Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Bir örnek yaşantı, bir örnek insan: Sabri Baba. Hürmetle, dualarla anıyoruz
Gönderen : Siteden
Tarih : 11/24/2016 9:14:02 AM


.


BİR ÖRNEK YAŞANTI, BİR ÖRNEK İNSAN: SABRİ TANDOĞAN


 


 


-Efendim, siz çocukluğundan itibaren her dakikasının hakkını vererek yaşamış ender kimselerden birisisiniz. Yaşama sanatının en güzel bir ustasısınız. Bunu sizin çeşitli zamanlardaki sohbetlerinizden ve yazılarınızdan öğreniyoruz.  Biz de bugün sizin bu çok özel yaşanmış hayatınızdan kesitler sunmak istedik örnek olması düşüncesiyle.


 


Bunun için müsaadenizle  çocukluk hatta bebeklik yıllarınızla başlayabilir miyiz? O günlere ait ilk hatırladıklarınız nelerdir?


 


Bir buçuk yaşımdan itibaren olayları hatırlarım. Mesela Ermenek’e gelmiştik, o yolculuk hatırımdadır. Yine hatırlıyorum, beni uykuya yatırırlardı ama ben uyumazdım. Ampule bakardım. Gözüme ışıklar akardı. Bayılırdım o çizgi çizgi ışıklara. Uyumaz, hayran hayran onları seyrederdim.


 


-Çocukken de mi az uyurdunuz?


 


Evet.


 


-Rahmetli Sabiha Anne sizin doğduğunuz zamanlarla ilgili özel olarak neleri hatırlar, anlatırdı?


 


Ben doğmuşum. Annem rüyasında benim göbeğimden bir ağaç çıktığını görmüş. O ağaç büyüyerek bütün dünyayı kaplamış.


Ben anne sütü almamışım bebekken. Onun yerine bana fosfatin falyer adlı bir mama yedirmişler. Bir gün annem eczaneye gitmiş mama almak için. Parası bütünmüş. Adam “sonra ödersiniz” deyip mamayı vermiş. Annem eve gelmiş bana o mamadan pişirmiş. Çok aç olmama rağmen yememişim. Annem şaşırmış, bunda bir hikmet var diye düşünmüş. Sonra adamın parasını götürmeyi unuttuğunu hatırlamış ve sabahleyin hemen götürmüş. Sonra gelmiş, bu sefer mamayı almışım. Bunun izâhı mümkün değil tabi. Belki ben o zaman mamadan yeseydim, annem parayı vermeyi tamamen unutacaktı.


 


-Okuma aşkınız ne zaman başladı?


 


Henüz üç buçuk yaşındaydım. Nasıl oldu bilmiyorum, okuma yazma öğrenmek istedim. Alt katta bir komşumuz vardı. Üç öğretmen kızı vardı: Şöhret Abla, Sebahat Abla, Münire Abla... Onlar her sabah okula gitmeden önce gider “Bana okuma yazma öğretin.” derdim. Bir iki, baktılar olacak gibi değil, sonunda öğrettiler. Bir haftada öğrendim.


 


-Okul hayatınızda arkadaşlıklarınız nasıldı? İyi arkadaşlarınız var mıydı?


 


Ben herkesle iyi geçinirdim. Ama seçilmiş bir yalnızlığım vardı. Baktım hayatın gidişine, insanlara, yalnızlık bana güzel göründü. Evimizin terasında benim bir çadırım vardı. Yazları orda yaşardım. Yemeğim çadırın önüne bırakılırdı. Uzun uzun düşüncelere dalardım.


 


-Tefekkür ederdiniz yani?


 


Evet. Düşünürdüm: Niçin yaşıyoruz, neden dünyaya geldik, yaşamamızın gayesi nedir? Sürekli düşünürdüm... Ama öğlene kadar da çocuklarla çılgınca top koşturmuş olurdum. Öğlene kadar çocuklarlaydım, öğleden sonra kendimle yani... Öğlene kadar çocukluk, öğleden sonra ihtiyarlık... Şimdi Türkçede münzevi diyorlar. Öyle tek tip değildim.


 


-Bu çadır fikri de nerden çıkmıştı, kim öğütledi?


 


Hiç kimse. O yaştaki çocuğa kim ne der?


 


-Peki anne babalar çocuklarını tefekküre yönlendirmeli mi o yaşlarda?


 


Bu zorla olmaz. Ama çocuk güzel sorularla düşünmeye teşvik edilebilir. Mesela ağaç nedir, aklına nasıl birisi geliyor iyi insan denilince gibi sorular ona sorulabilir.


 


-Anneniz çalıştığı için size babanneniz bakmış. Ondan çok şey öğrendiğinizi söylüyorsunuz hep. Nasıl bir kimseydi babanneniz?


 


Babannem yirmibeş yaşında iken en büyüğü onüç yaşında olan, biri de karnında beş çocukla dul kalmış bir hanımdı. Uzun boylu ve heybetli idi. Dedem vefât edince nakış yapmaya başlamış babannem. En büyük oğlu olan babam da Ermenek’ten ceviz alır, at sırtında Anamur’a, Mut’a götürür satar, ordan da Ermenek’de para edecek mallar alır, getirirmiş.  Bir kış günü at sırtında giderken gece olmuş. Kar bastırmış. Babam Toroslarda yüksek dağ geçitleri olan yollardan geçerken iyice korkmaya başlamış, titriyormuş. O arada bir yaşlı adam belirmiş, yaklaşmış. “Yavrum,” demiş, “hiç korkma. Şimdi gözlerini kapat. Kendini sabaha Anamur’da bulacaksın.” Sonra birden gözden kaybolmuş. Babam dediklerini aynen yapmış adamın, sabah gözlerini açtığında at sırtında Anamur’a giriyorlarmış. Hızır Aleyhisselam’mış o gece yanına gelen kimse.


 


Babannem bütün çocuklarını okutmuş, yetiştirmişti. En son da beni yetiştirdi. Bana göre veli bir hanımdı. Bana hâl diliyle örnek oldu. Hiçbir zaman bunu neden böyle yaptın demedi. Bir gün akşama misafir gelecekti. Babannem arabaşı çorbası pişirmişti. Tencereyi sobanın yanına getirdi. Ben de içerde o zamanların  plonjonları ile meşhur kalecisi Cihat Arman’ı taklit etmeye çalışıyorum. Topa atlıyıp yakalayım derken ayağım çorba tenceresine takıldı. Bütün halı çorba oldu. Orda dondum, kaldım. Kımıldayamıyordum. Babannem hiçbir şey demedi. Önce halıyı bir güzel temizledi. Sonra giyindi, çıktı, yeniden malzeme almış, geldi. Çorbayı yeniden pişirdi.


 


Misafirlere çeşit çeşit yemekler yapar ama kendi ekmek ceviz yerdi. Bir gün sordum, “Babanne,” dedim, “evde bisürü yemek var, niye ekmek ceviz yiyorsun?” “Yavrum,” dedi, “ben bunu sana anlatamam ki.” Sonra anladım ki babannem riyazet yapıyordu. Yere düşürdüğü bir tek pirinç tanesini bile mutlaka arar bulurdu. Birgün yine böyle düşürdüğü bir pirinç tanesini ararken “Amaan babanne,” dedim, “niye bir pirinç tanesi için kendini bu kadar yoruyorsun?” O güne kadar beni hep seven, okşayan babannem birden sertleşti, “Ooo, küçük beyimiz sobanın yanında oturmuş ahkâm kesiyor. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü, ne kadar zorluk çekiyorlar haberin var mı?” dedi. O kadar utanmıştım ki. Yıllar sonra “Acı pirinç” filmini seyredince, pirinç işçilerinin çilesine tanık olunca babannemi daha iyi anladım.


 


Onun birçok sözleri hâlâ hatırımdadır:


 


“Allah, kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncanın bile rızkını düşünür.”


 


“Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar.”


 


“İt tekkeyi (takkeyi) ne yapacak, dingilderken düşürür.”


 


“Yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur.”


 


“O kırk puşttan kırk muşta yemiş.”  (hayat tecrübesi çok olan kimseler için)


 


“Bir elin âsâ, bir elin kese olsun.” (kızdığı kimselere).


 


“Kuyruğu tava sapı kesmiş”  (bir işten çok keyif almış kimseler için)


 


...


 


Babannem, anneme çok büyük saygı gösterirdi. O içeri girince oturduğu yerden ayağa kalkar, “Buyur, Sebihanım” derdi. Annem de babannemi çok sever, “Anneciğim, lütfen rahatsız olmayın, ben siz ayağa kalkınca çok rahatsız oluyorum” derdi. Babannem, “Ah yavrum, ben gelinime ayağa kalkmayacağım da kime kalkacağım” diye cevap verirdi. Annem, babannem için “O benim annem” derdi. Annem kendi annesini altı yaşında, ablalarını yedi yaşında kaybetmişti.


 


Ben ne annemle babannem arasında ne de kendi eşimle annem arasında gelin-kaynana kavgasına şahit olmadım, çok şükür.


