Bence günümüzün asıl meselesi burada. İnsanoğlu, kendi kalbinde, iç dünyasında kaybettiği mânevi güzellikleri, boş yere dışarıda arıyor. Bulabilecek mi? Hayır. Kıyamete kadar arasa, yine de bulamayacak. İşi arabeske dökmekle kendi kendimize ihânet ettiğimizin acaba farkında mıyız? Her gün, her yerde evlerden işyerlerine, radyolardan televizyonlara, dolmuştan pa­zar yerlerine kadar çalınan arabesk şarkılar, toplumun iç dün­yasında ne büyük yaralar açıyor, farkında mıyız? O çok sayın eğitimciler, pedagoglar, psikologlar, psikiyatristler neden mese­lenin üzerine parmak basmıyorlar, sükût ediyorlar. Arabesk adı altında çalınan parçalar, insanları bedbin, karamsar ediyor, ha­yata küstürüyor. Bazı hassas ve heyecanlı gençleri, göğüslerine jilet atacak hâle getiriyor. Sonuçları hiç düşünüyorlar mı? Bazı insanları, içkiye, sigaraya, uyuşturucuya, kumara götüren, adına iç sıkıntısı denilen o ifritin pençelerinde kıvrandıran nedir? Ne­den insanlar her şeye rağmen, bütün imkânlarına rağmen mut­lu, huzurlu olamıyorlar? Çünkü kafalarımızın içi, çıfıt çarşısı gibi. Kendi kendimizle bitmek tükenmek bilmeyen bu kavga, nasıl sona erecek? Bence çağımızın en önemli sorunu budur.


Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca en güzel şiir kitabı “Çocuk ve Allah”ın bir mısraında “Çocuğum dua et geceleri, insan uzaklaşabilir Allah’tan” diyordu. İçimizdeki o büyük ayrılıktan doğan sonsuz acıyı, hüznü, ıstırabı başka nasıl izah edebiliriz. Mevlâna, dünyaca meşhur eseri Mesnevi’nin özü olan ilk on sekiz beytine şöyle başlar:


“Dinle neyden kim hikâyet etmede


Ayrılıklardan şikâyet etmede”


Ne olur, biz de o çeyrek aydınlar gibi lâfı uzatmayalım. Sosyal, ekonomik, psikolojik vs. gibi ukalâlıklara düşmeden, bilgiçlik taslamadan meseleyi açıkça ortaya koyalım. Biz bugün Allah’tan koptuk, uzaklaştık, içimizdeki hüzün de, evimizdeki bereketsizlik de, toplum hayatındaki sayısız çekişmeler de hep o ayrılığın, o uzaklığın yansımalarından başka nedir ki?


Bu ayrılık devam ettiği sürece, iyi bilelim ki, ne kendi iç dün­yamızda, ne aile içinde, ne mesleğimizde, ne de toplum içinde, hiçbir zaman ama hiçbir zaman mesut ve bahtiyar olama­yacağız. Allah’ın huzurunda olmayan, seccadesiyle Allah’ın hu­zuruna çıkmayan bir kimse, doktorların o avuç dolusu uyuş­turucu ilâçlarıyla mı huzuru bulacak. “Seviyorum, seviliyorum, güzelliğim bu yüzden” diyebilecek. Ne olur, samimi olalım. İki yüzlülüğü bırakalım, kendi kendimizi kandırmaktan vazgeçelim. İnancımızda da, ibadetimizde de, günlük yaşantımızda da mert, samimi, dürüst ve içtenlikli olalım. Biz yaradılışın bu en büyük kanununa aykırı hareket ettiğimiz sürece, bizi bekleyecek olan hep acılar, ıstıraplar ve hüsranlar olacak. Biz bu dünyaya yiyip içmek, giyinip kuşanmak, gezip tozmak, göbek atıp eğlenmek için gelmedik. Biz bu dünyaya yontulmaya geldik, adam olmaya geldik. Hazreti İnsan olmaya geldik. Allah’ın bin bir güzelliklerle yarattığı şu dünyaya bakıp bakıp da hayran olmaya geldik. Bizi bu mukaddes yolculuğumuzdan uzaklaştıracak her ne varsa, onlardan ayrı olup, aslımızı bulmaya geldik. Zavallı doktorlar, ne kadar gaflet içindeler, bugün ben yüksek dozajlı ilâçlarla tedavi olup da iyileşen hiç kimseyi görmedim, göreceğimi de sanmı­yorum. Aksini iddia etmek akla da, mantığa da, yaratılışın ka­nunlarına da aykırıdır. İnsanları bugün sevgisizlik, saygısızlık, ilgisizlik hasta ediyor. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yalnız burada ince bir nokta var. Bir insan, içi sevgiyle dol­madan, en yakınları da olsa başkalarına sevgi gösteremez. Ve ancak, Allah ile beraber olanların kalbi sevgiyle dolar.


Büyük Yunus, içindeki o büyük Allah aşkı olmasaydı,


“Gelin tanış olalım,


İşi kolay kılalım,


Sevelim, sevilelim,


Dünya kimseye kalmaz” diyebilir miydi?


Aşkın boşluğunu ilâçla doldurmaya çalışmak, en büyük gaf­let değil midir? Susayan bir insan, ancak su içerek susuzluğunu, içinin yangınını dindirebilir. Su yerine tuz yalayanlar, yalatanlar acaba ne yaptıklarının farkındalar mı?


Selam, saygı ve sevgi ile.



Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.
Himmetleri Üzerimize Olsun.