Günümüz insanları, istisnalar dışında garip bir ruh hâli içindeler. Kızılay’da yapacağımız yarım saatlik bir yürüyüş, bize vâzıh fikirler verebilir. Asık çehreler, sıkılmış yumruklar, kenetlenmiş dişler. Duyan, düşünen, hissedebilen insanlar için çok şeyler anlatıyor. Gazetelerde, televizyonlarda her gün pek çok örneğini gördüğümüz çeyrek aydınlara soracak olursanız, efendim diyecekler, ekonomik, sosyal nedenler diye başlayan, kafa şişiren uzun nutuklar atacaklar. Belki bunların da bir rolü olabilir, ama bence asıl mesele, günümüz insanının kendi kendisiyle kavgada oluşu. Bir türlü bu kavga bitmiyor, hep dışta sebepler arıyoruz, şu şöyle değil, bu böyle değil diye kendi kendimizi kandırmaya çalışıyoruz. Fikret boşuna söylememiş, “İnan Halûk, ezeli bir şifâdır aldanmak” diye. Gerçekten kaçtıkça, mesele içinden çıkılmaz hâle geliyor. “Bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor.” Entel geçinenler, soluğu psikologlarda, psikiyatristlerde alıyor, derdine derman bulmaya çalışıyor. Bulabiliyor mu? Hayır. Çünkü o kimselerin gelenlere verdikleri cevap, sadece yüksek dozajda, avuçlar dolusu ilâç oluyor.
Bir gün, bir arkadaşımın annesi rahatsızlanır. Kızı randevu alır, annesini o günün en meşhur psikiyatri profesörüne götürür. Muayenenin ortasında, doktor hastasına döner, “Anacığım” der, “Ben alkoliğim. Alkol alma zamanım geldi. Bana biraz müsaade et, sonra muayeneye devam ederiz.” Bir çekmeceden içkisini ve mezesini çıkarır, demlenir, sonra hastasına döner, “Hadi” der, “Kaldığımız yerden başlayalım.” Yaşlı kadın hayret ve şaşkınlıkla olup bitenleri seyretmektedir. Doktor sorar, “Anacığım, bana niye öyle bakıyorsun, bir şey mi var?” Yaşlı hanım sükûnetle cevap verir. “Doktor bey” der; “Eksik olmayın, beni siz tedavi edeceksiniz sağ olun, var olun ama merak ediyorum, acaba sizi kim iyileştirecek?” Aynı hikâye, nice zamandır hep devam ediyor.
Yüzyıllarca önce, Yunus meseleyi bir mısrada ne güzel halletmişti. “Seni deli eden şey, yine sendedir sende” diyordu. Ama bizler bugün, Yunus’un o mısrada anlattığı gerçeklerden ne kadar uzağız. Mutsuzsak, eğer sıkıntılıysak, hep dışarılarda sebep arıyoruz. Memur âmirine kızıyor, işçi patronuna, gelin kaynanasına, öğrenci öğretmenine... Bunu değil saatlerce, günlerce uzatabiliriz. Bütün bunlar neyi hallediyor? Hiçbir şeyi. Sadece ama sadece kendimizi kandırıyor, deşarj olduğumuzu sanırken, büsbütün daha büyük negatifliklerle şarj oluyoruz.
Hikâyeyi bilirsiniz. Bir gün Rabia Sultan Hazretleri, evinin bahçesinde harıl harıl bir şeyler arıyormuş. Komşuları merak etmişler. “Efendim” demişler, “Bir şey mi kaybettiniz, müsaade ederseniz biz de arayalım, yardımcı olmaya çalışalım.” Mübârek Sultan “Çok teşekkür ederim” demiş. “İğnemi kaybettim, onu arıyorum.” Hep beraber arama tekrar başlamış. Bulamamışlar. Nihayet gelenlerden biri sormuş, “Anacığım” demiş, “İğneyi nerede kaybettin?” Rabia Sultan, “Evde dikiş dikiyordum, elimden kayıverdi” demiş. Adam cevap vermiş: “Efendim” demiş, “Hiç içeride kaybedilen iğne, dışarıda aranır mı?” Rabia Sultan gülmüş “Niye hayret ettiniz?” demiş. “Siz de aynı şeyi yapmıyor musunuz? Kalbinizde kaybettiğiniz huzuru, mutluluğu boş yere dışarıda aramıyor musunuz?”