 


-Efendim, sizin ilk öğretmenleriniz babanneniz ve anneniz olmuş, hal diliyle örnek olmuşlar size. Peki ilkokula başladığınızda neler hissettiniz? Aradıklarınızı bulabildiniz mi okulda?


 


Hayır. Çünkü ben ilkokula başladığımda bir kitaplık dolusu kitap okumuştum. Öğretmen tahtaya harfleri yazdı. Ben gülmeye başladım. Hoca, “Madem öyle gel bu kitabı oku bakalım” dedi. Meğer o aralara Shakespeare’nin “Venedik Taciri” adlı eserini okuyormuş. Başladım okumaya. Hoca şaşırdı, “Anlaşıldı,” dedi, “biz ders yaparken sen şöyle otur, istediğini oku. Bu kitabı tiyatro sanatkârları bile bu kadar akıcı okuyamazlar”. O zamanlar sınıf atlama yoktu, mevzuat uygun değildi.


 


Okul hayatım hep bu şekilde devam etti. Bir gün lisede sömestr tatiline girmeden, hoca, “Tatilde Fransız İhtilalini kitaptan çalışın gelin, dönüşte anlattıracağım” dedi. Ben gittim, Albert Sorel’in üç ciltlik “Fransız İhtilâli” adlı eserini aldım, okudum. Sömestr tatili bitti. Hoca derste sordu, kimler hazırlandı diye. Herkes başını önüne eğdi. Ben el kaldırdım. Tahtaya çağırdı. “Fransız İhtilaline geçmeden önce” dedim, “bu ihtilâli hazırlayan sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplere bir göz atalım”. Bunu duyunca hoca şaşırdı. Laz Hayri derlerdi, çok iri bir adamdı. Sınıfa önce göbeği biraz sonra da kendisi girerdi. “Yavrum” dedi, kürsüyü gösterdi, “ayakta kalma, gel buradan anlat, senin yerin burası”. Tam dört saat konuyu anlattım. O zaman daha lise ikideydim. Hukuk Fakültesinde de durum değişmedi. Genel sınavlar yapılırdı, tek tek sözlü sınav için jüri önüne çıkılırdı. Herkes salonun dışında elinde kağıtlarla telaş içinde ezber yaparken ben cebimden şiirler çıkartır, onları okurdum.


 


-Henüz ilkokuldayken bile arkadaşlarınızın dertlerine çare ararmışsınız?


 


Evet, mesela gelirlerdi, “babam çok dövüyor, ne yapayım” derlerdi. Dertlerini anlatırladı. Ben de onlara ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini anlatırdım.


 


-Çocuk yaşlarda olmanıza rağmen bu nasıl oluyordu?


 


Çok küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir gözlemciydim. Annem beni alır misafirliğe götürür, bir sandalyeye oturturdu. Onlar sohbet ederken, ben oradan bütün hanımları etüd ederdim: “Bu hanımın mutfağı nasıldır, evi temiz midir, güzel yemek yapar mı, kocasıyla ilişkileri nasıldır...” Tabi bunları kimseye anlatmazdım... Bu bir ömür boyu devam etti.


 


Beş yaşındaydım. Arkadaşlarla sokakta oynuyorduk. Komşumuzun kızına görücü gelecekti. Yanımızdan geçtiler, eve girdiler. Damat adayını hiç gözüm tutmadı. Bakışları hoşuma gitmemişti, bir tuhaftı. Görücü gelen kızın annesi, kocasına “Bey, bir de komşunun oğlu Sabri’ye sorsaydık, damat adayı hakkında ne düşünür diye” demiş. Adam da “Kafamı kızdırma hanım, kız verirken elin beş yaşındaki çocuğuna mı danışacağız” diye kadını azarlamış. Annemle akşam konuştuk. “Anneciğim,” dedim “o evlilikten hayır gelmez. Çünkü o adam sapık.” Hakikaten de kız altı ay sonra adamdan boşandı,  sapık diye. İşte şimdi bunu akılla izah etmeye kalksanız akıl orda durur.


 


Yeni evliydik. Bir gün eve geldim, Rana’nın arkadaşları vardı salonda. Kısa bir süre salona birşey almak için girip çıkmam gerekmişti. Sonra akşam Rana sordu, “Nasıl buldun arkadaşlarımı?” dedi. “Hangisini?” dedim. “Mesela köşede oturan” deyince ona tam üç saat o hanımı anlattım. Rana şaşırdı, “Önceden onunla bir tanışıklığın mı vardı yoksa” diye sordu. Oysa o hanımı sadece bir kez görmüştüm o içeri giriş çıkış sırasında. Halen de ilk gördüğüm insanı hemen tahlile başlarım.


 


-Bir de çok yardımsevermişsiniz çocukken?


 


Ha, evet. Mahallemizde Karyağdı Türbesinin yanına belediye hurda bir otobüs bırakmıştı. Orayı ispirtocular ikemetgâh yapmışlar. Ben harçlığımla onlara simit alır götürürdüm. Birgün baktım birisi üşütmüş. O günlerde daha okula gitmiyorum. Yakında da sünnet olacağım. Annem bana çok özel bir Avrupa kumaşından yorgan diktirmişti, o benim üzerime örtülecek. Çok güzel pembe bir yorgan. Daha onun kumaşı kadar güzel bir kumaş hiç görmedim. Hemen eve geldim, yorganı kaptığım gibi ispirtocuya götürdüm. Üstünü örttüm. Sonra harçlığımdan aspirin aldım adama içirdim.  Posta Caddesinde Başkent Eczanesi vardı o zaman. Adam sonra iyileşmişti. O akşam evde olanları bir bir anneme anlattım. Annem bana baktı, “Aferin yavrum” dedi. Eğildi, beni alnımdan öptü. “Çok iyi etmişsin. Yalnız, bu yorgan işini baban duymasın. Evde olay çıkar. Biz gidelim, başka bir yorgan yaptıralım” dedi.


 


Bir gün de geldim baktım, mahallenin çocukları toplanmışlar, aralarında para toplamışlar, o ispirtocuya “Eğer bize biraz oynarsan bu paraları sana veririz” demişler. Etrafını çevirmişler. Adamcağız hem oynuyor hem gözlerinden akan yaşları siliyor, ne hallere düştük diye. Hemen cebimde ne kadar harçlığım varsa çıkardım, çocuklara dedim ki “Bu para sizinkinden fazla. Alın, adamı rahat bırakın.” Sonra adamı otobüse geri gönderdim.


 


Bir gün annem bana “Oğlum kalk seni gezmeye götüreceğim, ayakkabılarını boyat” dedi. Hemen boyacıya koştum. Ayakkabılarımı boyattım. “Ne vereceğim?” dedim. Adam, “Ağalığına kalmış beyim” dedi. Ay bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. Çıkardım, cebimde ne var ne yoksa adama saydım.


 


İşte böyle. Benim çocukluğum bir film gibiydi. Bakarsınız bir gün bir senaristin eline geçer de bunlardan bir film yapar.


 


-Annenizin sizin eğitiminizde çok büyük yeri var değil mi efendim? Mesela o yorgan olayında gösterdiği asil davranış ne güzel. Bugün kaç anne bunu yapabilir? 


 


Öyle. Annem edebiyat öğretmeniydi. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Beni de çok küçük yaşlardan itibaren hayata hazırladı. O benim kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan olmamı istiyordu. Beni ona göre yetiştirdi. Beş yaşındaydım, “Haydi oğlum” dedi, “sen artık delikanlı oldun, kendi kahvaltını bundan sonra kendin hazırla.” Bu söz bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti. O günden sonra kendime sabahları tereyağında yumurta yapar bal tenekesinden bir tabak bal çıkarır, çorba kaşığıya yerdim. İlk çorbamı beş yaşındayken yaptım. Pirinç çorbası; domatesli, maydanozlu. Tadı hâlâ damağımdadır.


 


Sabiha Anne:


www.gonulsohbetleri.net/html/sizden_gelenler/SabihaTandogan1.jpg


 


Annem bana geceleri saat onikide tahta fırçasıyla ev fırçalatırdı. Sabaha tertemiz kurumuş olsun diye. Evin bütün işlerine bakardım annem okula gidince. Temizlik, alış veriş, odun kırma, yemekler için ön hazırlık... Komşular “Aman Sabiha Hanım niye o küçücük çocuğa eziyet ediyorsun? derlerdi. O da “Siz benim işime karışmayın, ben oğlumu hayata hazırlıyorum” diye cevaplardı.


 


Birgün sofraya bamya geldi. “Ben bamya yemem.” dedim. Sandım ki annem bana başka birşey hazırlar. Ama annem öyle yapmadı. “Sen bilirsin,” dedi, yemeği önümden aldı. Onlar afiyetle yediler. Ben kaldım aç karnına. Akşam da birşey yiyemedim. Sonra gece el ayak çekilince dolaptan bamya tenceresini çıkardım, bamyaları mideye indirdim. O günden beri en sevdiğim yemek bamyadır. Annem orada bana çok büyük bir ders vermişti. Çocuk ailenin şartları neyse ona uyması gerektiğini bilmeli. Annem de bu düşünceyle hareket ediyordu.


