok iyi etmişsin. Yalnız, bu yorgan işini baban duymasın. Evde olay çıkar. Biz gidelim, başka bir yorgan yaptıralım” dedi.
Bir gün de geldim baktım, mahallenin çocukları toplanmışlar, aralarında para toplamışlar, o ispirtocuya “Eğer bize biraz oynarsan bu paraları sana veririz” demişler. Etrafını çevirmişler. Adamcağız hem oynuyor, hem gözlerinden akan yaşları siliyor, ne hallere düştük diye. Hemen cebimde ne kadar harçlığım varsa çıkardım, çocuklara dedim ki “Bu para sizinkinden fazla.
Alın, adamı rahat bırakın.” Sonra adamı otobüse geri gönderdim.
Bir gün annem bana “Oğlum, kalk seni gezmeye götüreceğim, ayakkabılarını boyat” dedi. Hemen boyacıya koştum. Ayakkabılarımı boyattım. “Ne vereceğim?” dedim. Adam, “Ağalığına kalmış beyim” dedi. Ay bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. Çıkardım, cebimde ne var ne yoksa adama saydım.
İşte böyle. Benim çocukluğum bir film gibiydi. Bakarsınız bir gün bir senaristin eline geçer de bunlardan bir film yapar.
– Annenizin sizin eğitiminizde çok büyük yeri var değil mi efendim? Meselâ o yorgan olayında gösterdiği asil davranış ne güzel. Bugün kaç anne bunu yapabilir?
Öyle. Annem edebiyat öğretmeniydi. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Beni de çok küçük yaşlardan itibaren hayata hazırladı. O benim kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan olmamı istiyordu. Beni ona göre yetiştirdi. Beş yaşındaydım, “Haydi oğlum” dedi, “sen artık delikanlı oldun, kendi kahvaltını bundan sonra kendin hazırla.” Bu söz bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. O günden sonra kendime sabahları tereyağında yumurta yapar, bal tenekesinden bir tabak bal çıkarır, çorba kaşığıyla yerdim. İlk çorbamı beş yaşındayken yaptım. Pirinç çorbası; domatesli, maydanozlu. Tadı hâlâ damağımdadır.
Annem bana geceleri saat onikide tahta fırçasıyla merdiven fırçalatırdı. Sabaha tertemiz kurumuş olsun diye. Evin bütün işlerine bakardım annem okula gidince. Temizlik, alışveriş, odun kırma, yemekler için ön hazırlık... Komşular “Aman Sabiha Hanım niye o küçücük çocuğa eziyet ediyorsun?” derlerdi. O da “Siz benim işime karışmayın, ben oğlumu hayata hazırlıyorum” diye cevaplardı.
Bir gün sofraya bamya geldi. “Ben bamya yemem” dedim. Sandım ki annem bana başka bir şey hazırlar. Ama annem öyle yapmadı. “Sen bilirsin,” dedi, yemeği önümden aldı. Onlar afiyetle yediler. Ben kaldım aç karnına. Akşam da bir şey yiyemedim. Sonra gece el ayak çekilince dolaptan bamya tenceresini çıkardım, bamyaları mideye indirdim. O günden beri en sevdiğim yemek bamyadır. Annem orada bana çok büyük bir ders vermişti. Çocuk ailenin şartları neyse ona uyması gerektiğini bilmeli. Annem de bu düşünceyle hareket ediyordu.
Yıl sonunda, ilkokulda sınıf birincisi olmuştum. Gururla geldim, anneme söyledim. Beni bu halde görünce şımarmayayım diye hiç yüz vermedi, “Ne yapalım,” dedi, “birinci olduysan, karın sevinsin.”
Bir gün beni tek başıma lokantaya yemek yemeğe gönderdi, orada da usûl öğreneyim diye. Gittim, oturdum. Alaburus tıraşlı bir garson geldi. “Ne yiyeceksin bakalım” dedi. Ben de “kuru fasulye istiyorum” dedim. Getirdi. Sonra yemek bitince geldi. “Doydun mu?” dedi. “Doymadım” dedim. “Ne getireyim?” dedi. Bu sefer de taze fasulye istedim. Garson iki elini birbirine vurdu, “İşte,” dedi, “parmak kadar çocuğu tek başına lokantaya gönderirsen böyle olur. Hiç taze fasulyeyle kuru fasulye aynı anda yenir mi?” Ben gayet sakin “Niye böyle söylüyorsunuz,” dedim, “taze fasulyenin tadı ayrı, kuru fasulyenin tadı ayrı.”
