Sayın Hatice Hakeri,
10.3.2007 tarihli mailinizi aldım.
Efendim, gönderdiğiniz şiir dolu, estetik dolu mailinizi okudum. İnanın tadı damağımda kaldı. Onu on kere, yirmi kere okuma ihtiyacını duydum. Yarabbi, ne güzel bir üslup. Duyan, düşünen, hisseden bir insan duygularını ancak bu kadar güzel anlatabilir. İnsanın ebedi yalnızlığına bir de hastane koridorlarındaki yalnızlıklar eklenince trajik bir durum ortaya çıkıyor. Kaleyi, oradaki havayı, orada dikkatinizi çeken görüntüleri o kadar güzel ifade etmişsiniz ki. (Orhan Pamuk Nobel’i almazdan önce Nobel armağanı bizim için bir kalite, bir güzellik, kriteri olurdu. Ne yazık ki tamamen san’at dışı, edebiyat dışı politik görüşler, ideolojik amaçlar ön plana alındı ve kendi dilini adam gibi kullanamayan, doğru dürüst yazamayan, yazdıkları bile hep çalıntı, çırpıntı olan bir zavallı insana verildi ve değerini kaybetti) Daha önce olsaydı mailiniz için “Nobel’e layık bir yazı” derdim. Ama artık o güzellik uçtu gitti...Beyaz adamlar beyaz atlara bindiler ve birdaha görünmemek üzere kaybolup gittiler...Hele ayva tatlısına çikolata sosu dökmeleri sanki bizim ikiyüz yıllık batı karşısında gösterdiğimiz (ve bugün Avrupa birliği rüyalarıyla zirvesine ulaşan) aşağılık duygumuzun, kompleksimizin ne güzel bir örneği. Biz giyimden mutfağa, günlük hayatın ritüellerinden evlilik anlayışımıza kadar bütün kainata örnek olacak bir medeniyetin temsilcileriydik. Noksanlarımız varsa onları tamamlamak yerine topyekun kendimizi inkar yoluna gittik. Bugün nikah törenlerimizden düğünlerimize kadar, kıyafetimizden soframıza kadar adi, rezil, aşağılık bir taklitçiliğin pençesinde kıvranıyoruz. Rahmetli Rana Hanım’la beraber bir adli tatilde Fransa’ya gitmiştik. Meşhur Versay sarayını geziyorduk. Sıcak bir yaz günü idi. Tuvalet ihtiyacını duydum. Görevli memurdan tuvaletin yerini sordum. Yok efendim, cevabını alınca şaşırdım. İnanamadım. O muhteşem Versay sarayında bir tek tuvalet yokmuş. Afedersiniz dedim, burada oturanların, Maria Antuanet’lerin, onaltıncı Lui’lerin çişleri gelmez miydi? Görevli memur güldü. Tabi gelirdi efendim, ama giderler o işi lazımlıkta görürler, sonra da onu pencereden dökerlerdi dedi. Bu cevap yirmi yıldır beni düşündürüyor. Ve biz şimdi lazımlıkta ihtiyacını gören bu insanların önünde secde ediyoruz. Yarabbi, bu ne zillet, bu ne utanç verici durum. Bakın uzantılarına zerre kadar damak tadı olan bir insan, zerre kadar kültürü, görgüsü olan bir insan hiç canım ayva tatlısının üzerine çikolata sosu döker mi? Rengiyle, kokusuyla, lezzetiyle, duruşuyla başlı başına bir sanat eseri olan ayva tatlısına çikolata sosu dökmek mutfak adına, damak lezzeti adına işlenen bir cinayet değil midir? Aman Yarabbi, ne hallere düşmüşüz. Züppelik adına, gösteriş adına, batı hayranlığı adına neleri kırıyor, döküyor, deviriyoruz. Bir bilebilsek, bir farkına varabilsek. Bir daha utançtan aynaya bakamayız. Bu ne feci bir iflas. Atasözünde “Dağdan geldi, bağdakini kovdu” derler. Bizde de öyle oldu. Bütün incelikleri, güzellikleri, edebi, saygıyı, zarafeti batı uğruna yerlere