Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Nasreddin Hoca'dan anekdotlar ve nükteler.
Gönderen : Cahide
Tarih : 9/5/2016 1:32:30 AM


.


 


Okuyucu Mektubu
Sevgili Babacığım, Kıymetli Dostlar,


Güzel bir haftaya başlarken sizlere sağlık sıhhat ve afiyet diliyor, en güzel duygularımla selamlıyorum…


Babacığım müsaadeniz olursa, bugün sevilmesi herkesten kolay, anlaşılması herkesin kendisine bağlı, yazılması ise müşkülden müşkül bir veli, HOCA NASRETTİN’ in hayatı ve fıkralarıyla sizleri baş başa bırakıyorum..



Nasrettin Hoca Sivrihisarın Horto köyünde doğmuştur. Babası Abtullah Efendi köyün imamıdır. Hoca, vakti gelince, babasının yerine vazife görmek üzere yetiştirilmiştir. Fakat Nasrettin, Akşehir ulemasından, namı dillere destan olan Seyyit Hayrani’nin şanında söylenenleri duymuş ve Sivrihisar kendisine dar gelmeye başlamıştır. Bunun üzerine, babasından müsaade alarak Akşehire Seyyit Hayraniye gitmiş, tahsilini onun yanında geliştirmiştir.


Akşehirde hemen herkes hala onun ruhaniyetine el uzatıp, başı sıkışınca: “Aman hocam!” diye ona koşar. Zaten, nasibolur da Akşehire yolunuz düşerse göreceksiniz, o şehrin gerçekten, ak-pak, güler yüzlü, aydınlık, insanın içine ferahlık veren bir hali var. Bu, Hocanın güler yüzlü, tatlı dilli ruhaniyetinin şehrin yüzüne aksetmesinden başka bir şey değildir.


Akşehirli, “Hoca merhumu” o derece sever ve sayar, onunla öyle iftihar eder ki, namına yapmıyacağı, değişmeyeceği hiçbir şey yoktur.


Hoca, onların günlük hayatları içinde onlarla haşır-neşir, yaşayıp gitmektedir.


Akşehirde veya yakın köylerde bir düğün mü var? Düğün sahipleri, misafir davetine Hocanın türbesinden başlarlar. Birisi oraya gelir, üç ihlas, bir Fatiha okur, sonra seslenir:


“-Hocam, Hocam… filan gün filan yerde düğünümüz var! N”olur sen de buyur, buyurmazsan gönlümüz kalır. Aman Hocam, canım Hocam! Mollalarını da al gel!”


Bu davet, yeni evlilerin bir nevi sigortası demektir. Kimse bu sigortadan sarfınazar edemez. Çünkü, oralarda herkes inanır ki Hocayı düğününe davet etmiyen karı-kocalar arasında dirlik, düzenlik olmaz.


Unutmayın! Nasrettin Hocayı ziyarete gittiğiniz zaman, öyle fazla ciddi, düşünceli, ağır ağır durmanız da caiz değildir. Hocayı, bir “yatır” gibi değil, sevdiğiniz, neşeli bir dostu ziyaret eder gibi, güle güle ziyaret etmeniz lazım. Akşehirliler, orada kıkır kıkır gülmiyenin ziyaretini pek makbul tutmazlar.


Hikmetli Sözlerinden Kesitler (Fıkraları)


Eğer ben öldümse bana da …


Derler ki sevgili Hoca Nasrettin, nerede bir cenaze görse önce bir Fatiha okur, sonra hafif bir “Yuh!” çekermiş. Birçokları Hocanın bu hareketini anlamaz, hatta hoş karşılamazlarmış da!


Günün birinde Akşehir ahalisi onun tabutu peşinde gözyaşı dökerken, kendisine içerliyenlerden biri yolun kenarında bekliyormuş. O da Hocadan gördüğü gibi önce bir Fatiha okumuş, ondan sonra “Yuh!” Sana da, Hoca, yuh!” demiş.


Fakat o daha çektiği yuhu bitirmeden tabutun kapağı kalkarak Nasrettin Hocanın başı görünmüş, kendisini yuhalarla selametleyen adama: “Ya” demiş. “Eğer ben öldümse elbette bana da yuh!”


Nasrettin Hocanın ebediliğinin sırrı işte bu kısasının içindedir. Devirler değişecek, insanlar değişecek, fakat o ölümsüz hayatını zamana bakmadan yaşayacaktır.