Bir gün de annem beni pazara gönderdi. “Git,” dedi, “bir kilo domates al gel.” Gittim, aldım, geldim. Annem açtı baktı, hepsi çürük, yalnız nasılsa bir tane küçük sağlam domates koymuş adam. Ben kıpkırmızı olmuştum ama annem hiç kızmadı, o küçük sağlam domatesi yıkadı, “Bak oğlum,” dedi, “eğer bundan sonra alışveriş yaparken çok dikkâtli olursan, bütün domatesleri bunun gibi alabilirsin.” Sonra o domatesi gidip misafir teyzelere gösterdi, “Bakın” dedi, “benim oğlum ne güzel domates almış. Bundan sonra hep böyle alacak.” O günden sonra tek başıma pazara gider, evin alışverişini en güzel şekilde yapardım. Bakkalın, manavın, kasabın benden ödü kopardı. Bozuk mal satanları karakola bizzat gider şikâyet eder, dükkânlarını birer ay kapattırırdım. Komşu teyzeler “Yavrum,” derlerdi, “sen bizden daha iyi alıyorsun, misafir gelecek, haydi şunları şunları bize alıver.”
– Çocukken de etrafınızdaki güzel insanlara, davranışlara dikkat eder miydiniz?
Evet, tabi. Meselâ beş yaşındaydım. O zamanlar Ankara’da odun kırıcılar olurdu. Sokaklardan bağırarak geçerlerdi, “Odun kıran, odun kıran” diye. Bir gün babam böyle bir adam çağırdı kışlık odunları kırdırmak için. Adamın yanında küçük bir oğlu vardı. O gün hep adamı seyrettim. Öyle güzel bir odun kesişi vardı ki. Hepsi aynı boyda. Yunus’un dergâha taşıdığı odunlar gibi... Oğlu o arada bir kavgaya karışmıştı. Onu kenara çekip uyarışı hâlâ gözümün önündedir.
Bir gün de yine annem beni bakkala kibrit almaya gönderdi. İçeri girdim, “Bir kutu kibrit istiyorum” dedim. Adam kızdı, “Veremem” dedi. Şaşırmıştım. “Niye?” dedim. Dedi ki “Çünkü sen içeri girerken selâm vermedin. Ben selâm vermeden girene mal vermem. Şimdi çık, biraz dolaş. Sonra gel, selâm ver, isteyeceğini ondan sonra söylersin.” Çok utanmıştım. Kıpkırmızı oldum. Hemen dediklerini yaptım. Biraz dolaşıp geri geldim. Bu sefer içeri girerken önce selâm verdim. “Hah, şöyle” dedi. Kibriti verdi, bir de yanında çikolata vardı. “Bu da selâm vererek girdiğin için benim sana hediyem” dedi. Onun bu hareketi beni çok etkilemiştir. Yıllarca üzerinde düşündüm. Bana çok büyük bir ders vermişti bakkal amca. Allah ondan razı olsun.
Bir gün de annem bana “Ayakkabılarını hemen boyat, gel. Misafirliğe gideceğiz.” dedi. Hemen mahallemizdeki ayakkabı boyacısı Osman Efendi’ye koştum. “Acele boyar mısın?” dedim. Yağız bir Anadolu insanı idi Osman Efendi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. “Kusura bakma beyim ama boyayamam” dedi. Fazla para istiyor sandım, “İki katını vereyim, boya” dedim. “Gene olmaz” dedi. “Niye peki?” dedim. “Ben acele iş yapmam. Sonra boyacı Osman Efendi’nin boyadığı ayakkabı bu muymuş derlerse, benim intihar etmem lâzım” dedi. Bu hareket de beni çok etkilemiştir. Hayat boyu bana ışık tuttu Osman Efendi’nin bu davranışı. İşini güzel yapan insanlara her zaman için hayranlık duymama neden oldu bütün bunlar...