çaldık. Yüzlerce yılda teşekkül etmiş “beyefendi”, “hanımefendi” kavramlarının yerine o iğrenç, o tiksindirici, o utanç verici “bay”, “bayan” kelimelerini aldık. Ve bir hanımefendiye bayan diye hitap etmenin ne kadar küçük düşürücü, aşağılayıcı bir durum olduğunun farkına bile varamadık. Yazık, çok yazık. Bizim dedelerimiz, ninelerimiz herşeyi ama herşeyi bir edep, bir incelik, bir güzellik içinde yaşadılar. Zifaf gecesini bile (ki günümüzde insanların birbirini en vahşice, en acımasızca öldürdükleri o geceyi bile) bir ilahi şiir, bir aşk melodisi haline getirdiler. Gelinle damat önce abdest alırlar, sonra seccadelerini sererek namaz kılarlar, dua ederlerdi. “Allah’ım, aşkımızı ebedi kıl, bizi dünyada da, öbür dünyada da, mezarda da birbirimizden ayırma, Yarabbi, bize hayırlı evlatlar ver” derlerdi. Herşey bir nizam, bir düzen, bir güzellik, bir estetik içinde yapılırdı. Madem ki insanoğlu yeryüzünde Allah’ın halifesi idi, madem ki Yüce Allah “Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım” demişti. Yazık oldu o güzelim medeniyete ve yazık oldu insanlara. Bugün kendini sözümona medeniyetin temsilcisi sayan Amerika, Irak’ta hergün en çirkin, en rezil bir şekilde yüzlerce cinayet işliyor, işletiyor, yapılanlara göz yumuyor. Bu bir soykırım değil mi? Şimdi bu adamlar kendilerini herkesten üstün görüyorlar. Ama mutlular mı, ama huzur içindeler mi? Hepsi ruh hastası, hepsi zavallı. Gidin Amerika’ya bütün şehirlerini dolaşın. Ama önce telefon defterlerini nceleyin. Bitip tükenmeyen sayfalar dolusu psikolog, psikiyatrist numaraları. Neden? Çünkü o toplumun temeli sevgiye, saygıya , edebe, inceliğe, fedakarlığa, şefkate dayanmıyor. Var olan yalnız maddi güç. Çağımız adına ne kadar üzücü bir durum.
Ne diyelim, bizim yapacağımız tek şey var. Necip Fazıl gibi
“Durun, kalabalıklar durun
Bu yollar çıkmaz sokak
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak”
diyebilmek. Toplumda olmayan güzelliği biz kendi içimizde yaşayalım. Toplumda unutturulan saygıyı, sevgiyi, edebi, inceliği biz kendi içimizde yaşayalım, ve yaşatalım. Başkalarına karşı öyle davranalım. Öyle bir hayat yaşayalım ki biz başkalarına örnek olalım. Edep, güzellik, zarafet, incelik denince biz hatıra gelelim. Yalnız eleştiri bir işe yaramıyor. Önemli olan yaşantısıyla emsal teşkil edebilmek. Bu hayat işte böyle yaşanır diyebilmek. Mümkün mü? Neden olmasın. Güzellik içinde yaşayıp, güzellik içinde Hakka göçelim. Hayatımızın her anı renkle, ışıkla, şiirle dolsun, tıpkı sizin yaptığınız gibi. Siz, tek başınıza bütün çağa karşı, bütün kabalıklara, hoyratlıklara, zulümlere karşı bir anıt gibi dimdik ayakta duruyor ve sanki Zafer Hüsnü Taran’ın “Harp Poemi” şiirinde olduğu gibi
“İşte biz böyle yaşadık kardeşim, sizden ne haber”
diyorsunuz. Ne mutlu size. Allah sizden razı olsun.
Sitemize zenginlik ve değer kazandıraak yeni maillerinizi bekliyor, selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Sabri Tandoğan
Sayın Sabri Tandoğan'ın cevaben yazdıkları :
Örnek hayatlar Yazan Hatice Hakeri
Cvp: Örnek hayatlar Yazan Sabri Tandoğan