 


Birgün ilkokulda sınıf birincisi olmuştum. Gururla geldim, anneme söyledim. Fazla bir gurur yaptığımı görünce şımarmayayım diye hiç yüz vermedi, “Ne yapalım,” dedi, “birinci olduysan, karın sevinsin.”


 


Bir gün yine çocukken beni tek başıma lokantaya yemek yemeğe gönderdi, orada usûl öğreneyim diye. Gittim, oturdum. Alaburuz traşlı bir garson geldi. “Ne yiyeceksin bakalım” dedi. Ben de “kurufasulye istiyorum” dedim. Getirdi. Sonra yemek bitince tekrar geldi. “Doydun mu?” dedi. “Doymadım.” dedim. “Ne getireyim?” dedi. Bu sefer de taze fasulye istedim. Garson iki elini birbirine vurdu, “İşte,” dedi, “parmak kadar çocuğu tek başına lokantaya gönderirsen böyle olur. Hiç taze fasülyeyle kuru fasülye aynı anda yenir mi?” Ben gayet sakin “Niye böyle söylüyorsunuz,” dedim, “taze fasulyenin tadı ayrı, kuru fasulyenin tadı ayrı.”


 


Bir gün de annem beni pazara gönderdi, “Git,” dedi, “bir kilo domates al gel.” Gittim, aldım, geldim. Annem açtı baktı, hepsi çürük yanlız nasılsa bir tane küçük sağlam domates koymuş adam. Ben kıpkırmızı olmuştum ama annem hiç kızmadı. O küçük sağlam domatesi yıkadı, “Bak oğlum,” dedi, “eğer bundan sonra alış veriş yaparken çok dikkatli olursan bütün domatesleri bunun gibi alabilirsin.” Sonra o domatesi gidip misafir teyzelere gösterdi, “Bakın” dedi, “benim oğlum ne güzel domates almış. Bundan sonra dikkatli olup hep böyle alacak.” O günden sonra tek başıma pazara gider, evin alış verişini en güzel şekilde yapardım. Bakkalın, manavın, kasabın benden ödü kopardı. Bozuk mal satanları karakola bizzat gider şikayet eder, dükkanlarını birer ay kapatırırdım. Komşu teyzeler “Yavrum,” derlerdi, “sen bizden daha iyi alıyorsun, misafir gelecek, haydi şunları şunları bize alıver.”


 


-Çocukken de etrafınızdaki güzel insanlara, davranışlara dikkat eder miydiniz?


 


Evet, tabi. Mesela beş yaşındaydım. O zamanlar Ankara’da odun kırıcılar olurdu. Sokaklardan bağırarak geçerlerdi, “Odun kıran, odun kıran” diye. Birgün babam böyle bir adam çağırdı kışlık odunları kırdırmak için. Adamın yanında küçük bir oğlu vardı. O gün hep adamı seyrettim. Öyle güzel bir odun kesişi vardı ki. Hepsi aynı boyda. Yunus’un dergâha taşıdığı odunlar gibi... Oğlu o arada çocuklarla bir kavgaya karışmıştı. Onu kenara çekip uyarışı hâlâ gözümün önündedir.


 


Bir gün de yine annem beni bakkala kibrit almaya gönderdi. İçeri girdim, “Bir kutu kibrit istiyorum” dedim. Adam kızdı, “Veremem” dedi. Şaşırmıştım. “Niye?” dedim. Dedi ki “Çünkü sen içeri girerken selam vermedin. Ben selam vermeden girene mal vermem. Şimdi çık, biraz dolaş. Sonra gel, selam, ver, isteyeceğini ondan sonra söylersin.” Çok utanmıştım. Kıpkırmızı oldum. Hemen dediklerini yaptım. Biraz dolaşıp geri geldim. Bu sefer içeri girerken önce selam verdim. “Hah, şöyle.” dedi. Kibriti verdi, bir de yanında çikolata vardı. “Bu da selam vererek girdiğin için benim sana hediyem” dedi. Onun bu hareketi beni çok etkilemiştir. Yıllarca üzerinde düşündüm. Bana çok büyük bir ders vermişti bakkal amca. Allah ondan razı olsun.


 


Bir gün de annem bana “Ayakkabılarını hemen boyat, gel. Misafirliğe gideceğiz.” dedi. Hemen mahallemizdeki ayakkabı boyacısı Osman Efendiye koştum. “Acele boyar mısın?” dedim. Yağız bir Anadolu insanı idi Osman Efendi. Başını kaldırdı, yüzüme baktı. “Kusura bakma beyim ama boyayamam” dedi. Fazla para istiyor sandım, “İki katını vereyim, boya” dedim. “Gene olmaz” dedi. “Niye peki?” dedim. “Ben acele iş yapmam. Sonra boyacı Osman Efendi’nin boyadığı ayakkabı bu muymuş derlerse benim intihar etmem lâzım” dedi. Bu hareket de beni çok etkilemiştir. Hayat boyu bana ışık tuttu Osman Efendinin bu davranışı. İşini güzel yapan insanlara herzaman için hayranlık duymama neden oldu bütün bunlar...


 


-Yunus Emre’ye hayranlığınız da çocukluğunuzda mı başlamıştı?


 


Evet. Beş yaşındaydım. Birgün babamın bir arkadaşı bize misafirliğe gelmişti. Elini öptüm. Bana beş kuruş verdi. Beş kuruş iyi paraydı o zaman. Hemen kitapçıya gittim. Rafta bir kitap dikkatimi çekti. Aldım. Yunus Emre’nin şiirleri vardı o kitapta. Okudukça okudum, okudum. Doyamadım. Hâlâ da Yunus’dan mısralar okumadığım bir tek günüm yoktur. Yunus benim için en güzel bir arkadaş oldu. Onu çok, ama pek çok sevdim. O bana göre dünyanın en büyük şairi. Bir mısrada öyle büyük hakikâtleri özetliyor ki hayran olmamak mümkün değil.


 


-Çocukluğunuzla ilgili başka anılarınız var mı?


 


Henüz okula gitmiyordum. Bir gün rahmetli Emin Amcamla hayvanat bahçesine gitmiştik. Bir yerde mis gibi kokular saçan mısır satılıyordu. Amcamdan bir tane almasını istedim. Aldı, ama nedense biraz sıkıntılandığını hissetmiştim. Biraz dolaştıktan sonra artık eve dönme zamanımız gelmişti ama amcam bir türlü gelen otobüslere binmek istemiyordu. Gelen bazı otobüsler gideceğimiz yere yakın bir yerden geçtiği hâlde binmiyor, bekliyorduk. Amcam, uzaktan, gelen otobüslere bakıyor, “bu değil” deyip geri çekiliyordu. Nihayet akşama doğru bir otobüs geldi, şoför tanıdığıymış meğer Emin Amcamın. Bindik. İşi o zaman anladım. Ben mısır aldırınca cebinde dönüş parası kalmadığı için tanıdığı bir şöför geçene kadar otobüse binememiştik. O gün öyle üzüldüm ki... Hâlâ o gün bu gündür mısır yiyemem, hep aklıma rahmetli Emin Amcam gelir.


 


Sabri Tandoğan, amcası Emin Tandoğan ile:


 


www.gonulsohbetleri.net/html/sizden_gelenler/SabriTandogan-EminTandogan.jpg


 


Babam o zamanlar cumartesileri pastırmalı, yumurtalı pide yaptırırdı. Pideler fırında pişerken biraz aşağıda Şarki Karaağaç helvacısı vardı. Orada cumartesi günleri taze helva çıkarırlardı. Oradan sıcak helva alırdı. Benim çocukluğumda cumartesileri yarım gün çalışılırdı, tam gün tatil değildi. O gün okulda aklım hep evdeki pidede olurdu, son iki derste kafam nerdeyse çalışmazdı. Öğlen evde toplanınca hep birlikte babamın getirdiği sıcak pidelerle helvayı yerdik. Yemeye doyamazdık. Başlarken derin bir nefes alır, pide bitince nefesimizi verirdik...


 


(uzun uzun gülüyor Sabri Baba...)


 


-İyi bir harçlık alır mıydınız çocukken?


 


İlkokuldayken, aileme yük olmamak için yaz tatillerinde gazeteden kesekağıt yapardım. Buğday ununu su ile pişirirdim, yapıştırıcı olarak kullanırdım. Sonra o yaptığım kesekağıtlarını dolaşır, bütün mahalle esnafına satardım. Hergün kazandığım parayla arkadaşlarımı Ulus’ta Osman Nuri’de dondurmalı tavuk göğsü yemeğe götürürdüm. Her yıl göğüslük ve yakamı, defter, kalem ve kitaplarımı da o parayla alırdım.