– Yunus Emre’ye hayranlığınız da çocukluğunuzda mı başlamıştı?
Evet. Bir gün babamın bir arkadaşı bize misafirliğe gelmişti. Elini öptüm. Bana beş kuruş verdi. Beş kuruş iyi paraydı o zaman. Hemen kitapçıya gittim. Rafta bir kitap dikkâtimi çekti. Aldım. Yunus Emre’nin şiirleri vardı o kitapta. Okudukça okudum, okudum. Doyamadım. Hâlâ da Yunus’dan mısralar okumadığım bir tek günüm yoktur. Yunus benim için en güzel bir arkadaş oldu. Onu çok, ama pek çok sevdim. O bana göre dünyanın en büyük şairi. Bir mısrada öyle büyük hakikatleri özetliyor ki, hayran olmamak mümkün değil.
– Çocukluğunuzla ilgili başka anılarınız var mı?
Henüz okula gitmiyordum. Bir gün rahmetli Emin Amcamla hayvanat bahçesine gitmiştik. Bir yerde mis gibi kokular saçan mısır satılıyordu. Amcamdan bir tane almasını istedim. Aldı, ama sanki biraz sıkıntılı gibiydi. Ben mısırımı yerken eve dönme zamanı geldi. Ancak amcam bir türlü gelen otobüslere binmek istemiyordu. O otobüsler de pekâlâ eve yakın bir yerden geçtiği halde bekliyorduk. Uzaktan, gelen otobüslere bakıyor, “bu değil” deyip geri çekiliyordu. Nihayet bir otobüs geldi, şoför tanıdığıymış meğer Emin Amcamın. Bindik. İşi o zaman anladım. Ben o mısırı aldırınca cebinde dönüş parası kalmadığı için tanıdığı bir şoför geçene kadar otobüse binememişti. O gün öyle üzüldüm ki... Hâlâ o gün bu gündür mısır yiyemem, hep aklıma rahmetli Emin Amcam gelir.
Babam o zamanlar cumartesileri pastırmalı, yumurtalı pide yaptırırdı. Pideler fırında pişerken, biraz aşağıda Şarki Karaağaç helvacısı vardı. Orada cumartesi günleri taze helva çıkarırlardı. Oradan sıcak helva alırdı. Benim çocukluğumda cumartesileri yarım gün çalışılırdı, tam gün tatil değildi. O gün okulda aklım hep evdeki pidede olurdu, son iki derste kafam sanki çalışmazdı. Öğlen evde toplanınca hep birlikte babamın getirdiği sıcak pidelerle helvayı yerdik. Yemeye doyamazdık, başlarken derin bir nefes alır, pide bitince nefesimizi verirdik...
(uzun uzun gülüyor Sabri Baba…)
– İyi bir harçlık alır mıydınız çocukken?
İlkokuldayken yaz tatillerinde gazeteden kesekâğıt yapardım. Buğday ununu su ile pişirirdim, yapıştırıcı olarak kullanırdım. Sonra o kesekâğıtlarını dolaşır, bütün mahalle esnafına satardım. Her gün kazandığım parayla arkadaşlarımı Ulus’ta Osman Nuri’de dondurmalı tavuk göğsü yemeğe götürürdüm. Her yıl göğüslük ve yakamı, defter, kalem ve kitaplarımı da o parayla alırdım.
Lise yıllarımda annem bana haftalık harçlık verirdi. Otobüs param, öğle yemeği paramı oradan karşılardım. Bir hafta nasılsa annem harçlığımı vermeyi unuttu. Anneme “Bana bu hafta harçlık vermeyi unuttun” diyemedim. O hafta okula Yenimahalle’den Cebeci’ye, Cebeci’den Yenimahalle’ye vıcık vıcık çamur içinde yürüyerek gidip geldim. Öğlenleri aç kaldım. Ama anneme söyleyemedim. Bu durumu komşular görmüşler, “Sabri niye okula yürüyerek gidip geliyor?” demişler. Annem o zaman hatırlamış, çok üzüldü, “Neden böyle yapıyorsun?” dedi. Oturup ağladı. Oysa ben annemi o kadar çok seviyordum ki, olur da kırar mıyım diye isteyememiştim harçlığımı.