Hocaya bir gün: “Karın öldü!” diye haber göndermişlerdi de o hiç üzülmemiş, hiç telaşlanmamış, bir damla gözyaşı dökmemişti.


Bir başka gün: ”Hoca, eşeğin öldü!” diye haber getirdiler, iki gözü iki çeşme sel sel ağlamaya başladı. Bu da dostlarını hayli müteessir etti. İçlerinden biri durdu durdu, duramadı:


“-A Hoca,” dedi, “geçenlerde karın öldü, dedik, hiç umursamadın, bugün eşeğinin öldüğüne yas tutuyorsun, nasıl olur bu?”


-Hoca kırmızı damalı mendiliyle gözünün yaşını silerken:


“Nasıl olacak,”dedi. “O gün hepiniz kulağıma, Hoca, esef etme, biz sana ondan alasını buluruz, diye fısıldadınız. Fakat bugün kimse böyle bir tesellide bulunmuyor”


Bu kıssalar, şöyle bir okunduktan sonra gülünüp geçiverilecek orta halli hikayeler değildir. Bu kıssalarda Nasrettin Velinin vefası, insan anlayışı, insan sevgisi gizlidir. Ama, bu kıssalar didik didik edilerek tefsire de gelmez. Bu kıssalar herkesin gönlüne kendi istidadı ve talebi kadar bir gerçek söyler.


Bir sabahtı, Hocanın evinde ne olduğu pek anlaşılmıyan bir gürültü kopmuştu. Az sonra Nasrettin Efendi evden çıktı. Kapı komşusu:”Hoca,” dedi, “merak ettik, sizin evde bir patırdı oldu. Bir şey mi vardı?” Hoca, kaşları çatık, canı sıkkın, komşuyu başından savmak istedi:


“-Yok,” dedi, “köroğlu ile biraz atıştık, hiddete kapılıp cübbeme bir tekme attı. Cübbem merdivenden yuvarlandı, duyduğunuz patırdı oydu.”


Komşu: “Amma da yaptın, Hoca”” diye itiraz etti. “Hiç cübbe o sesi çıkarabilir mi?”


Hoca, bu söze büsbütün alınmıştı.


“-E… Uzun etme işte!” diye çıkıştı. “Cübbenin içinde ben de vardım!”.


Bir gün Hocanın elinde sopayla karısını kovalamasına dair:


Zavallı kadın, hem koşar, hem: “Yetişin dostlar!” diye bağırır. “Yetişin, adam beni öldürüyor.”


Komşuda düğün vardır. Bütün ahali koşar, aralarına girer, Hocanın elinden sopayı alır, onu düğün sofrasının bir köşesine oturturlar. Kadıncağız da hanımların arasına gider. Hoca kaşığa sarıldığı gibi öfkesini önündeki yemek sinilerinden alır:


“-Ah onu şöyle bir yere çalmalıydım, böyle haklamalıydım!” derken sıra baklavaya gelir. Onun da hesabı görüldükten sonra: “Evlatlar!” der, “maksadımız latifeydi. Bizi düğüne daveti unuttunuz, biz de çal kapı gelmeye utandık. Aramızda yoktan bir kavga çıkardık. Yoksa benim helalimden hoşnudum, Allah da ondan hoşnut olsun, sizin de düğününüz kutlu, ağzınız tatlı olsun, hu… eyvallah!”


Hoca Nasrettin ile oğlu


Hoca merhumun talihli oğlu da babası sayesinde aramızda yadedilir durur. Bilirsiniz elbet, Nasrettin Hoca bir gün camide kürsüye çıkmış da vaız verecekmiş. Fakat ne hikmetse, sözü bir türlü yerinden yakalıyamamış. Fena halde sıkılmış. Nihayet: “Ey cemaat”demiş, “bilirsiniz söz söylemekte öyle pek aciz değilimdir amam, bugün, hikmet-i Hüda aklıma bir şey gelmiyor.”


Kürsünün dibinde oturan oğlu bu sözü duyunca: “ilahi baba,”diye seslenmiş, “hiçbir şey gelmiyorsa, kürsüden aşağı inmek de gelmiyor mu?”


Bu söz cemaati güldürünce Hoca da fırsatı ganimet bilip kürsüden inivermiş.