 


Lise yıllarımda annem bana haftalık harçlık verirdi. Otobüs paramı, öğle yemeği paramı ondan karşılardım. Bir hafta nasılsa annem harçlığımı vermeyi unuttu. Anneme “Bana bu hafta harçlık vermeyi unuttun.” diyemedim. O hafta okula Yenimahalle’den Cebeci’ye, Cebeci’den Yenimahalle’ye olmak üzere vıcık vıcık çamur içinde yürüyerek gidip geldim. Öğlenleri aç kaldım. Ama anneme söyleyemedim. Bu durumu komşular görmüşler, “Sabri niye okula yürüyerek gidip geliyor?” demişler. Annem o zaman hatırlamış, çok üzüldü, “Neden böyle yapıyorsun?” dedi. Oturup ağladı. Oysa ben annemi o kadar çok seviyordum ki, olur da kırar mıyım diye isteyememiştim harçlığımı.


 


 


-Efendim, lise yıllarınızla ilgili başka neler var hatırınızda?


 


Hayatımda bir tek kez bir kıza laf attım, sonra yıllarca ıstırap çektim. Denizciler Caddesi’nde oturuyorduk, orada bir lise vardı. Liseden kızlar çıkıyor. Birinin ayağında o zamanlar kabara denilen ve ayakkabıda çok kaba duran bir tabanlık vardı. Ayakkabısında kabara olan bir kız geçiyordu, ona ayakkabısını îma ederek laf attım. Sanırım çok üzüldü. Belki de fakir bir ailenin kızıydı. Sonra bu beni çok etkiledi. Yıllarca ıstırap çektim. Eğer yarın ahirette benden davacı olursa nasıl hesap vereceğim bakalım?


 


Bir de liseyi bitirip üniversiteye başlayacağım yıl, yaz tatilinde bir esnafın yanında çalışmaya ve yeni tecrübeler edinmeye karar verdim. Hâl’de gıda maddeleri satan bir yere gittim, “Ben, tüccarlığın sırlarını öğrenmek istiyorum. Yanınızda çalışabilir miyim?” dedim. “Ne vereceğiz sana?” dedi. “Bir ücret istemem yalnız bir şartım var, dükkanda yapacağım yenilik ve değişikliklere karışılmayacak” dedim. Adam razı oldu. O gün dükkanın bütün raflarını indirdim. Yeni kaplama kağıtları aldım, onlarla bütün rafları kapladım. Dükkanda birçok su şişeleri vardı. Onları güzelce yıkadım, bazılarına su, bazılarına turşu suyu koydum, dolaba bıraktım. Oradan soğuk olarak her gelen müşteriye o sıcak yaz günlerinde ikram etmeye başladım. Mesela şişman bir hanım gelmiş, kan ter içinde, ona “Efendim,” derdim, “size su mu ikram edeyim turşu suyu mu? Ne içersiniz?” Bir tane içtikten sonra “Bir daha vereyim mi?” diye kibarca sorardım. Kadın iyice rahatlamış olarak başlardı, “şunu da ver, bunu da ver” demeye. E, ticaret böyle yavrum. Her adam ticaret yapamaz. Böyle bir gün bir hanıma kamyon tutmak zorunda kaldık satın aldığı şeyler için. Başka bir gün de bir hanım geldi. Birçok paketler vardı elinde. “Efendim,” dedim, “verin o paketleri size tek bir pakette toplayayım.” Ambalaj kağıtları arasından bir tane çektim. O arada dükkan sahibinin gözleri faltaşı gibi açıldı, bir kağıt boşa gidecek diye. Oysa o ticaretin inceliklerini bilmiyordu. Ticarette en önemli husus müşteriyi hoşnut etmektir herşeyden önce. Bunun için bazı şeyleri önceden düşüneceksin. Sonra onlar bir şekilde geri döner. Kadınının paketlerini aldım, güzelce tek paket yaptım, üstüne de bir fiyonk attım. Kadın o kadar mutlu oldu ki. Başladı alış veriş yapmaya. O gün birçok şey satın aldı. Ve böyle böyle ne oldu biliyor musunuz? Dükkanın cirosu o yaz iki katına çıktı. O arada iki de evlilik teklifi aldım. Etrafın zengin işadamlarından ikisi bana “Gel delikanlı” dediler, “seni kızımızla evlendirelim, bizim ortağımız ol. İşlerimizin başına sen geç”. Onlara “Hayır efendim,” dedim, “ben okumak istiyorum. Çok teşekkür ederim”. O yaz tatilinde birçok tecrübeler edinmiştim böylece.


 


-Peki kızlarla aranız nasıldı bu gençlik günlerinizde?


 


Aslında ben heyecanları çok fazla olan bir gençtim. Hatta bu heyecanlarımın azalması için ilaç almak üzere doktora bile gitmiştim. Ama doktorun önerdiği benim istediğim çözüm değildi. Bana “Delikanlı adamsın, ilacı filan boşver, geneleve git” dedi.  Ancak ben tertemiz bir hayat yaşamayı en baştan kafama koymuştum. Bu konuda kesin kararlıydım. Bir gün izlediğim bir film bana ilham verdi. O filmde etrafına zarar veren, ekinleri sular altında bırakan bir nehrin deli dolu sularından büyük bir gayretle elektrik enerjisi üretilmesine başlanıyordu. Bu enerji şehrin aydınlatılmasında kullanılıyordu. Aynı zamanda hastaneler sabaha kadar çalışabiliyor, kendini ilme ve kültüre adayan insanlar sabaha kadar okuyabiliyorlardı. Bütün gece düşündüm ve bir enerjinin başka bir enerjiye dönüşümü metodu ile içimdeki bu enerjiyi kendimi yetiştirme aşkına dönüştürmeye karar verdim. Okudum, sürekli okudum, gece gündüz okudum. Araştırdım, inceledim. Ve sonunda ne oldu? Bugün Türkiye’nin en kültürlü insanıyım, sayılı birkaç büyük kişisel kütüphanesinden birine sahibim. Hâlâ da çok yönlü olmak üzere gece gündüz okumaya devam ediyorum. Hayatı, insanı anlamak, vâroluşun sırlarını araştırmak bir aşk halini aldı bende.


 


Ben çok temiz bir gençlik yaşadım. Ama tertemiz, pırıl pırıl bir gençlik. Bu hep böyle devam etti. Sonunda da Allah karşıma Rana isimli eşsiz bir meleğini çıkardı. Bu iş böyle yavrum. Kur’an-Kerim’de “Temiz kadınlar; temiz erkekler için, temiz erkekler de temiz kadınlar içindir.” Buyruluyor.


 


Bugün bazı kimseler “Benim içimde,” diyorlar “çok büyük bir cinsel enerji var. Ben kötü yola başvurmaya mecburum.” Ben bunu  kabul etmiyorum. Bir kimse içindeki bu büyük enerjiyi pekala iyiyi, güzeli, doğruyu, hakikati bulma aşkına, kendini yetiştirme aşkına dönüştürebilir. Cinsel enerjinin kültürel enerjiye dönüşebileceğini benden başka kimse ortaya koymadı. İlk defa bunu önerdim ve kendim de bizzat uyguladım ve çok güzel sonuçlar aldım. Yapılan birçok araştırmalar da insanlık tarihine katkı yapmış pek çok büyük insanın cinsel enerjilerinin normal bir insana göre daha fazla olduğunu ancak bu enerjilerini başka alanlara kaydırarak büyük işlere imza attıklarını gösteriyor.


 


 


-Bu dönemlerde annenizle dialoğunuz nasıldı? Genellikle gençler bu yaşlarda biraz âsi olurlar.


 


Annemle arkadaştık. Ona çocukluğumdan beri herşeyimi anlatırdım. Onunla herşeyi açık açık konuşurdum. Mesela eve gelirken yolda çok güzel bir kız görsem, beğensem, anneme söylerdim: “Yahu, o kızı bir de ben görseydim” derdi. Akşam eve geldiğimde elimi annemin omuzuna koyardım, kanapede beraber oturur, o günkü yaşadığımız olayları birlikte yorumlardık. Orada duyduğum lezzeti başka hiçbir şeyde bulamazdım. Sonra bir de Rana’nın yanında hissettim aynı duyguyu.


 


Ergenlik dönemine girdiğim günlerde bir gün baktım masanın kenarında o dönemle ilgili insan vücudundaki bütün değişimleri anlatan yabancı bir yazarın kitabı duruyordu. Annem oraya benim göreceğimi tahmin ederek bırakmıştı. Alıp okudum, kafamdaki soruların cevapları orada vardı.


 


Annem her yönden olağanüstü bir insandı. Çok küçük yaşta bir tek babası sağ kalmış. Dedem Rodos savcısı imiş. Onu da Yunanlılar baskın yapıp hapse atınca annem uzak  bir akrabalarının yanında kalmış, ta ki yıllar sonra dedem hapisten çıkarılana dek. O aile de çok cimriymiş. Annem gidermiş, gündüzleri yol kenarlarındaki ağaçlardan karnını doyurur, akşam eve gidince sofraya el uzatmazmış. Dedem hapisten çıkınca Rodos’ta kalmayı uygun bulmamış, Ankara’ya gelmişler, bir mahalleye yerleşmişler. Babam da o mahallede oturuyormuş. Hukukçuydu babam. Annemi işe gidip gelirken görüp, beğenmiş; dedemden istemiş. Evlenmişler. Üç lisan bilirdi annem. Çok kültürlü bir insandı. İş yaparken yorulsa uzanırken eline muhakkak bir kitap alırdı. Beni de her konuda çok iyi yetiştirdi. Benim en yakın arkadaşım, sırdaşım oldu. Babamın vefâtından sonra Rana ile gidip onu yanımıza aldık. Vefat ettiğinde onu sevgiyle yerleştirdim, çenesini bağladım. Hâlâ onu anmadan geçen bir tek günüm yoktur. Nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti Peygamberin şefaati üzerine olsun.


