.
Efendim,
Öncelikle bu yazı vasıtasıyla Sayın Ayla Belen Hanım'ın evliliklerini hayırlarla, sağlıkla, sevinçlerle yaşamaları duamı satırlara yazarak, Sayın "yaşayan ölü" rumuzlu kardeşime de şahsım için yazdıkları şık yazıları için çok teşekkür ederim. Yüce Allah hepimizi mübarek Fatiha suresinin anlamında yaşatsın inşallah. Siz sayın büyüğümüzle beraber gün geçtikçe yaşama klavuzu haline gelen sitemizde iki cihan saadeti yaşansın inşallah. Sayın Ayla hanım'ın maili benim için bugüne kadar okuduğum kadın gözüyle yazılmış en güzel evlilik yazısısıydı. Bugün arkadaş toplantımda anlattım pırasa ile nergis çiçeği arasındaki bir ömrü. Arkasından bu maile siz sayın büyüğümüzün yazmış olduğunuz muhteşem cevabı okudum. Herkes dikkatle dinledi dersler aldı.-- Sayın Ayla hanım, rahmetli kardeşinizin dörtlüğü de sizin yazınız gibi anlam dolu.İkebana ve kadın ilşkisi. Ezberledim. Her okuduğumda kendisine ve sizi yetiştiren anne babaya dualar edeceğim. Nur içinde olsunlar inşallah.
-- Efendim, İkinci olarak size danışmak istedğim bir konu çıktı birkaç günlük yazıları okuduğumda, Eleştiri. Uyarı veya görüş bildirme ile eleştiri arasında fark yok mu? Sonra eleştiriyi dostluğundan iyi niyetinden emin olduğumuz birisi de yaparsa da mı olmaz? Ben birşey yaptığımda bu salata bile olsa hadi eleştirin derim. Bu kendimi daha geliştirmek için sorduğum bir sorudur. Eleştirinin yapıcı olanı yok mu? Ben bir yakınıma görüş bildirdiğimi düşünüyorum onu eleştirdiğimi zennetmiyorum. Açık, dürüst olmak, düşünceleri çarpıtmadan söylemekte mi eleştiri? Yanılıyor muyum acaba? Müminin uyarıcılık görevi yok mudur? Öte yandan eleştiriye de açık olmak gerekmez mi? Hep bize sen daima haklısın mükemmelsin dense biz sizin herkesin olmasına çabaladığınız Hazreti İnsan olma başarısını elde edebilir miyiz? Sonsuz hürmetlerimle.........
--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları :
Sayın Hatice Hakeri,
Efendim, Sayın Ayla Belen ve Sayın “Yaşayan Ölü” ile olan yazışmalarınız beni memnun etti. Ne güzel. Bir vesileyle iki insan arasında sıcak, samimi, temiz, güzel bir dostluğun kuruluşu belki dünyanın en güzel işi. Allah daim etsin.
Sitemiz için lütfedip güzel bir isim bulmuşsunuz, çok teşekkür ederim. İnşallah dediğiniz gibi olur. “Yaşama kılavuzu” tabirini kullanmışsınız. İnanın beni ağlattı bu söz. Çünkü hayattaki en büyük idealim hep ömür boyu insanları sevmek ve onlara faydalı olmak oldu. Hayatımın hiçbir döneminde ne para pul, ne mal, mülk, ne zevk, eğlence benim için birşey ifade etmedi. Bu sitenin kuruluş amacı da tamamen bu hususdu. Tamamen siyasetin dışında, küçük hesapların dışında, sadece insanlarla tanışmak, görüşmek, insanların derdini paylaşmak, gözyaşına ortak olmak ve böylece güzelliği yaşamak. Sizin işaret buyurduğunuz gibi böyle bir imaj ortaya çıktıysa Allah’a sonsuz şükürler olsun. Öyle istiyorum ki insanlar en yakınlarına bile açamadıkları, söyliyemedikleri düşüncelerini, duygularını, dertlerini, ıstıraplarını, şüphelerini, korkularını, endişelerini bu sütunlara aktarabilsinler. Aynı noktaya beraber bakmak, aynı konuda gözyaşı dökmek kadar insanları birbirine yaklaştıran bir durum bilmiyorum. Lütfen temiz kalbinizle dua buyurun, sitemizin mensupları büyüsün, büyüsün yedi milyar insanı içine alsın. Ve biz el ele din, dil, ırk, renk, milliyet, ideoloji, görüş, kanaat farkı gözetmeden bir evrensel kardeşlik meydana getirelim. Birbirimizi sevelim, birbirimizi sayalım. Birbirimizi olduğu gibi kabul ederek bağrımıza basalım. Amacımız bu. Hani bir veli yolda bir karınca görmüş, selam vermiş, nereye gidiyorsun demiş. Karınca “Efendim, demş, Kabe’ye gidiyorum. Veli tekrar sormuş: “Bu ayaklarla varacağını mı sanıyorsun?” Karınca “önemli olan o yolda ölmek” demiş. Ben de ilhamımı karıncadan aldım. Önemli olan ilk adımı atmak. Bu yolda ne kadar yürüyebilirsek, kazancımız o olacak. En iyisini Allah bilir.