– Efendim, lise yıllarınızla ilgili başka neler var hatırınızda?
Hayatımda bir tek kez bir kıza lâf attım, sonra yıllarca ıstırap çektim. Denizciler Caddesi’nde oturuyorduk, orada bir lise vardı. Liseden kızlar çıkıyor. Birinin ayağında o zamanlar kabara denilen ve ayakkabıda çok kaba duran bir tabanlık vardı. Ayakkabısında kabara olan bir kız geçiyordu, ona ayakkabısını ima ederek lâf attım. Sanırım çok üzüldü. Belki de fakir bir ailenin kızıydı. Sonra bu beni çok etkiledi. Yıllarca ıstırap çektim. Eğer yarın âhirette benden davacı olursa, nasıl hesap vereceğim bakalım?
Bir de liseyi bitirip üniversiteye başlayacağım yıl, yaz tatilinde bir esnafın yanında çalışmaya ve yeni tecrübeler edinmeye karar verdim. Hâl’de gıda maddeleri satan bir yere gittim, “Ben, tüccarlığın sırlarını öğrenmek istiyorum. Yanınızda çalışabilir miyim?” dedim. “Ne vereceğiz sana?” dedi. “Bir ücret istemem, yalnız bir şartım var, dükkânda yapacağım yenilik ve değişikliklere karışılmayacak” dedim. Adam razı oldu. O gün dükkânın bütün raflarını indirdim. Yeni kaplama kâğıtları aldım, onlarla bütün rafları kapladım. Dükkânda birçok su şişeleri vardı. Onları güzelce yıkadım, bazılarına su, bazılarına turşu suyu koydum, dolaba bıraktım. Oradan soğuk olarak her gelen müşteriye, o sıcak yaz günlerinde ikram etmeye başladım. Meselâ şişman bir hanım gelmiş, kan ter içinde, ona “Efendim,” derdim, “size su mu ikram edeyim, turşu suyu mu? Ne içersiniz?” Bir tane içtikten sonra “Bir daha vereyim mi?” diye kibarca sorardım. Kadın iyice rahatlamış olarak başlardı, “şunu da ver, bunu da ver” demeye. Eee, ticaret böyle yavrum. Her adam ticaret yapamaz. Böyle bir gün, bir hanıma kamyon tutmak zorunda kaldık satın aldığı şeyler için. Başka bir gün de bir hanım geldi. Birçok paketler vardı elinde. “Efendim,” dedim, “verin o paketleri size tek bir pakette toplayayım.” Ambalaj kâğıtları arasından bir tane çektim. O arada dükkân sahibinin gözleri faltaşı gibi açıldı, bir kâğıt boşa gidecek diye. Oysa o ticaretin inceliklerini bilmiyordu. Ticarette en önemli husus, müşteriyi hoşnut etmektir her şeyden önce. Bunun için bazı şeyleri önceden düşüneceksin. Sonra onlar bir şekilde geri döner. Kadının paketlerini aldım, güzelce tek paket yaptım, üstüne de bir fiyonk attım. Kadın o kadar mutlu oldu ki. Başladı alışveriş yapmaya. O gün birçok şey satın aldı. Ve böyle böyle ne oldu biliyor musunuz? Dükkânın cirosu o yaz iki katına çıktı. O arada iki de evlilik teklifi aldım. Etrafın zengin işadamlarından ikisi bana “Gel delikanlı” dediler, “seni kızımızla evlendirelim, bizim ortağımız ol. İşlerimizin başına sen geç.” Onlara “Hayır efendim,” dedim, “ben okumak istiyorum. Çok teşekkür ederim.” O yaz tatilinde birçok tecrübeler edinmiştim böylece.
– Peki kızlarla aranız nasıldı bu gençlik günlerinizde?
