.
Sevgili Üstâdım Sabri Bey ve Çok Kıymetli Dostlar,
"Düşünüyorum; öyleyse varım" başlığını taşıyan Çiğdem Hanım'ın sizin sözlerinizi derleyen mesajını ve cevabınızı okumak nasip oldu. Sizlere müteşekkirim.
Müslümanlar olarak dînen-ahlâken yücelme anlayışlarımıza ilişkin bugüne kadar tanık olduklarım beni inceden inceye rahatsız etmiştir. Maddi dünyada olduğu gibi Âlemi Mânâ'da da etiketler ve ünvanlar peşindeyiz gibi geliyor bana...??
İnsanlık-kulluk sanatında tekâmül ve terakki etme yolculuğunu, daha çok tasavvuf literatüründe yer etmiş bazı mânevî mertebeleri sanki fetişler hâline getirerek anlıyoruz gibi..???
Böyle olunca, fikir-mânâ selameti kayboluyor da, kutsî yolculuğun yol alanları ve yol aşanları olmak bizlere yetmiyor gibi..???
Böyle olunca, eğer bir "intisap" sözkonusu ise; mürid olmayı "şeyh uçurmak" (!) sayıyor ve olabilecek en kısa zamanda uçan bir şeyh olmak sevdasına kapılıyoruz..?? Peki, "mânâ" ve hatta "dâvâ" nerede?!
"Olmak ve Varmak" Kırklar'a karışmaya çalışmak şeklinde anlaşılabilecek bir fenomen midir?!
Hz. Hızır ile görüşmek-konuşmak-tanışmak "....desinler.." diye istenebilecek bir şey midir?!
Sözün özü, Efendim.... Bazılarının dünyada milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olmak sevdâ ve hülyalarına benzer şekilde, insanlık-kulluk sanatında mesafe alma yüceliğini Âlemi Mânâ'da mevki-makam kazanmak şeklinde kavrayan bir vaziyete işaret etmek istedim.
Ellerinizden öperek; selam ve saygılar sunarak...
Kardan Adam
--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz’nin cevaben yazdıkları :
Sayın "Kardan Adam",
Efendim, kıymetli sözleriniz bende bir çocukluk anımı uyandırdı. Senelerce, senelerce evveldi. Liseye gidiyordum. Sabah oluyordu, camiye sabah namazını kılmaya gittim. Evle cami arasında epey bir mesafe vardı. Camiden girdiğim zaman namaza durulmak üzereydi. Acele ettim, yetiştim. Namazdan sonra bir zat yanıma geldi, "Aferin evladım" dedi "namazda hocanın solunda durursan kırkbeş sevap, sağında durusan altmış sevap. Arkasında durursan yetmişbeş sevap var. Sen, hocanın arkasında durdun, en büyük sevabı kazandın. Seni kutluyorum" dedi. Ben, öteden beri hesap kitap işlerinden hoşlanmam. Adama baktım, "Hay hay amca, sen merak etme. Bir daha yanımda hesap makinası ile gelirim" dedim. Öyle haklısınız ki bazı kimseler manevi hayata da hep bu açıdan bakıyorlar. Ne diyelim, Allah cümlemizin idrakini artırsın. Japonların bir estetik kitabını okumuştum yıllarca önce. Orda resim sergisine nasıl gidilir, diye bir bölüm vardı. Yazarı "Önce gidin bir banyo yapın, öyle dikkatli yıkanın ki sade bedeniniz değil, ruhunuz da yıkansın, arınsın, temizlensin. Sonra temiz çamaşırlar giyin, en güzel pastel renkli elbisenizle dualar ederk sokağa çıkın. Yolda mümkünse kimseyle konuşmayın. O, banyodan sonraki tertemiz duygularınız zerre kadar kirlenmesin. Serginin kapısından dualar ederek girin, sessizce tabloları seyretmeye başlayın. Kesinlikle kimseyle konuşmayın. Her tablonun önünde zamanın en büyük hükümdarının önünde duruyormuşsunuz gibi edeple, saygı ile, huşu ile durun. Bütün varlığınızla o tablodaki güzelliği algılamaya, özümlemeye çalışın. Öyle bakın ki yıllar sonra da o tabloyu unutamayın.
Efendim, önemli olan her durumda böyle olabilmek, yemek yediğimiz kapları bile son derece dikkatli bir şekilde edeple, saygıyla yıkayabilmek. Uzun yıllar önceydi. Bir komşumuz bir yakınını anlatıyordu. Öyle güzel, öyle nur yüzlü bir hanımefendi idi ki Kur'an-ı Kerim okumasını bilmiyordu. Fakat hergün eline Kur'an-ı Kerim'i alır, her kelime üzerinde kalemini gezdirerek Bismillahirrahmanirrahiym derdi. Bunu işittikten sonra elli yıl bu hanımı düşündüm. Her düşünüşümde ürperdim, heyecanlandım. Allah'ım bu ne ruh yüceliğiydi. Bu ne hûşû, bu ne güzellikti. Kimbilir belki de varoluşun özü bu ürperiş, bu titreyiş, bu hûşû, bu edep, bu saygı idi. Rahmetli hocam Münir Derman Hazretleri yazılarını kurşun kalemle yazardı. İtina ile kalemini açar, ucunu sivriltir, sonra o yongaları bir torbada toplardı. O kalemle Allah ve Peygamber kelimeleri yazılacak diye o yongaları saygıyla biriktirir, toprağa gömerdi. Rahmetli eşimle kırk dört yıl evli kaldık. Bir kere bile Rana Hanımın önünde ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Ona her gün sanki ilk görüyormuşum gibi ayrı bir edep, saygı ve hûşû ile baktım. Onda kırk dört yıl her gün ayrı bir güzellik gördüm.
Değerli efendim, hayat belki de bu hûşû ile, bu ürperişle, bu edep ve saygıyla bir anlam kazanıyor. Onlar olmayınca bir şeyin kıymeti kalmıyor.
Selam, sevgi ve saygı ile.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhu Şad Olsun, Ruhlarına Fatihalarla…