 


-Efendim, hayatınıza yön veren manevi büyüklerden birisi olan Ömer Efendi Hoca da lise yıllarınızda tanıştığınız bir kimseydi değil mi?


 


Evet. Lise birden ikiye geçmiştim. O yaz babamın memleketi Konya Ermenek’e gitmiştik. Orada Ömer Efendi Hocayı gördüm. Cildi adeta şeffaf gibiydi. Kıyafetleri çok temiz ve düzenli idi. Çok asil bir duruşu vardı. Süfas Camiinin imamı idi, gelirdi avluda abdest alır, camiye girerdi. Bir gece kafama koydum. Bütün namaz dualarını ezberledim ve sabahleyin Ömer Efendi Hocanın arkasında sabah namazı kılmak üzere camiye gittim. Namazdan sonra tesbihat başladı. Bir ara Ömer Efendi Hoca bana baktı ve gülümsedi. O gülümseme ile içim öyle aydınlanmıştı ki... O günden sonra onu daha yakından tanıdım. Ona pek çok sorular sordum. Aldığım cevaplar hayatıma ışık tuttu, renk verdi. Mesela bir gün sordum, “Hocam,” dedim, “Klâsik Batı Müziğini dinlemeyi çok seviyorum ama günah diyorlar. Siz ne dersiniz?” “Yavrum,” dedi, “her ne ki içinde bir güzellik, bir ferahlık, bir huzur hissi uyandırıyorsa o şey hayırlıdır, güzeldir. Her ne ki seni huzursuz ediyor, içinde bir daralma, bunalma hissi bırakıyorsa o şerdir, günahtır. Ondan uzak dur.” Onun bu sözü benim için bir genel anahtar oldu. Hayat boyu bu anahtar ile birçok müşkülü açtım. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaâti üzerine olsun. Ne güzel bir insandı o...


 


-Hukuk Fakültesi yıllarına geçelim mi? O yıllarda yazdığınız bir şiir var Bekleyiş kitabınızda: “Elma Çiçekleri, Sözlü Kız ve ...” diye. Kimdi o “sözlü kız”?


 


Fakültede bir kız vardı. Çok ağırbaşlı, hanımefendi, çok çalışkan bir kızdı. Aşk denilemez ama onu beğeniyordum. Onunla evlenmeyi planlıyordum. Onun bundan haberi yoktu. Bir gün sözlendiğini duyunca biraz sarsıldım. Ve bu şiiri o zaman yazdım:


 


“...


Oysa tertemiz başlamıştı bu sevgi böyle
Beyaz bulutlar kadar güzel ve temiz
Dağ çeşmesi gibiydi ilkin...
Ama bir deli rüzgar, bir unutuş
Unut diye bakıyordu, unut diye son defa, unut
.. Ve sonra sözlü kız oldu adı
...”


...


Olmadı söyliyemedi
Söylenmemiş aşkların en güzel şarkıları
Öylece... Öyle kahredercesine
Dudaklarında kaldı
Oysa elma çiçekleri açıyordu
Oysa... Mevsim bahardı...”


                            Sabri Tandoğan, “Bekleyiş”


 


-Fakültede arkadaşlarınızla aranız genel olarak iyi miydi?


 


Herkesle çok iyi anlaşırdım. Kız arkadaşlar bana “Îtimad” adını takmışlardı. Kimseye açamadıkları sırlarını bana açarlar, ne yapmaları gerektiğini sorarlardı. Bu konuşmalar hep aramızda bir sır olarak kalırdı.


 


 


Hukuk Fakültesi yıllarından bir fotoğraf:


www.gonulsohbetleri.net/html/sizden_gelenler/SabriTandogan1.jpg


 


 


-Efendim, Siz Rana Hanım’dan başka kimseye âşık olmadım, dünyaya bir daha gelecek olsaydım yine ona âşık olurdum diyorsunuz. Peki, size aşkını tek taraflı ilan eden hanımlar var mıydı o yıllarda?


 


Şimdi bu soruyu cevaplarsam Sabri Bey övünüyor derler... Ama ben evlendiğim zamana kadar bir küçük sandık dolusu aşk mektubu almıştım. Fakülteden eve dönerken kızlar pencerelere dolarlardı. Sonra evlenirken o mektupları yaktım. Rana’ya söylediğimde “Ah, keşke yakmasaydın, şimdi beraber okurduk” dedi.


 


(Bu sırada içeriye bir genç adam ile genç bir hanım giriyor, yan masaya oturuyorlar. Adam daha oturur oturmaz hemen bir sigara yakıyor, tüttürmeye başlıyor. Bunun üzerine Sabri Baba:


 


-“Ne var o sigarayı yakacak şimdi.” diyor. “İnsanlar neden anın güzeliğini yaşamazlar... Bak, ne güzel bir hanımla berabersin. Onunla geçirdiğin anların güzelliğini yaşa. Onun gözlerine bak, ona şiirler oku:


 


 


“Gözlerin, gözlerime değince


Felaketim olurdu, ağlardım” 


Atila İlhan


 


Sonra tekrar sohbetimize dönüyoruz.)


 


-Efendim, acaba fakülte yıllarınızda en beğendiğiniz hocanız kimdi?


 


Valla, doğrusunu söylemek gerekirse benim fakültede en beğendiğim, takdir ettiğim kimse kapıcı İrfan Efendi idi. Ona hayrandım. Kapının girişinde paltolara bakardı. Gelen mektuplarımızı ondan sorardık. Kimisi sevgilinden, ailesinden mektup beklerdi. Kimi de benim gibi yazı yazdığı dergilerden. İrfan Efendi, kendine sorulduğu zaman oturduğu yerden edeple ayağa kalkar, ceketini ilikler, eğer gelen birşey varsa verir, yoksa “Size bugün mektup yok efendim, ama inşallah yakında gelir” der, ümidini de verirdi. Ben ondan daha fazla kimseye saygı duymadım fakülte yıllarımda. Hayat boyu da hep kapıcı İrfan Efendi gibi olmaya çalıştım


 


-Fakülte bittikten sonra neler yaptınız?


 


Henüz stajımı yaparken annemden para istememek için öğretmenlik yapmaya karar verdim. Bir liseye vekil öğretmen aranıyordu. Orada edebiyat öğretmenliği yaptım. Çok güzel, çok değerli öğrencilerim oldu. İsimleri hâlâ hatırımdadır. Mesela Sumru Ortalan, M. Ceceli, hâlen görüştüğümüz sevgili Mustafa... Zil çalardı, ama onlar “Öğretmenim, nolur çıkmayalım, devam edelim” derlerdi. Hep birlikte şiirler okur, onların üzerinde konuşurduk. Sonra askerlik görevimi yapmak üzere ayrıldım.


 


-Efendim, askerlik dönüşü Danıştay’da mı işe başladınız?


 


Evet. Milli Birlik Komitesi Danıştay’a yeni baştan hakim alacaktı sınavla. Gazetede ilanlarını okudum. Sınava girdim. Bin kişi arasında birinci oldum. Bana çalışacağım daireyi söylediler. Ertesi günü gittim, işe başladım.


 


-Rana Anne ile tanışmanız da o zaman oldu değil mi efendim?


 


Evet. O işe daha ilk başladığım gün, çalışacağım yer olan onaltı kişilik salonun kapısını açtım, tam karşıda Rana Hanım oturuyordu. Üzerinde yakasının üst kısmı siyah kadife olan gri bir tayyör vardı. İçinde beyaz bluzu ile bir melek gibiydi. Sanki Allah, gökyüzünden bir meleğini göndermiş, anlaşılmasın diye kanatlarını kırmış...


 


O anda içimden bir ses “İşte Sabri,” dedi, “senin evleneceğin kız bu.” O güne kadar da etraftaki hoppa, züppe kızları göre göre evlenmemeye kesin olarak karar vermiştim. “Ölürüm de bu kızlarla gene evlenmem” diyordum. Buna rağmen o anda ne olduysa oldu. Kararımı değiştirdim. Çünkü o güne kadar Rana Hanım kadar edepli, zarif, ince bir hanımefendi görmemiştim.


 


(Sabri Baba burada derin bir iç çekiyor...)


...


Ahh, ne güzel bir rüyaydı o! Kırkdört yıl sürdü......


 


Rana Hanım:


www.gonulsohbetleri.net/html/sizden_gelenler/RanaTandogan1.jpg


 


- O ilk karşılaştığınız anda Rana Anne sizin hakkınızda ne düşündü acaba?


 


Bilmem ki yavrum. Ben ona hiç özel soru sormadım.


 


-Evlenmeye karar verdiğiniz halde, belli etmeden onu izlemeye devam ettiniz mi?


