Kadın ve erkek biraraya geliyorlar, bir aile meydana geliyor. Yüzyıllarca aile içinde kadının ve erkeğin konumu tartışma konusu olmuş. Ne yazık ki tartışmalarda ibre çoğu zaman egoizmden yana olmuş. Kadın üstündür, hayır erkek üstündür diye diye taraflar birbirlerine olmadık sözler söylemişler. Çocukluğumda hatırlıyorum, bir komşu teyze vardı, dilinden “Erkek milleti değil mi, boynu altında kalsın” sözü hiç eksik olmazdı. Daha beş yaşında bir çocukken bu “kadın milleti”, “erkek milleti” sözleri beni şaşırtır, hayrete düşürür, zaman zaman da tiksindirirdi. Düşünürdüm; dünyada kaç milyar kadın veya erkek varsa, bir o kadar da ayrı ayrı değişik huy, mizaç, karakter ve kişilik yapısı vardı. Bu kadar değişik yapıda insanları bir genel tanım içine almak eblehlikten, geri zekâlılıktan, çirkin bir ön yargıdan başka neyle izah edilebilirdi? İnsan kendi özel yapısı içinde bile gerek fiziksel, gerek ruhsal yönden daimi bir değişim içinde değil miydi? Büyük Yunus bir şiirinde: “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası?” demiyor muydu? İnsanoğlu fiziksel, sosyal, ekonomik değişmeler karşısında hep yeni bir tavır almak zorunda değil miydi? Yine büyük Yunus “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz” derken aynı gerçek karşımıza çıkıyor.
Yumurta üzerinde araştırma yapan bazı bilim adamları yumurtanın sarısının ve beyazının beraber yenmesi gerektiğini, yalnız beyazının veya yalnız sarısının yenmesinin zararlı olduğunu söylüyorlar. Allah kadını ve erkeği birbirlerini tamamlamaları için yaratıyor, Kuran-ı Kerim’de: “Kadın ve erkek birbirinin velisidir” buyuruluyor. İnsanlar tevhid düşüncesinden uzaklaştıkları oranda bu çirkin, ilkel “kadın milleti”, “erkek milleti” sözleri ortaya çıkmış. Kadın ve erkek asla birbirine zıt, birbirine hasım, birbiriyle çelişen iki varlık değildir. Kadın ve erkek birbirlerini tamamlayan, el ele tutuşup hayat yolunda sevgi dolu, saygı dolu, aşk dolu bir beraberlik içinde, birlikte yürümesi gereken iki yüce varlıktır. Kim, kadın milleti değil mi, erkek milleti değil mi teranesini söylüyorsa iyi bilsin ki; o hayata karşıdır, medeniyete karşıdır, aşka ve güzelliğe karşıdır. Kadın ve erkek hayat boyunca biraraya gelmiş, birbirlerini tamamlamış, bütünlemiş, bir muhteşem sentezi meydana getirmiştir. Hayatın gerçeklerine şöyle bir bakalım, “yuvayı dişi kuş yapar” atasözünü bir güzel inceleyelim, ben bu atasözünde büyük bir gerçeğin gizlendiğini görüyorum. Bugün bile birçok yuvalar hâlâ devam ediyorlarsa, bu büyük çapta kadının gayreti, fedakârlığı, canını dişine takmasıyla mümkün oluyor. “Her büyük adamın arkasında bir kadın gizlidir” sözünün üzerinde de uzun uzun durup düşünmek gerekir. İlkokul okuma kitabının içinde bir resim vardı; Kurtuluş Savaşı’nda bir Türk kadını kağnısıyla mermi götürüyordu, biraz sonra yağmur başlıyor ve o mübârek kadın mermiler ıslanmasın diye çocuğunun üzerindeki örtüyü alıyor, mermilerin üzerine koyuyordu. Aradan altmış dört yıl geçti, o günkü heyecanımı hâlâ hatırlıyorum. Cenab-ı Hak kadının annelik fonksiyonunu yapabilmesi için ona öyle değerler, üstün vasıflar vermiş ki onların karşısında duyan, düşünen, hisseden bir erkek sadece saygı ve hayranlık duyar. Annelik olayı kadının hayatında başlı başına bir mucizedir, insanda ürperti uyandırır. Kadına saygı duymayanlar, hayatın ve varoluşun sonsuz güzelliğini, yüceliğini, inceliğini hissedememiş, bahtsız kimselerdir. Ve şu dünya üzerine öyle mübarek, öyle yüce, öyle büyük kadınlar gelmişler ki, düşünen insanların onların karşısında dudakları uçuklar. İşte Peygamber Efendimizin annesi Hz. Amine; işte yüce Resulümüzün en büyük aşkı; zekâsı, disiplini ve erişilmez meziyetleriyle bütün zamanların en muhteşem kadını Hz. Hatice; işte Hz. Ayşe; işte Hz. Meryem, Hz. Asiye; işte Hz. Fatma ve işte gönüller sultanı büyük Rabia... Onlar insanlık kültür tarihinin en büyük taçları... Hepsini edeple, saygıyla, hayranlıkla anıyoruz. Onların yolunda yürüyerek günümüze kadar gelen nice mübarek annelerimiz, insanlığa gönüller dolusu aşk, iman ve ihlâs taşımışlar, mâneviyat bayrağını elden ele bugünlere ulaştırmışlardır.
