.
Kıymetli yavrum,
Hayat, sevmek, ümid etmek, beklemek ve teslimiyet içinde hâle razı olarak “Bir çeşmeden akan su, acı, tatlı” demeden hayatı olduğu gibi kabul ederek hayatın alev çemberi ortasında bir cennet bahçesi kurarak sevgi dolu, saygı dolu, edep dolu yaşayabilmektir.
Ne güzel, doğan günle beraber tek istisna olmadan yeryüzündeki bütün insanlara, bütün hayvanlara, bütün bitkilere ve bütün eşya ve cemâdata merhaba diyebilmek. Aşkla, heyecanla bütün zerreleriyle kainatı kucaklayabilmek. Amalar, belkiler, istisnalar olmadan bütün varlığa gönlünü açabilmek ne güzel. İnsan içindeki sevgiler kadar var. İnsan içindeki sevgiler, heyecanlar, güzellikler kadar vâroluşun bilincine ulaşabiliyor. Yunus Emre, “Bir çeşmeden akan su, acı, tatlı olmaya.” diyor. İşte o amalar, belkiler, istisnalar var ya onlar bizi güzelliklerden, yüceliklerden uzaklaştırıyor. Uzaklaştırdığı kadar da kendimize yabancılaştırıyor. Ne olur biz de gönlümüzü Karacaahmet mezarlığına çevirmeyelim. Hayatı, insanları oldukları gibi kabul edelim. Pilin iki ucu da artı olsa işlevini yapamaz. İlle bir ucu artı, bir ucu eksi olacak. Gülün yanında dikeni olacak. Bir şarkıda “dikensiz gül olmazmış” diyordu. Muhakkak ki gülün gül oluşunda, kâinatın en güzel çiçeği oluşunda dikenlerin de çok büyük bir rolü var. Biz de hayata ve insanlara bu gözle bakalım. Pek tabidir ki hayatta bizi seven, sayan, beğenen insanların yanında en güzel, en temiz, en nezih duygularımızı anlamamakta ayak direyen, yanlış yorumlayan insanlar da olacak. Önemli olan bu realiteyi kabul edip yine de hayatı, insanları, vâroluşu sevebilmek. Biz gülü nasıl dikeniyle seviyorsak, bizi sevmeyen, beğenmeyen, istemeyen, bizden uzaklaşan insanları da daha büyük bir sevgiyle, saygıyla, edeple, incelikle sevebilmek, onları benimseyebilmek, onlar için her gün hayır dua edebilmek… Mesele burada. Hazret-i Yusuf’u kardeşleri kuyuya attılar. Ama O yine onları sevmekte, onlara dua etmekte, onların iyiliği için her fedakarlığı yapmakta devam etti. Hayatın kanunu bu. Her Musa’nın bir firavunu olacak. Aman hayat realitesini göz önünde tutalım. Unutmayalım ki dünya güzellik kraliçesinin de bağırsakları cife dolu, kulağında kir, burnunda sümük var. Ama bunlar olmayınca bu güzellik kalmıyor. Çeşitli dertlere müptela olup sararıp soluyor. Ne olur hayata ve insanlara bir bütün, bir kompozisyon olarak bakalım. O beni kırdı, o beni incitti deyip sevgiden, saygıdan, edepten, incelikten, ilahi af duygusundan uzaklaşmayalım. İnsan affedebildiği, bağışlayabildiği, hoş görebildiği oranda büyüyor, güzelleşiyor, yüceliyor. “Allah’ım narın da hoş, nurun da hoş” diyor. “Bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya” diyor. Biz bu dünyaya küsmek için, kırılmak için, başkalarını itham etmek için gelmedik. Biz bu dünyaya sevmek için, saymak için, hoş görmek için, bağışlamak için, kâinatı kucaklamak için gönderildik. Hayatı böyle algılayabilenlere ne mutlu. İçimizi öyle arıtalım ki, öyle temizleyelim ki orada nakış iğnesinin ucu kadar kin, nefret, düşmanlık, kırgınlık, dargınlık, küskünlük kalmasın. Gönlümüzü Allah’tan aldığımız beyazlıkta, tertemiz, pırıl pırıl teslim edelim. Sevgiyle geldik, sevgiyle gidelim.
“Ben cihanın altın terazisine
Ağırlığımca sevgi vermişim.
Ses edin uzak milletlerin gençleri
Bütün antenlerimi germişim”
diyelim.
Selam, saygı ve sevgi ile.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.