"Kalbin edebi sükûttur. Midenin de edebi var, ağzın da edebi var, gözlerin de edebi var. Bakın bir anımı anlatayım. Rânâ ile yeni evlendik, Rânâ kaptan kızı, denizi çok seviyor. Avşa Adası’na gittik. Tabii biz orada herkesle beraber plaja gidecek değiliz. Bu olacak iş değil. Ne yapıyorduk, bir buçuk saat yürüyorduk. Yürü, yürü, yürü... Öyle bir noktaya geliyorduk ki Avşa Adası’nda, sinek dahi yok orada. Biz orada denize giriyorduk. Bir gün gene giderken, etrafı seyrediyorum, bulutlara bakıyorum, bir yeşil tepe var, orada bir at duruyor. Biraz sonra bir kadın geldi. Atın karşısında soyunmaya başladı. Mayosunu giyecek. At ne yaptı biliyor musun yavrum? Başını çevirdi, arkasını döndü kadına. Ben ağlamaya başladım. At yapıyor bunu… Edebiyat yapmıyorum. Atın edebi olur mu? Olur. At deyip geçmeyelim. Peygamber Mirac’a neyle gitti? Burakla. Burak bir at türüdür. Öyle atlar var ki... Bizim bir komşumuz vardı çocukken, Haydar Amca. O, at yarışlarına çok meraklıydı da ondan öğrendim bazı şeyleri. Öyle atlar varmış ki, meselâ sahibi onu eliyle besliyor. At en çok kuru üzümü severmiş. Ona yeminin yanı sıra kuru üzüm veriyor. Ertesi gün yarış var, hazırlıyorlar atları, yarış başlıyor. O Haydar Amca’nın bahsettiği at koşuyor, koşuyor, koşuyor fakat ikinci geliyor. Buna o kadar üzülüyor ki, o gece üzüntüsünden ölüyor at. Sahibim beni üzümle beslediği halde, ben nasıl ikinci gelirim diye kahrediyor kendini. Sabahleyin bakıyorlar at ölmüş."