Aslında ben heyecanları çok fazla olan bir gençtim. Hatta bu heyecanlarımın azalması için doktora bile gitmiştim. Ama doktorun önerdiği, benim aradığım çözüm değildi. Çünkü ben tertemiz bir hayat yaşamayı baştan kafama koymuştum. Bir gün izlediğim bir film bana ilham verdi, o filmde bir nehrin deli dolu sularından elektrik enerjisi üretiliyordu. O gece sabaha kadar düşündüm ve bir enerjinin başka bir enerjiye dönüşümü metodu ile içimdeki bu enerjiyi kendimi yetiştirme aşkına dönüştürmeye karar verdim. Okudum, sürekli okudum, gece gündüz okudum. Araştırdım, inceledim. Ve sonunda ne oldu? Bugün Türkiye’nin en kültürlü insanıyım, sayılı birkaç büyük kişisel kütüphanesinden birine sahibim. Hâlâ da gece gündüz okumaya devam ediyorum. Hayatı, insanı anlamak, varoluşun sırlarını araştırmak bir aşk halini aldı bende.
Ben çok temiz bir gençlik yaşadım. Ama tertemiz, pırıl pırıl bir gençlik. Bu hep böyle devam etti. Sonunda da Allah karşıma Rânâ isimli eşsiz bir meleğini çıkardı. Bu iş böyle yavrum. Kur’an-ı Kerim’de “Temiz kadınlar, temiz erkekler için; temiz erkekler de temiz kadınlar içindir.” buyruluyor.
– Bu dönemlerde annenizle diyaloğunuz nasıldı? Genellikle gençler bu yaşlarda biraz âsi olurlar.
Annemle arkadaştık. Ona çocukluğumdan beri her şeyimi anlatırdım. Onunla her şeyi açık açık konuşurdum. Meselâ eve gelirken yolda çok güzel bir kız görsem, beğensem, anneme söylerdim. “Yahu, o kızı bir de ben görseydim” derdi. Akşam eve geldiğimde, elimi annemin omzuna koyardım, kanepede beraber oturur, o günkü yaşadığımız olayları onunla yorumlardık. Orada duyduğum lezzeti başka hiçbir şeyde bulamazdım. Sonra bir de Rânâ’nın yanında hissettim aynı duyguyu.
Ergenlik dönemine girdiğim günlerde, bir gün baktım masanın kenarında o dönemle ilgili insan vücudundaki bütün değişimleri anlatan yabancı bir yazarın kitabı duruyordu. Annem oraya benim göreceğimi tahmin ederek bırakmıştı. Alıp okudum, kafamdaki soruların cevapları orada vardı.
Annem her yönden olağanüstü bir insandı. Çok küçük yaşta bir tek babası sağ kalmış. Dedem Rodos savcısı imiş. Onu da Yunanlılar baskın yapıp hapse atınca, annem uzak bir akrabalarının yanında kalmış, ta ki yıllar sonra dedem hapisten çıkarılana dek. O aile de çok cimriymiş. Annem gidermiş, gündüzleri yol kenarlarındaki ağaçlardan karnını doyurur, akşam eve gidince sofraya el uzatmazmış. Dedem hapisten çıkınca Rodos’ta kalmayı uygun bulmamış, Ankara’ya gelmişler, bir mahalleye yerleşmişler. Babam da o mahallede oturuyormuş. Hukukçuydu babam. Annemi işe gidip gelirken görüp, beğenmiş; dedemden istemiş. Evlenmişler. Üç lisan bilirdi annem. Çok kültürlü bir insandı.
İş yaparken yorulsa, uzanırken eline muhakkak bir kitap alırdı. Beni de her konuda çok iyi yetiştirdi. Benim en yakın arkadaşım, sırdaşım oldu. Babamın vefatından sonra Rânâ ile gidip onu yanımıza aldık. Vefat ettiğinde onu sevgiyle yerleştirdim, çenesini bağladım. Hâlâ onu anmadan geçen bir tek günüm yoktur. Nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti Peygamberin şefaati üzerine olsun.
– Efendim, hayatınıza yön veren mânevi büyüklerden birisi olan Ömer Efendi Hoca da lise yıllarınızda tanıştığınız bir kimseydi değil mi?