Bir gün Hocanın oğlu sabahtan akşama kadar ağlıyor. Zavallı annesinde dur, durak yok. Kolu, kanadı kırılıyor. Ezan okunsa da Hoca eve dönse diye gözü kapılarda…Derken, Hoca geliyor, daha adımını eşikten henüz atmıştır ki kadıncağız: “Aman Hoca!”diyor, “çocuğumuza bir hal oldu. Gözüne bir dirhem uyku girmiyor. Nazara mı geldi, sancılanıyor mu, ağlıya ağlıya canı çekildi. Gel şunu bir oku, biraz dursun, biraz uyusun…”


Hoca düşüncelidir. Kavuğunu hafifçe arkaya itip raftaki kitaplara doğru yürür, oradan bir kitap ayırır ve karısına uzatır:


“-Al, kadınım, çocuğu oturt, kitabı eline ver, yapraklarını bir bir açsın, az vakitte hemen uyur.”


Sabahtan beri üzüntü ve yorgunluktan helak olan kadıncağız fena halde öfkelenir:


“-Benimle alay mı ediyorsun?”diye feryadı basınca Hoca, biraz da şaşkın: “Yo.. kadınım,” der, “neden alay edeyim? Ben ne zaman camide bu kitabı açıp ders verecek olsam, bizim mollalar mışıl mışıl bir uyku tuttururlar. Koca heriflere sihir gibi tesir eden bir kitap bizim subyancığı afyon yutmuş gibi sızdırır da onun için söylüyorum.”



Cami avlusundaki şadırvanda abdest almak için ceketini çıkaran ve orada bir yere asan oğlunun, Hocaya sorduğu suali bilirsiniz:


“-Baba, abdest alırken yüzümü ne tarafa döneyim?”


Baba, tatlı tatlı sakalını sıvazlarken, oğluna dünyanın en sevimli cevabını da vermiştir:


“-Ceketin ne tarafta asılıysa o tarafa dön oğlum.!”



Bir gündü, Hocamız, mescitteki vaızını bitirmiş çıkıyordu. Cematten biri yanına geldi:


“-Ah, Hoca efendi ah!” dedi. “Hocalığına hiçbir diyeceğimiz yok ama, Farsça bilmiyorsun… Ah bir de Farsça bilseydin bu vaızlar kim bilir o zaman ne güzel, ne halavetli olacaktı.”


Hoca, böyle diyenin yüzüne muzip bir ifadeyle baktı:


“-Kim demiş ki ben Farsça bilmiyorum?”


“-Aman Hocam, biliyor muydun? Bir beyit söyle de duyalım.”


Hoca hiç sıkıntı çekmeden okumaya başladı:



Mor menekşe boyun eğmiş uyurest


Kafir soğan kat kat urba giyirest



Dinliyenler hafif bir türeddütle sordular:


“-Hoca, bunun neresi farsça Allahaşkına?”


Güldü:


“-Fesüphanallah! Dedi, “sondaki est’leri görmüyormusunuz?”



Bir gün Hocaya dediler ki: Herkes senin evliyalığından dem vuruyor; dağa, taşa sözünü geçirirmişsin. Bir kerametini göster de, biz de inanalım.”


Eh! Hoca bu, kendisinin başlı başına bir keramet olduğunu göremeyip de ondan burhan isteyenlere biraz olsun takılmasın mı?


“-Evet,” der, “öyle diyorlar…Mademki keramet istiyorsunuz, şu karşıki ağacı yanıma çağırayım da görün!”


Etraftakiler hayretle: “çağır bakalım, gelecek mi?” deyince Hoca seslenir;


“-Gel, ya mübarek, gel!”


Tabii ağacın geldiği, gittiği yok, olduğu gibi duruyor. Herkes merakta… O zaman Hoca, kendine mahsus tebessümüyle şöyle bir doğruluyor:


“-Bizde gönül, kibir yoktur, dağ yürümezse aptal yürür” diyerek geçip gidiyor.


Bizce, asıl keramet işte bu sözde, bu sözün derin manasındadır. Dağı, taşı yürütmekten daha güç olan bu nükteyi halk anlamış ve unutmamıştır ki mühim olan da budur.



Onun, çok harap bir han odasında, ha yıkıldı ha yıkılacak diye endişeyle geçirdiği bir gecenin hikayesi vardır. Sabah uyanınca hancıyı çağırmış da: “Ağa” demiş. “Bu gece ben gözümü kapıyamadım. Odanın tavanı o kadar sallanıyordu ki nerdeyse başıma inecekti. Sen şu binayı bir tamir ettir, kaza filan olmasın sakın!”