 


Evet. Bir yıl boyunca hergün onun bütün hareketlerini inceledim, ona kafamda notlar verdim. Çünkü aramızda sekiz yaş fark vardı. Benden büyüktü. O farkı kapattıracak, aramızda sorun olmasını engelleyecek birşeyler bulmalıydım. Onda bunu kaldıracak  olgunluğu görmek istedim.


 


Evlenme teklif etmeden önce birgün dairede arkadaşlarla oturmuş sohbet ediyorduk. Bir ara bir arkadaş “Rana Hanım,” dedi, “sizin babanız kaptanmış, herhalde siz çok balık yiyorsunuzdur.” Rana da “Balığı çok severim ama annem balık kokusundan hoşlanmadığı için evde pişirilmesine izin vermez.” deyince hemen fırsatı yakaladım, “Rana Hanım,” dedim, “ben size yarın güzel bir balık ızgara yapıp getireyim. Siz de ekmekle helva getirin. Birlikte yiyelim.” O günlerde de palamut mevsimi idi. Ertesi günü öğle tatilinde arkadaşlara “Siz toz olun” dedim. Sonra ben balıkları açtım, Rana da getirdiği helva, ekmeği açtı, birlikte âfiyetle yedik. Onunla güzel bir sohbet imkânı yakalamıştım; çok güzel anlaşıyorduk.


 


Bundan kısa bir süre sonra ona evlenme teklif etmeye karar verdim.


 


-Nasıl oldu?


 


Rana, cumartesi günleri yarım gün olan iş çıkışı otobüsle, şan derslerine  gidiyordu. Onu tesbit ettim. Bir gün öğlen onu durakta beklemeye başladım. Durakta kimse yoktu. Rana geldi. Karşılıklı hatır sorduk. Sonra ona birden “Rana Hanım,” dedim, “beni hayat arkadaşlığına kabul eder misiniz?” Rana şaşırdı. Elinde kalın bir müzik defteri vardı, ‘pat’ diye defter elinden yere düştü. Hemen defteri aldım, eline verdim.


 


“Bir düşüneyim Sabri” dedi.


 


-Evlenme teklif etmek için niye otobüs durağını seçtiniz?


 


Bilmem, farklı, romantik bir ortam olsun diye...


 


-Peki, ondan cevap beklediğiniz sürede ya kabul etmezse diye içinizde bir endişe var mıydı?


 


Hayır yoktu. Benim de bildiğim bazı şeyler vardı yani...


 


Birkaç gün sonra “Sabri, düşündüm ama aramızda yaş farkı var. Bu ilerde sorun olabilir.” dedi. Ben de bunun üzerine Peygamber Efendimizle Hz. Hatice Annemizin evliliğini örnek gösterdim, “Onların da aralarında onbeş yaş fark vardı ama kâinatın en muhteşem evliliğini yaptılar. Biz neden yapmayalım Rana dedim?” Beni dinledi ve iknâ oldu.


 


Evlendik, iki odalı, mütevâzi, sobalı bir ev tuttuk. İçeri girerken bir anlaşma yaptık, bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim, yalnız Allah’ın ve Peygamberin dedikleri olacak dedik. Ve bu mukaveleye hep sadık kaldık. Bana göre en azından son bir asrın en muhteşem aşkını ve evliliğini biz yaşadık. Çünkü kırk dört yıl hiç kavga etmeyen bir başka çift olmamıştır.


 


www.gonulsohbetleri.net/html/sizden_gelenler/SabriRanaTandogan1.jpg


 


 


Bizim her ânımız bir ibadet şeklinde geçti. Dedikodu ile, lüzumsuz konuşmalarla hiç vakit geçirmedik. Rana, evlendiğimiz gece bir rüya görmüş. Bir pir-i fâni rüyasına ona yaklaşarak “İntibah ve inşirah” demiş ve kaybolmuş. Sabahleyin uyandığında bana sordu, “Sabri, bu rüyadaki sözler ne anlama geliyor?” dedi. Dedim ki, “Rana, artık senin için yeni bir hayat başlıyor, tamamen yeni bir hayat. İntibah bu. İnşirah da bu yeni hayattan duyacağın ferahlık ve saadet demek”. Hakikaten de evliliğimiz bir intibah ve inşirah oldu Rana için.


 


Birbirimize hep Allah’ın emaneti olarak baktık. Bir tek gün münakaşa etmedik, birbirimize itiraz etmedik. Rana benim için “Sabri, benim mürşidim” derdi.


 


Evlendiğimiz günlerde hanımlar arasında bir çuval modası vardı. Hiç de estetik olmayan bir kıyafet tarzı idi. Bir akşam otururken çuval modası hakkında ne düşündüğümü sordu. Hiç beğenmediğimi, kadın vücudunu ortaya çıkardığını söyledim. Biraz sonra Rana birden ortadan kayboldu. Bekledim, bekledim..., yok. Merak ettim, gittim baktım. Eline makası almış, elindeki iki elbiseyi makasla dilim dilim doğruyor. Meğer evlenirken kendine iki tane çuval elbise almış. Ben öyle söyleyince kimse giymesin diye onları doğramış. Bu olaydan sonra ona olan saygım, sevgim daha da arttı.


 


Ev almıştık, müteahhide borçlanmıştık bir süre için. O arada başkalarından borç almayalım diye hergün musluk suyu ile ekmek yemek durumunda kaldık. Rana, bir tek gün bile şikayet etmedi, “Ben Danıştay savcısıyım, bu nasıl olur” demedi. Suyla ekmeğimizi yerken birbirimize “Şimdi biz Sheraton’da kahvaltı yapıyoruz, şimdi Hilton’da yemekteyiz” diye takılır, güle oynaya yemeğimizi yerdik. Sonra borcumuz bitti, eski günlerimize geri döndük. Sonra bazı günlerde de nefsimizi terbiye etmek için Rana ile kuru ekmek yediğimiz oldu.


 


Bizim evliliğimiz hep böyle karşılıklı sevgi, saygı, anlayış içinde geçti. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaâti üzerine olsun.


 


www.gonulsohbetleri.net/html/sizden_gelenler/SabriRanaTandogan2.jpg


 


Ben de kırk dört yıl boyunca ona hep saygı, sevgi duydum, hayranlık duydum. Onda hergün yeni bir güzellik bulurdum. Hiç bir gün ne çekmecesini, ne çantasını açmadım. Birgün bana “Sabri çantamda ilacım var, verir misin?” dedi. Tuttum çantayı öylece götürdüm. “Niye açmıyorsun” dedi, şaşırdı. “Kusura bakma Rana,” dedim, “ben senin çantanı nasıl açarım?”


 


-Efendim, ne kadar güzel bir insanmış Rana Anne, nur içinde yatsın. İnşallah bu güzel beraberliğiniz öbür dünyada da devam eder...


 


Efendim, siz bir sohbetinizde kırk mana büyüğüne hizmet ettim demiştiniz. Bunların en sonuncusu galiba manevi hocanız olan Münir Derman Hazretleri’ydi, değil mi?


 


Evet. Ona gelene kadar birçok veli zat tanıdım. Ama Münir Bey’i görünce ona aşık oldum, hayran oldum. Bazıları yurtdışında olmak üzere beş fakülte bitirmişti. Yedi lisan bilirdi. Onun kadar kültürlü bir insan hiç görmedim. Operatör doktordu kendisi.


 


Münir Derman Hazretleri:


www.gonulsohbetleri.net/html/sizden_gelenler/Dr.Münir DERMAN(k.s).jpg


 


-Efendim, Münir Derman Hazretleri ile tanışmanız nasıl oldu?


 


Münir Bey o zamanlar çıkan “İslam” mecmuasında her ay yazı yazardı. O yazılara hayrandım. Birgün dergiyi telefonla aradım, yazar hakkında bilgi istedim. Eskişehirde operatör doktorluk yaptığını söylediler. Telefonla randevu aldım, Rana ile gittik, tanıştık, elini öptük. Bana bir fotoğrafını imzalayarak hediye etti. Ondan sonra her hafta Cumartesi öğleden sonra Rana ile Eskişehir’e onun sohbetlerini dinlemeye gider, Pazar günü dönerdik. Münir Bey çok özel bir insandı. Kırklardandı. Ölümünden önce açıklamıştı bunu.


 


-Efendim, Münir Baba’nın kıymetini sağlığında bilebildi mi etrafındakiler?


 


Hayır. Ne gezer. Münir Bey’i gerçek anlamda anlayanlar çok ama çok ama çok az oldu. Eskişehir’de ona deli doktor derlerdi. Geceleri hastaların durumunu evinden hisseder, pelerinini giyer hastaneye koşarmış. Hemşire uyuyup kaldığı için bunalan hastalara yetişir, altlarına sürgü sürer, idrarlarını gider kendisi tuvalete dökermiş. Münir Bey, her zaman abdestli bulunurdu. Bize de hep sürekli abdestli olmamızı tavsiye ederdi. “Şartlar uygun değilse yanınızda teyemmüm taşı bulundurun, onunla teyemmüm abdesti alın” derdi.