Bugün de Allah’a sonsuz şükürler olsun, onların izinden giden nice güzide hanımlar var, onlarla iftihar ediyor, onlarla gurur duyuyoruz. Her zaman olduğu gibi bugün de onlar bir melek gibi koruyucu kanatlarıyla Türk ailesini dıştan gelen pisliklere karşı azimle, inançla, aşkla koruyorlar, göğüslerini siper ediyorlar. Hâlâ sabahları eşlerini uğurlarken aman diyorlar, sen helâlinden getir, biz gerekirse kuru ekmek de yeriz, aç da kalırız, hiç önemi yok. Çocuklarını aşk, iman ve ihlâsla yetiştirebilmek için akla hayale gelmeyen çarelere başvuruyorlar. Tarih boyunca anneler, aile içinde hep bir denge unsuru olmuşlar. Baba ile çocuklar arasında çıkan anlaşmazlıklarda tarafları sükûnete davet eden, dengeye çağıran hep anne olmuş. Toplumun yakan, kavuran, öldüren, solduran rezil etkileri karşısında onlar çok zaman sağlıklarını, hayatlarını bile ortaya koyarak bir onur mücadelesi vermişler. Günümüzde görülen her güzelliğin arkasında, her büyüklüğün ve yüceliğin arkasında hep kadının asil çehresi görünüyor. Onlar asırlar boyunca almadan vermenin, sevilmeden sevmenin bayrağını taşımışlar.
Günlük dile bakalım, ne görüyoruz? Anayasa Mahkemesi diyorlar, bugüne kadar kimse babayasa demedi. Anacadde diyorlar, anayol diyorlar, anavatan diyorlar. Benim çocukluğumda, tahta merdivenin başında bir yuvarlak topuz olurdu, ona trabzan babası derlerdi, ha unutmayalım bir de iskele babası var, bir de günümüzde pek moda olan mafya babası var. Bunlara gülüp geçenler olabilir, tabi karar kendilerinin ama günlük dil gerçekleri yansıtan en güzel aynadır. İsteyen kabul etmeyebilir, kendileri bilirler. Ben hayatı yapan ana unsurun kadın olduğuna inanıyorum. Bir toplumu iyiye de götüren, kötüye de götüren yine kadındır. Sabahleyin kocasını uğurlarken “Benim isteklerimi getir de, nasıl getirirsen getir, ister helâl ister haram” diyen kadın en zehirli yılandan daha tehlikelidir. Allah cümlemizi, bütün insanları böyle kadınlardan uzak tutsun. Geçenlerde televizyonda bir program vardı, ürpererek seyrettim, sonra hüngür hüngür ağladım. Olay Konya’da geçiyor, bir kimsenin bir kız çocuğu doğuyor, okul arkadaşları onu tebrike gidiyorlar, hayırlı olsun diyorlar. Bir husus dikkatlerini çekiyor, adam büyük bir edep içinde elleri dizleri üzerinde, huşû içinde oturmaktadır. Misafirlerden biri dayanamıyor, ev sahibine hitaben: “Aman kardeşim, biz senin okul arkadaşınız, bu teşrifata ne gerek var, rahat otursana” diyor. Ev sahibinin cevabı beni hâlâ ürpertiyor: “Kardeşim”, diyor “Kızım doğduğu gün Allah’a söz verdim, kızımın hayat boyu ince, zarif, saygılı bir insan olmasını istiyorum. Öyle yetişebilmesi için ben ona örnek olmalıyım, andolsun ki son nefesime kadar böyle hareket edeceğim.” Bütün mesele, annelerimizin yaşadığı asil, büyük, yüce ve temiz hayatı devam ettirebilmemiz. Onlar bir güzel insandılar, bir güzel yaşadılar. Beni babaannem büyüttü, hayat boyu onun bir tek edep dışı giyimini, hareketini, sözünü, düşüncesini görmedim. Onlar daima israftan kaçındılar, çok konuşmaktan uzak kaldılar, onlar daima tedbirli, ihtiyatlı, ileri görüşlü ve güzel yaşadılar. Bütün güzellik içinde yaşayan insanlar gibi Hak’ka güzellik içinde göçtüler, nur içinde yatsınlar.
Değerli Türk kadını Fatma Aliye Hanım: “Bir milletin nisvânı, derece-i terakkisinin mizânıdır” diyordu. İnşallah bugün yetişmekte olan genç kızlarımız da geleceğin mânevi büyükleri olarak tarihteki yerlerini alacaklardır. İnşallah alınları pak, yolları açık olur.