Han sahibi, bu haklı tenbihten hiç hoşlanmadı. Tamir demek, bir alay masraf demekti. Onun için: “Hoca Efendi!” dedi, “telaş etme… Han çok sağlamdır. Daha senin, benim gibi çok insan eskitir. Sen hocasın, bilirsin. İnsanlar gibi eşya da Haktaalayı tesbih eder. Bizim han, geceleri Allaha karşı vazifesini yerine getiriyor da ondan sallanıyor.”


Hoca, bu cevabı hiç bozmadı:


“- İşte evlat” dedi, “ben de bundan korkuyorum. Senin han, böyle zikr-ü tesbihteyken vecde gelir de secdeye kapanıverirse halimiz nice olur?”



Bir gündü, Hoca vaaz etmek için kürsüye çıkmıştı, anlaşılan, canı pek konuşmak istemiyordu.


“-Ey müminler!” diye başladı, “şimdi size ne anlatacağım bilir misiniz?”


Cemaat, Hocanın onlara ne iş keseceğini ne bilsin? Kemalisafiyetle cevap verdiler:


“-Öyle ise,” dedi, “ne etrafıma toplandınız?”


Acele acele kürsüden indi. Ertesi günü cemaat biraz hazırlıklıydı. Aynı suale maruz kalınca bu sefer hep bir ağızdan: “Biliyoruz” dediler.


Ama, gene yaş tahtaya basmışlardı. Hoca mazlum mazlum gülümsedi.


“-Madem ne söyliyeceğimi biliyorsunuz, öyleyse ben tekrarlamıyayım” dedi gene kürsüden iniverdi.


Üçüncü günü cemaat güzel bir cevap hazırladığından emin, hocanın sualini bekliyordu.


“-Yarımız biliyoruz, kimimiz de bilmiyoruz” deyince sevgili Hoca kahkahayı bastı:


“-Eh”” dedi, “gene işimiz iş…Bilenleriniz bilmiyenlerinize anlatsın!”


İşte böyle…Bilenlerin her bildiğini bilmiyenlere öğretmesi gereken bu dünyada Hoca insanoğluna en güzel nasihatı emanet bırakmış ve öyle gitmiştir. Bu, kulun kula yapabileceği en güzel, en mukaddes iyilik değil midir?


Hocamızın bu hikmet-i hayatı içinde bazı tuhaflıkları da vardır ki bunlardan da gene gören göz için, hikmet içinde ayrı bir hikmet bulunur. Mesela bir gün onu ezan okuya okuya koşarken görmüşlerdi.


“-Hem ezan okuyor, hem neden koşuyorsun?” diye sordular da ne dedi?


“-Sesim nerelere kadar işitiliyor, onu merak ediyorum!”



Bir başka gün eşeğini pazara çıkarmıştı. Açık arttırmada dayanamadı, kendi eşeğini o kadar arttırdı ki eşek üzerine kaldı.


Bir gün de bir dostu: “Hoca, herkesi aldatabilirsin ama beni asla” demişti…


Hoca: “Seni de aldatırım” diye dayattı ve “şurada bekle, bir işim var, hemen geleceğim, gör seni nasıl aldatacağım” diye dostunu o yol ağzında dikti. GidiŞ o gidiş, ne gelen var, ne giden. Nasrettin Hocanın ölümü böyledir işte!


Bütün Akşehirliler anlatır: Bir gün Akşehir camiinde cemaat namazı bitirmiş hutbe dinliyecekken Nasrettin Hocanın türbedarı camiye girmiş ve gayet telaşlı: “Ey cemaat! Hocanın kabrinden bir ses geliyor, camideki cemaat çabuk buraya gelsin, diyor. Kulaklarımla duydum!” diye feryat etmeye başlamıştı.


Tabii, cemaat hemen boşaldı ve türbeye doğru koşmaya başladı. Fakat orada ses sada yoktu. Bunu Hocanın ya da türbedarın bir muzipliği kabul edip biraz da öfkeyle camiye dönenler bir de ne görsünler? Caminin koca kubbesi çökmüş, fakat içerde kimse olmadığı için can kaybı olmamıştı. İşte böyle!...



(Nezihe ARAZ/ANADOLU EVLİYALARI)


(bu arada fıkralar o kadar güzeldi ki, şunu da yazayım bunu da yazayım derken yazımız uzayıp gitti. Güzel Dostlarımızın Hoşgörüsüne sığınıyorum…)


Saygı ve Sevgilerimle…


Cahide

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]