Şimdi mailinizdeki üçüncü kısma gelelim. Eleştiri, uyarı, görüş bildirme adı altında bir davranış daima bir başka insana karşı sevginin, saygının, edebin, inceliğin, zarafetin, ikebana felsefesinin dışında bir görüşü ortaya çıkarıyor. Bu üç günlük yazışmalarda bu temayı ısrarla işledim. Neden kabul etmek istemediğinizi de anlayamıyorum. Efendim, günümüz insanı yorgun, günümüz insanı atılan “atılan oklarla delik, deşik”, günümüz insanı yaralı, mustarip, çileli. Şimdi siz bu insanın üzerine seni uyaracağım, seni ikaz edeceğim, seni eleştireceğim diye gidersek yemin ederim ki bu hiçbir işe yaramaz. Sadece karşı tarafı incitir, kırar, üzer, yaralar, küstürür, ağlatır, uykusuz bırakır. Sonuçta da hiçbir işe yaramaz. Siz, günlerce emek vermişsiniz, bir sofra hazırlamışsınız, salatadan tatlıya kadar herşeyi en ince nüanslarla göznuru dökerek, alınteri harcayarak hazırlamışsınız. Misafir geliyor, tam bir kabalık, hoyratlık, vurdumduymazlık içinde herşeyde bir kusur arayıp buluyor, bir kulp takıyor, yüzünü ekşitiyor, ses tonu değişiyor, yüzünün rengi değişiyor. Şimdi siz “Ay bu insan ne entel, dantel, ne güzel eleştiriyor, ne çağdaş bir aydın” der misiniz? Demezsiniz, vallahi de demezsiniz, billahi de demezsiniz. Lütfen kendimizi kandırmayalım. Biz Rana Sultan’la kırkdört yıl evli kaldık. İlk günden son güne kadar bir kere bile olsa birbirimizi tenkid ederek yıpratmadık. İkimiz de bundan tüm gücümüzle kaçtık. Çünkü ikimizin de belli bir kültürü, hayat tecrübesi vardı. Bugün dünyada hiçbir insan bu saçmalığı kaldıramaz, buna tahammül edemez. İsyan eder, feryad eder, üstünü başını yırtar. Lütfen realist olalım, masa başı edebiyatı yapmayalım. Birisi sizin yaptığınız salatayı sesinin tonundan, yüzünün rengine kadar herşeyi değişerek eleştirirse sizin dünyanız yıkılır. Eliniz, ayağınız titrer. Siz bir türlü hayat gerçeklerini kabul etmek istemiyorsunuz. Eminim bu satırları okurken de küplere bineceksiniz. Ama ben yarın Allah’ın huzurunda bu sitenin hesabını vereceğim için bu sözleri söylemeye mecburum.
Efendim, bir insan realitesi var. Siz onun bazı yönlerini bir türlü kabul etmek istemiyorsunuz. Burada işlenmesi gereken iki konu daha var. 1- Hayatta sessiz, sözsüz, harfsiz de insan olaylardan ders alabilir. O aldığı dersle kendini yetiştirebilir. Bunun izahı biraz zor olacak. Ama sizin zekanız, hassasiyetiniz, inceliğiniz bunu hissedecektir. Sofrada yemek yiyen şahsın yüz ifadesi, yeme şekli, çatalı, bıçağı tutuşu bile, yüzünün rengi, dudaklarının şekli, bakışlarındaki mesaj bile bize çok, ama pek çok şey anlatabilir. Bundan elli yıl önceydi. Bir film seyrettim. “Ağa Düşen Kadın”. Orijinal ismi “Laret”. Dört saat sürüyordu. Filmde üç küçük cümle vardı, olay Güney Amerika’da bir balıkçı kasabasında geçiyordu. İnsanlar duygularını, düşüncelerini bakışla anlatıyorlardı. Aşklarını, hayal kırıklıklarını, sukut ederek, duruşlarıyla anlatıyorlardı. Hayatımda bu kadar güzel ikinci bir film görmedim. Beş kere gidip seyrettim. Ve hep, ürpererek hatırladım. Bazı duygular kelimelere dökülmeden de anlatılabilir. Merhum Rana, bunda o kadar ileri gitmişti ki sessiz, sözsüz, harfsiz bütün duygularını ifade edebiliyordu. Bilmem anlatabiliyor muyum? Öyle sözler var ki insanı ebediyyen yaralayabiliyor. Özdemir Asaf bir şiirinde
“Gitme, dur, konuşalım
Yataklara tek kelime kalmasın”