Evet. Lise birden ikiye geçmiştim. O yaz babamın memleketi Konya Ermenek’e gitmiştik. Orada Ömer Efendi Hoca’yı gördüm. Cildi adeta şeffaf gibiydi. Kıyafetleri çok temiz ve düzenli idi. Çok asil bir duruşu vardı. Süfas Camii’nin imamı idi, gelirdi avluda abdest alır, camiye girerdi. Bir gece kafama koydum. Bütün namaz dualarını ezberledim ve sabahleyin Ömer Efendi Hoca’nın arkasında sabah namazı kılmak üzere camiye gittim. Namazdan sonra tesbihat başladı. Bir ara Ömer Efendi Hoca bana baktı ve gülümsedi. O gülümseme ile içim öyle aydınlanmıştı ki... O günden sonra onu daha yakından tanıdım. Ona pek çok sorular sordum. Aldığım cevaplar hayatıma ışık tuttu, renk verdi. Meselâ bir gün sordum, “Hocam,” dedim, “Klâsik Batı Müziğini dinlemeyi çok seviyorum, ama günah diyorlar. Siz ne dersiniz?” “Yavrum,” dedi, “her ne ki içinde bir güzellik, bir ferahlık, bir huzur hissi uyandırıyorsa, o şey hayırlıdır, güzeldir. Her ne ki seni huzursuz ediyor, içinde bir daralma, bunalma hissi bırakıyorsa, o şerdir, günahtır. Ondan uzak dur.” Onun bu sözü benim için bir genel anahtar oldu. Hayat boyu bu anahtar ile birçok müşkülü açtım. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun. Ne güzel bir insandı o...
– Hukuk Fakültesi yıllarına geçelim mi? O yıllarda yazdığınız bir şiir var “Bekleyiş” kitabınızda: “Elma Çiçekleri, Sözlü Kız ve ...” diye. Kimdi o sözlü kız?
Fakültede bir kız vardı. Çok ağırbaşlı, hanımefendi, çok çalışkan bir kızdı. Aşk denilemez ama onu beğeniyordum. Onunla evlenmeyi plânlıyordum. Onun bundan haberi yoktu. Bir gün sözlendiğini duyunca biraz sarsıldım. Ve o şiiri o zaman yazdım.
“…
Oysa tertemiz başlamıştı bu sevgi böyle
Beyaz bulutlar kadar güzel ve temiz
Dağ çeşmesi gibiydi ilkin...
Ama bir deli rüzgâr, bir unutuş
Unut diye bakıyordu, unut diye son defa, unut
... Ve sonra sözlü kız oldu adı...”
“Bekleyiş”ten
– Fakültede arkadaşlarınızla genel olarak aranız iyi miydi?
Herkesle çok iyi anlaşırdım. Kız arkadaşlar bana “İtimad” adını takmışlardı. Kimseye açamadıkları sırlarını bana açarlar, ne yapmaları gerektiğini sorarlardı. Bu konuşmalar hep aramızda bir sır olarak kalırdı.
– Efendim, siz Rânâ Hanım’dan başka kimseye âşık olmadım, dünyaya bir daha gelecek olsaydım yine ona âşık olurdum diyorsunuz. Peki, size aşkını tek taraflı ilân eden hanımlar var mıydı o yıllarda?
Şimdi bu soruyu cevaplarsam Sabri Bey övünüyor derler. Ama ben evlendiğim zamana kadar bir küçük sandık dolusu aşk mektubu almıştım. Fakülteden eve dönerken kızlar pencerelere dolarlardı. Sonra evlenirken o mektupları yaktım. Rânâ’ya söylediğimde “Ah, keşke yakmasaydın, şimdi beraber okurduk” dedi.
(Bu sırada içeriye bir genç adam ile genç bir hanım giriyor, yan masaya oturuyorlar. Adam daha oturur oturmaz hemen bir sigara yakıyor, tüttürmeye başlıyor. Bunun üzerine Sabri Baba:
- “Ne var o sigarayı yakacak şimdi.” diyor. “İnsanlar neden ânın güzelliğini yaşamazlar... Bak, ne güzel bir hanımla berabersin. Onunla geçirdiğin anların güzelliğini yaşa. Onun gözlerine bak, ona şiirler oku:
“Gözlerin, gözlerime değince
Felâketim olurdu, ağlardım”
Atila İlhan
Sonra tekrar sohbetimize dönüyoruz.)
Devam edecek...