 


Münir Bey’in sağ eli geceleri ışık yayardı bir fener gibi. Bu hassasına nasıl sahip olduğunu şöyle anlatmıştı: “Bir gün salgın hastalık başlayan bir köyden çağırırlar. Gider. O sırada tuvalet ihtiyacı olur. Köy tuvaletlerini bilirsiniz, dışardadır çoğu, yerden biraz yüksekçedir. Münir Bey girer, bakar bir sinek kuburun içinde çırpınıp duruyor. Bir an bile tereddüt göstermeden elini kuburdan içeri sokar ve sineği oradan kurtarır. Sinek elinden havalanır, uçar gider. “O günden sonra kubura soktuğum sağ elim karanlıkta fener vazifesi görüyor.” derdi.


 


-Efendim, galiba bir gün de iki şeridi arasına yüksek bariyer bulunan bir yolda yürüyerek karşıdan karşıya geçince, karşıda duran bir polis memuru gözlerine inanamamış. “Efendim,” demiş, “nasıl oldu da o bariyerlerden geçtiniz, hâlâ anlayamıyorum.” Münir Bey de gülmüş. “Bilmem ki yavrum” demiş.


 


Münir Bey çok kerâmetleri olan bir zattı. Çok heybetli idi. Bir Ramazan günü iftara eve misafirimizdi. O geleceği zaman dolaba buzlu su koyardık. Yarısı buz, yarısı su olan bardaktan içerdi. Çok az yemek yerdi. Yaz kış ince bir tişörtle dolaşırdı. O akşam içeri girerken gülümsüyordu. “Ne oldu Efendim?” diye sordum. İçeri girince anlattı. Yetmiş yaşlarında bir adamla karşılaşıyor gelirken. Adam iftar saatine çok az bir zaman kalmasına rağmen ağzında sakız çiğniyormuş. Münir Bey çok sinirlenmiş, adama yaklaşmış, dikkatle yüzüne bakmaya başlamış. Adam terslemeye kalkmış, “ne bakıyorsun” diye. Münir Bey de “Ben hayvanat mütehassıyım. Et oburlar yukardan aşağıya doğru çiğnerler, ot oburlar sağdan sola doğru. Sen hangi cinstensin diye bakıyorum.” Adam bunun üzerine iyice kızmış. O zaman Münir Bey de adama öyle bir bakışla bakmış ki adam korkup hemen dönmüş. Eğer bakmakta ısrar etseydi, orada yığılıp kalırdı. Münir Bey öyle celâlli bir adamdı çünkü...


 


Münir Bey, Rana’yı çok severdi. Rana’nın elinde ekzama vardı. Bana birgün “Sabri,” dedi, “dua etsen de şu ekzemam geçse, çok rahatsız ediyor.” Ben de “Münir Bey’e söyleyelim.” dedim. Eskişehir’e uğurlamak için tren garındaydık. Orda rica ettik kendisinden. Hemen oracıkta parmağını yalayıp, Rana’nın elini meshetti. Rana’nın eli ondan sonra günlerce gül koktu. Ekzemadan eser kalmadı.


 


-Efendim, Münir Bey’i sağlığında bizzat tanımış bir kimse “Münir Bey ameliyatlarını bıçaksız yaparmış” demişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?


 


Onlar elsiz de ameliyat yaparlar yavrum...


 


-Efendim, Şemsettin Yeşil Hazretleriyle de bizzat tanışmış mıydınız?


 


Evet. Onun İstanbul’da Etyemez’de babadan kalma bir konağı vardı. Orda her hafta sonu sohbet ederdi. Biz de Rana ile her hafta gider, onu dinlerdik. Onun sohbetinde bayılanlar olurdu. Çok tesirli idi sohbetleri. Çok önemli eserleri vardır. Çok şık giyinirdi. Bir de çok yakışıklı bir kimseydi. Ben daha ömrümde onun kadar yakışıklı ikinci bir kimse görmedim. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin soyundan geliyordu. Oradan da Peygamber Efendimize dayanıyordu soyu.


 


-Efendim, sizin bazı gençlik fotoğraflarınız da Şemsettin Yeşil Hazretlerine benziyor.


 


Orasını bilemem ama bizim de baba tarafından soyumuz Ahmet Yesevi Hazretlerine dayanır.


 


-Ahmet Kayhan Hazretleriyle de bizzat tanışmıştınız, değil mi?


 


Evet. O da çok büyük bir insandı. Gençliğinde hamalllık yapmış. Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılırken bavulunu o taşımış. Onun da evi herkese açıktı. Adeta çağın  Mevlana’sı idi. Kimseyi ayırmaz, herkese sevgi ve ilgi gösterirdi.


 


Ahmet Kayhan Hz. beni de çok severdi. Ziyaretine gittiğim zaman gözleri parlar, yanına oturtur, çayını bana verirdi. Birgün beraber oturduk, sohbet ediyorduk. Dışarda bir patırtı, gürültü duyduk. Hazret sordu: “Nedir mesele?” “Efendim,” dediler, “bir sarhoş gelmiş, sizinle görüşmek istiyor. Biz de engel oluyoruz. Durum bu.” Bundan hoşnut olmamıştı. “Oğlumu bırakın gelsin” dedi. Onu büyük bir sevgiyle karşıladı, “Hoşgeldin yavrum” dedi. Ona sarıldı. Sarhoş da, “Baba,” dedi, “ben senin huzuruna geldim. Tövbe etmek istiyorum. Bir daha içmeyeceğim.” Ve sonra Efendi Hazretlerinin en yakın talebelerinden birisi oldu.


 


-Onun için “Zamanının Gavsıydı” demiştiniz galiba bir sohbetinizde?


 


Evet!


 


-Edebiyat çevresinden de bazı yakın dostlarınız olmuş. Mesela Samiha Ayverdi, Cemil Meriç ve Mehmet Kaplan bizzat tanıştığınız ve görüştüğünüz kimselerdi değil mi?


 


Evet, hepsi de ailecek görüştüğümüz kimselerdi. Samiha Hanım, çok müstesna bir insandı. Ankara’ya geldiğinde misafirimiz olurdu. İstanbul’a gidince biz de onu ziyaret ederdik, sohbetlerinde bulunurduk. Cemil Meriç’i ziyarete gittiğimde ona kitap okurdum, dinlerdi. Sonraları gözleri rahatsızlandığı için ziyaretine gelenlerden kendisine kitap okumalarını rica ediyordu. Mehmet Kaplan’la da güzel bir dostluğumuz vardı. Nur içinde yatsınlar.


 


-Böyle güzel ve çok özel insanlarla tanışmak sizin için de, Rana Anne için de çok büyük bir nasip olmuş.


 


Efendim, şimdi biraz da izninizle Danıştay’daki yıllarınıza bir uzanalım mı? Orada kaç yıl hizmet verdiniz?


 


Otuz dokuz yıl Danıştay’da hizmet ettim. Danıştay tarihinde en çok muhâlif kalan üye oldum. Bazı günler evden çıkarken “Bak, Rana” derdim, “şimdi üye olarak evden çıkıyorum ama akşama Kızılay’da simit satan bir simitçi olarak geri dönebilirim.” Rana gülerdi, “Olsun, Sabri, biz de simitleri beraber satarız.” derdi. Öyle yiğit bir kadındı o! Sonra yaş haddinden emekli oldum.


 


-Yaş haddine kadar beklemenizin sebebi neydi? Yorulmamış mıydınız?


 


Yavrum, bir ara çalışırken çok sıkıntıya düşmüştüm. Emekli olmaya karar verdim. Ama içimde bir tereddüt vardı. Bir veli zata gittim, durumu anlattım. Bana bir olay anlattı: Vaktiyle Selimiye Kışlasında çok dindar, maneviyat ehli bir binbaşı varmış. Günü gelir gelmez hemen emeklisini almış. O gece rüyasında görmüş ki Peygamber Efendimiz Selimiye Kışlasını ziyaret ediyor ama onun bölüğüne uğramadan geri dönüyor. Adam bu rüya üzerine çok üzülmüş, gitmiş bir veli zata danışmış. Velî zât, bu rüyayı yorumlarken “Evladım,” demiş, “genç yaşta, hâlâ daha hizmet verebilecekken işinden ayrılmışsın. Resulullah Efendimizi gücendirmişsin.”


 


Ben bunları duyar duymaz dersimi almıştım. Eğer yaptığımız işi o anda bizden daha iyi yapacak kimse yoksa o işi yapmaya devam edeceğiz yavrum. O nedenle ben de yaş hâddinden emekli olana dek çalışmayı sürdürdüm.


 


-Efendim, hem çok okuyan ve araştıran bir kimse olarak hem de mesleğinizden dolayı sizin insanı anlama, insan psikolojisini yorumlama konusunda gerçekten büyük bir birikiminiz var. Acaba internet sitenize gelen sorulara cevaplar verirken bu bilgilerinize göre mi yoksa kalp aynanızdan yansıyanlara göre mi cevaplar veriyorsunuz?


 


Her ikisiyle birlikte...