diyordu. Hayat, insan ruhu, insan ruhundaki ukdeler o kadar derin ki ve bir insanın eleştirmek, yargılamak o kadar kaba, o kadar anlayışsız, o kadar duygusuz kalıyor ki. Bir bakış bile herşeyi anlatmaya yeterken, kelimelere ne gerek var? Rahmetli Münir Bey, “Bazan sükut etmek, cevap vermemek en güzel cevaptır” derdi. Çok saçma, aptalca, sersemce, salakca, edepsizce bir hücum karşısında bir incelik, bir edep, bir zarafet heykeli gibi sessizce başımızı öne eğerek sükut etmek kadar anlamlı, ürpetici, hayranlık uyandırıcı ne olabilir? Tarih boyunca bütün mistik inanışlarda hep sükut ön planda olmuş, bütün insanlara tavsiye edilmiştir. İnsanın ağzındaki dilden daha fazla, daha çok mesaj aracı insanın duruşu, bakışı, kafasından çıkan elektrik, hâl dilidir. Tasavvuf kitaplarında hep kâl dili önemli değildir, siz hâl diline bakın diye öğüt verilir. Bu günümüzde de son derece önemli. Ben Ömer Efendi Hoca’ya, Sadettin Evren’e, Hasan Lütfi Şuşut’a, Paşa Dede Hazretlerine, babaanneme, anneme, merhum Rana Hanıma hep hâl’lerinden dolayı hayranlık duydum. Laf ebelerinden, dili kürek gibi sarkan insanlardan hep uzak kalmaya çalıştım. Ve bir atasözü ne kadar anlamlıdır, “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.” Felsefe tarihini inceleyin, en büyük filozofların, en büyük düşünürlerin öğütleri hep şu olmuştur: “İnsanları yargılamayın”. Bu konuda söyleyeceklerim bu kadar. Gelelim maçın ikinci yarısına. 2- Acaba aynada kendimize bir baksak, ne göreceğiz? Bir insanı eleştirmek, yargılamak hakkını bize kim verdi? Tarihin yetiştirdiği en büyük insanları inceleyin. Peygamberleri, velileri, büyük alimleri, büyük düşünürleri, büyük sanatkarları, büyük devlet adamlarını, büyük sanayicileri, büyük işadamlarını. Hiçbirinde bu iki duruma ratlayamazsınız. Biz kim oluyoruz, biz neyiz ki bir başka insanı yargılayabilelim. Bu biraz haddini aşmak değil midir? Bu insanlar bu hakkı kendilerinde nasıl buluyorlar? Bu yetkiyi kimden alıyorlar. Hayret doğrusu. Kainatın yetiştirdiği en büyük şair Yunus Emre bir şiirinde
“Miskin Yunus, sen seni
Bir adam mı sanırsın
Halini, miktarını
Bil derlerse ne dersin” diyor.
Bir başka şiirinde
“Kakımak olaydı ger
Muhammed de kakırdı
Vara yoğa kakırsın
Sen derviş olamazsın” diyor.
Kakımak, itiraz etmek, şikayet etmek, eleştirmek, yargılamak.
Çocukluğumu düşünüyorum. İki veli kadının elinde büyüdüm: Babaannem ve annem. Hafızamı zorluyorum, bir kere bile ikisinden din, iman, ahlak nutukları dinlemedim. O mübarek veli hanımlar sadece inaçlarını yaşarlardı. Bunun söylemini yapmazlardı. Ben bunların hal dillerine bakarak İslam’a aşık oldum. Hayat boyu birçok din, iman, ahlak nutku atan insan dinledim. Hiçbiri beni etkilemedi. Sözle birşey olacağını sananlar hayatı hiç mi hiç anlamayanlardır. Hayatın sırları sessizliğin içinde gizlidir. Ve insan ancak sessizlik içinde bu sırları sezebilir.yunus Emre bir çok şiirinde sözün, gereksiz yere söylenilen sözlerin insanın vekarını azalttığını söyler. Ve onları insan şahsiyetine indirilmiş bir darbe gibi görür. Buda’dan sonra Hindistan’ın yetiştirdiği en büyük insan, Mahatma Gandhi, “Sabahleyin evden çıkarken, diyor, ayakkabımın üzerindeki bir toz zerresinden kendimi daha büyük görsem ağlayarak Allah’a sığınırım”. Bu misalleri sabaha kadar sıralayabiliriz. Önemli olan kâl değil, hâldir. Önemli olan inanışını aşk haline getirebilmek, sonra o aşkı günlük hayatında bütün nüanslarıyla yaşayabilmektir. Hayatını bir sanat eseri haline getirebilmektir. Selam, sevgi, saygı ile.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.