NEDEN BİZİM YAŞANTIMIZ DA BİR CENNET OLMASIN?
Son aylarda gelen mektuplar, telefonlar artık gözümü korkutmaya başladı. Artık insanlar bir ıstırap küpü olmuşlar. Birçok insan derdini içine akıtıyor, ıstıraplarını dile getiremiyor. Çünkü, o imkândan da mahrum.
Sanki her halleri ile “bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor” diyorlar. İnsanlarımız hangi yaşta olurlarsa olsunlar, sosyal ve ekonomik statüleri ne olursa olsun, hemen hepsi mutsuz ve huzursuz... Kendi kafaları içinde, kendi kendileri ile kavgada. Aile içinde huzursuzluk, işyerinde huzursuzluk, sanki bir deniz olmuş insanları boğuyor. Artık insanlar sokakta, caddede, açık ve kapalı mekânlarda sigarasız duramıyor. Herkesin elinde bir sigara, hem kendini hem çevresini zehirliyor. Sanki sigara bir nevi büyüklere mahsus emzik olmuş. Onsuz duramıyorlar, onsuz yapamıyorlar. Hele geçim darlığından, hayat pahalılığından şikâyet edenlerin ellerindeki, ceplerindeki ecnebi sigaralara bakıp da hayret etmemek mümkün değil. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu...
Yaşamak, günden güne çekilmez bir yük, katlanılmaz bir ıstırap oluyor. Bir yönden bakıyorsunuz, yurdun her köşesi camilerle dolu. Birçok şehirde koca koca İlâhiyat Fakülteleri var. Harıl harıl dinî kitaplar satan yerlerde, kitaplar satılıyor. Gelin işin içinden çıkın bakalım. Neden böyle oluyor, bilgimiz mi yok, bilim adamlarından mahrum muyuz? Cevap yine hayır olacak. Allah’ın günü en rezil, müstehcen fotoğraflar sayfalarını dolduran gazetelerimiz; bazı artistlerin, mankenlerin bedenlerine ait en gizli köşeleri sergileyen, onların sadece reklâm ve para kokan ilişkileri ile gençlerimizin kafasını zehirleyen yayın organlarımız, Ramazan olmaya görsün, hepsi çarşaf gibi Ramazan ilâveleri vererek büyük görevlerini yapıyorlar.
Küçük çocuktum, beni babaannem büyüttü. Rahmetli babaannem, Toros’larda bir Anadolu kasabasında doğmuş, büyümüş bir hoş insandı. Okuması yazması yoktu. Alfabenin ilk harfinden bile habersizdi. Ama babaannem büyük bir insandı, yüce bir insandı. Eli öpülecek mübârek bir insandı. Rahmetli annem, nur içinde yatsın, lisede edebiyat öğretmeni idi. Babaannem, annemi görünce kaç kere olursa olsun, edeben ayağa kalkar, hürmetle gelinini selâmlardı. Kaç kere annem babaanneme “Anneciğim lütfen rahatsız olmayın, yoruluyorsunuz, ben üzülüyorum” dediyse de dinletemedi. Babaannem “Ben gelinime kalkmayacağım da kime kalkacağım” der ve o erişilmez inceliğine, edebine devam ederdi. Hayat boyu bu edep, incelik ve zarâfete dayanan ilişki hep devam etti. Çevrelerine hep örnek oldular. Örnek diye gösterildiler. Rahmetli annem, babaannem için “Ben annemi kâinatta herkesten çok severim, sayarım” derdi. Sonra ben büyüdüm, okudum, ekmeğimi kazandım, evlendim. Annem gelini ile de aynı güzel ilişkiyi sürdürdü. Yeni evlenmiştim. Bir gün, bir akrabamız bizi tebrike geldiler. Hiç unutmuyorum, bir vazo da hediye getirdiler. Eşim Ranâ Hanım anneme döndü “Anneciğim, siz evimizin büyüğüsünüz, nereye uygun görürseniz vazoyu oraya koyalım” dedi. Annem cevaben “Kızım ben misafirim, şurada kaç günüm kaldı ki; evin hanımı sensin, sen nereye uygun görürsen oraya koyalım.” dedi. Şimdi düşünün böyle bir evde, İslâmî edebin, inceliğin hâkim olduğu böyle bir mekânda hiç kavga, gürültü, münâkaşa olur mu?