 


-Bazan sitede verdiğiniz cevaplarda benzer gibi görünen durumlar için farklı çözümler önerdiğinizi düşünenler olursa onlara ne dersiniz?


 


Yavrum, hayatta hiçbir olay bir diğerinin aynısı değildir. Bir olaya ait çözümü kalıp gibi alıp benzer bütün olaylara uygulamaya, o kalıba göre herşeyi açıklamaya kalkanlar asla doğruya ulaşamazlar. Her olay kendi içinde farklıdır, her insan birbirinden farklıdır ve her olayın çözümü benzer gibi görünseler de  farklı farklıdır. Burada çok dikkatli olmak lâzım.


 


Bugün bizim sitemizin dünyada bir eşi benzeri yok. Var diyen olursa buyursun göstersin. Bundan sonra da olmayacak. Çünkü bir Sabri Tandoğan bir daha gelmeyecek. Çünkü artık ne onu yetiştirenler var, ne de onun yetişmesine katkıda bulunabilecek o güzel insanlar ve o çevre var.


 


 


-Efendim, siz hayatınızın her döneminde o anda içinde bulunduğunuz durum her ne ise onun hakkını en güzel şekilde vermişsiniz, olayları ve insanları birbirleriyle kıyaslamadan hayatınızın her anında güzellikleri dolu dolu yaşamışsınız.


Sizce bugün hayatını böyle dolu dolu yaşayan, yaşama sanatının ustası olmuş kaç insan vardır?


 


Yavrum, bugün hayatını adam gibi yaşayan o kadar az insan var ki. Ben hayatım boyunca kimseyle kavga etmedim, kimseye küsmedim. Saçmalıklarla karşılaşmadım mı karşılaştım. Ölesiye bir mücadele verdim mi verdim. Ama hiçbir zaman darılıp, gücenmedim. Kendi dünyamı kurdum. Kırk dört yıl evli kaldım, eşimle bir tek gün münakaşa etmedim. Bir tek gün ona “Kalk bana bir su getir” bile demedim. Yanında ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Ona yan gözle bakmadım. Her işimi aşkla, şevkle yaparak sevilen, sayılan bir kimse olmaya çalıştım. Nerde güzel olan birşey varsa onu araştırdım, inceledim. İnsanları, hayatı etüd ettim. Hayatı ve insanları anlamaya çalışmaktan başka bir ihtirasım olmadı. Bugün yetmiş yaşımda bile bu aynen devam ediyor. Dünyadaki yedi milyar insan benim kardeşim. Hangi düşüncede, inançta, felsefede olursa olsun benim kardeşim. Ben hepsini bağrıma basmaya hazırım. Herkesin derdini paylaşmaya hazırım. Ben şu anda dünyanın en mutlu insanı olarak görüyorum kendimi. İşte hayatı adam gibi yaşamak budur. Yeryüzündeki bir kum tanesinden gökyüzündeki samanyoluna kadar insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle eşya ve cemadatıyla bütün evreni Muhammedi bir aşkla kucaklamak...


 


“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz”


 


diyebilmek.


 


“Aşk gelicek, cümle eksikler biter”


 


diyebilmek.


 


“Her dem taze doğarız, bizden kim usanası”


 


diyebilmek...


 


Benim hayatta bir tek üzüntüm oldu: O da insanların benden yeterince istifâde etmemesi. Bakın bunun için onlara dargınım, küskünüm filan demiyorum, dikkat edin. Ne yazık ki büyük televizyon kanalları benden istifâde etmiyor, buna çok üzülüyorum. Sanki Türkiye’de ikinci bir Sabri Tandoğan varmış gibi bana ilgisiz kalıyorlar. Ve o çok sevdiğim insanlara ulaşmama, onların derdini, ıstırabını paylaşmama imkan vermiyorlar. Acaba bunun hesabını yarın Allah’ın huzurunda nasıl verecekler?


 


Ama ben herşeye rağmen sadece Allah rızası için insanlara gece gündüz faydalı olmaya uğraşıyorum. İnternet sitemi de bu amaçla kurdum. Bugün hiç kimse hayatı benim kadar objektif göremiyor, benim kadar güzel sentez yapamıyor. Ben kendimi küçük yaştan itibaren buna hazırladım. İnsanları hep sevdim, çok sevdim. Onlara yalnızca Allah rızası için ayrım yapmaksızın hizmet etmek benim için yüce bir gaye oldu herzaman için. Daha gençlik yıllarımdayken yazdığım bir şiirde şöyle dile getirmiştim bunu:


 


Ben sevgilerin türküsünü söyleyeceğim
Belki şimdi, belki başka bir zaman
Karanlık gönüllere ışık serpeceğim
Sevgilerle dolan bakışlarımdan...

Hayatı ben sevdireceğim gayri
Yaşama gücünü yitirmiş insanlara
Ana sütü gibi duru ve ılık mısralarım
Derman olacak umutsuz kalanlara

Sevgisiz ve inançsız yaşayanlara
Önce sevginin tadını öğretmeliyim
Boş ve karanlık kalmış gönüllere
İnançtan nurlu ağaçlar dikmeliyim

Sevgisiz yaşanmayacağına inanmışım bir kere
İyi günlerin rüyasını görürüm
Umutlu ve aydın düşüncelerle uyanır
Çalışmadaki hazzı düşünürüm

Hepsinin derdini paylaşmaya hazırım
Ne kadar kederli varsa şu dünyada
Sarmak...sarmak ister onları kollarım
Sıcacıktan, kardeşçe, dostça

Cümle dertliler arasında da olsam
Hayatı sevdiririm onlara
Dostların yaşama sevincini bulacaksınız artık
En tatlı seslerle mısralarımda...

Aşkla inançla bağlanıp hayata
Kederlerden silkininiz
Sımsıcak sevgilerle uzatıyorum ellerimi
Geliniz...

Asırlar ötesine varmalı sevgilerimiz
Örnek olmalı gelecek nesillere
Vaktiyle yaşanmıştı diye
Dillerde söylenmeli türkülerimiz...

Duyuyor, biliyor, inanıyorum ki
Yaşamak sevgilerle güzel
El ele tutuşup ilan edelim
“Aşk gelicek cümle eksikler biter”


 


 


İnşallah, Allah bu hizmeti bana son nefesime kadar nasibeder.


 


 


-Efendim, sizin hayat hikâyeniz çok anlamlı ve bir o kadar da düşündürücü. İnşallah o televizyon kanalları da, bizler de sizin bu hizmet aşkınızın gereğince farkına varabilir ve sizin sevgi pınarınızdan akan güzellikleri bir özsu gibi yudumlayabiliriz. Siz, bunun için gerekli bütün ortamı ve imkânları bizlere sunuyorsunuz. İnşallah hayırlı ömürler içinde hizmetleriniz nice yıllar daha devam eder. Ve rahmetli annenizin gördüğü rüyada olduğu gibi hizmet şemsiyeniz ve gönül dostlarınız günden güne bütün dünyayı kaplar... Bizler de bu şemsiye altında olabilmenin güzelliğini lâyıkıyla idrak edebilenlerden oluruz inşallah.


 


Efendim, sevgi dolu dünyanızın kapılarını bizlere açtığınız için, Hak’ka ve insanlığa hizmete adanmış örnek yaşantınızdan kesitleri içtenlikle paylaştığınız için size çok teşekkürler ediyoruz. Üzerinizde emeği olanlardan Hakka göçenlere de Allah’dan sonsuz rahmetler diliyoruz.


 


...


 


Ve Sayın Büyüğümüzün “Bekleyiş” adlı şiir kitabından “Yaşamak İstiyorum” şiiriyle tamamlıyoruz sohbetimizi...


 


 


“Yaşamak... yaşamak istiyorum
Cümle kaygılardan uzak,
Sevgiler doldursun gayri kalbimi
Sımsıcak...

Sevgiler, sonsuzluk kadar uzak
Sevgiler, yalnızlık kadar yakın
Sevgiler, sevgiler cümle sevgiler
Beni kuşatın...

Ana sevgisi, bacı sevgisi
Toprak sevgisi, ağaç sevgisi
İlle de yâr sevgisi oyy...
İlle de yâr sevgisi

Bilinmez rüyalar içinde geceleri
Tükenmez özlemler içinde gündüzleri
Sevgilerden yanaydı hep
O’nun düşünceleri...

Sevgiler dudaklarında türkü
Yanaklarında renkti
Söz açılınca sevgilerden yana
Gözlerinin içi gülerdi


Sevmek delicesine deliler gibi sevmek
Sevgiler içinde yiterek eriyerek
Ta göklere kadar hem
Hem Allah’a kadar sevmek...

Sevgiler üstüne kurulmuş dünya
Mayıs akşamları kadar hoş
Madem ki doldurmaya geldik testimizi
Gitmesin elimizde bomboş...”

Yüzyıllar ötesine ulaşmalı sevgimiz
Örnek olmalı gelecek nesillere
Vaktiyle yaşanmıştı diye
Dillerde söylenmeli türkülerimiz...


 


 


 


 


Sabri Tandoğan


          “Bekleyiş”


 


...


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]