Bu küçük örnekte olduğu gibi, önemli olan sadece İslâmî inceliklerin lâf olarak söylenilmesi değil, yaşanması, günlük hayata tatbik edilmesi değil midir? Bugün gerek ailedeki, gerek toplumdaki fertlerin iç dünyalarındaki bunalımların asıl sebebi, hep bu noktada toplanmıyor mu? Ne olur, eğri oturalım doğru konuşalım. Birbirimizi aldatmayalım. Mesele bilmek veya bilmemekte değil, sadece ama sadece, bildiklerimizin, öğrendiklerimizin hiçbirini hayata geçirmemekte... Sürekli kendi kendimizi aldatıyoruz. Efendim ben onu okudum, bunu okudum, onu biliyorum, bunu biliyorum, ben falan okuldan mezun oldum diye ukalâlık yapacağımıza, ne olur, biraz da bildiklerimizi, öğrendiklerimizi hayata geçirsek, yaşasak, uygulasak daha iyi olmaz mı? Yaşanmayan bilgi, bir hamallıktan başka nedir? O, bizi sadece sersem bir insan yapmaktan başka neye yarar? Bir yemek yenilmedikçe, hazmedilmedikçe insana faydalı olabilir mi? Bu yaşa geldim, henüz hayatımda bir tek “Ya hayır söyle, yahut sus” Hadisini uygulayan, bütün nüansları ile yaşayan bir tek kişi görmedim. Siz gördüyseniz lütfen haber verin, gidelim elini öpelim, duasını alalım. Hâlâ televizyonlarda elinde çarşaf gibi kâğıtlarla utanmadan konuşma yapmaya çıkan insanlar var. Ve hâlâ onları utanmadan, hayâsızca televizyon ekranına çıkaranlar var. Kimse televizyon ekranında konuşma yapmaya mecbur değil. Tıpkı karga sesli bir insanın çıkıp şarkı söylemesi gibi. Şu küçücük misâl bile bizim hayatın realitesinden ne kadar uzaklaştığımızı göstermiyor mu? Kitap sayfalarından aktarılan bilgilerle, televizyon ekranlarında konuşma yapmak ve onlara yaptırmak bir iffetsizlik örneği değil midir? Aynı şekilde topluma mânevi önder olarak yol göstermek durumunda olan kimselerin de yaşamadıkları gerçekleri, güzellikleri anlatması hayâsızlık değil midir?
Bir gün, bir kadın elinden tuttuğu küçük çocuğu ile beraber İmam-ı Âzam Hazretlerine gelir. “Efendim” der. “Benim çocuğum ishal oldu. Gitmediğim doktor kalmadı. Hiçbirinin faydası olmadı. Çok üzgünüm, lütfen dua buyurun da çocuğum iyileşsin” der. Hazret çocuğa döner, “Oğlum en çok neyi yemeyi seviyorsun?” der. Çocuk “Bal” diye cevap verir. Onun üzerine annesine döner, “Kırk gün sonra gelin” der. Kadın “Peki efendim” der, gider. Kırk gün sonra döner. Hazret, çocuğa döner “Yavrum” der. “Bundan sonra bal yeme. Allah’ın izni ile iyileşeceksin.” Onun üzerine kadın, Hazrete döner, “Efendim madem ki söyleyeceğiniz söz bir cümleden ibaretti, onu niye ilk geldiğim zaman söylemediniz?” Hazret güler, “Hanım” der “Kırk gün önce, ben de her gün bal yiyordum, sana nasıl söyleyebilirdim? Bu kırk gün içinde hiç bal yemedim. Baktım oluyor, ondan sonra oğluna söyledim. Ben kendim yapmadığım işi, bir başkasına söylersem faydalı olmaz ki, o sadece lâftan ibaret kalır.” Bu olayda, hayatın en büyük sırlarından biri gizlenmiş gibi geliyor bana...
Bugün bütün çektiklerimiz bu yüzden, “el işte göz oynaşta” der Anadolu insanı, “lâfla peynir gemisi yürümez” der. Şu ben bilirim enaniyetinden kurtulmadıkça da sefâletimiz devam edecek. Bir Kutsî Hadiste “Siz bildiklerinizle amel edin, ben size bilmediklerinizi öğretirim” buyruluyor. Bir tek Ayetin, bir tek Hadisin uygulanması bile, insanı mânâ âleminde ötelere götürebilir. Yapabilenlere ne mutlu...
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Rahmet ve Şefaat Gani Gani Onun ve Hakka Göçen Yakınlarının Üstlerine Olsun.