Bence günümüzün asıl meselesi burada. İnsanoğlu, kendi kalbinde, iç dünyasında kaybettiği mânevi güzellikleri, boş yere dışarıda arıyor. Bulabilecek mi? Hayır. Kıyamete kadar arasa, yine de bulamayacak. İşi arabeske dökmekle kendi kendimize ihânet ettiğimizin acaba farkında mıyız? Her gün, her yerde evlerden işyerlerine, radyolardan televizyonlara, dolmuştan pazar yerlerine kadar çalınan arabesk şarkılar, toplumun iç dünyasında ne büyük yaralar açıyor, farkında mıyız? O çok sayın eğitimciler, pedagoglar, psikologlar, psikiyatristler neden meselenin üzerine parmak basmıyorlar, sükût ediyorlar. Arabesk adı altında çalınan parçalar, insanları bedbin, karamsar ediyor, hayata küstürüyor. Bazı hassas ve heyecanlı gençleri, göğüslerine jilet atacak hâle getiriyor. Sonuçları hiç düşünüyorlar mı? Bazı insanları, içkiye, sigaraya, uyuşturucuya, kumara götüren, adına iç sıkıntısı denilen o ifritin pençelerinde kıvrandıran nedir? Neden insanlar her şeye rağmen, bütün imkânlarına rağmen mutlu, huzurlu olamıyorlar? Çünkü kafalarımızın içi, çıfıt çarşısı gibi. Kendi kendimizle bitmek tükenmek bilmeyen bu kavga, nasıl sona erecek? Bence çağımızın en önemli sorunu budur.
Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca en güzel şiir kitabı “Çocuk ve Allah”ın bir mısraında “Çocuğum dua et geceleri, insan uzaklaşabilir Allah’tan” diyordu. İçimizdeki o büyük ayrılıktan doğan sonsuz acıyı, hüznü, ıstırabı başka nasıl izah edebiliriz. Mevlâna, dünyaca meşhur eseri Mesnevi’nin özü olan ilk on sekiz beytine şöyle başlar:
“Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede”
Ne olur, biz de o çeyrek aydınlar gibi lâfı uzatmayalım. Sosyal, ekonomik, psikolojik vs. gibi ukalâlıklara düşmeden, bilgiçlik taslamadan meseleyi açıkça ortaya koyalım. Biz bugün Allah’tan koptuk, uzaklaştık, içimizdeki hüzün de, evimizdeki bereketsizlik de, toplum hayatındaki sayısız çekişmeler de hep o ayrılığın, o uzaklığın yansımalarından başka nedir ki?
Bu ayrılık devam ettiği sürece, iyi bilelim ki, ne kendi iç dünyamızda, ne aile içinde, ne mesleğimizde, ne de toplum içinde, hiçbir zaman ama hiçbir zaman mesut ve bahtiyar olamayacağız. Allah’ın huzurunda olmayan, seccadesiyle Allah’ın huzuruna çıkmayan bir kimse, doktorların o avuç dolusu uyuşturucu ilâçlarıyla mı huzuru bulacak. “Seviyorum, seviliyorum, güzelliğim bu yüzden” diyebilecek. Ne olur, samimi olalım. İki yüzlülüğü bırakalım, kendi kendimizi kandırmaktan vazgeçelim. İnancımızda da, ibadetimizde de, günlük yaşantımızda da mert, samimi, dürüst ve içtenlikli olalım. Biz yaradılışın bu en büyük kanununa aykırı hareket ettiğimiz sürece, bizi bekleyecek olan hep acılar, ıstıraplar ve hüsranlar olacak. Biz bu dünyaya yiyip içmek, giyinip kuşanmak, gezip tozmak, göbek atıp eğlenmek için gelmedik. Biz bu dünyaya yontulmaya geldik, adam olmaya geldik. Hazreti İnsan olmaya geldik. Allah’ın bin bir güzelliklerle yarattığı şu dünyaya bakıp bakıp da hayran olmaya geldik. Bizi bu mukaddes yolculuğumuzdan uzaklaştıracak her ne varsa, onlardan ayrı olup, aslımızı bulmaya geldik. Zavallı doktorlar, ne kadar gaflet içindeler, bugün ben yüksek dozajlı ilâçlarla tedavi olup da iyileşen hiç kimseyi görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Aksini iddia etmek akla da, mantığa da, yaratılışın kanunlarına da aykırıdır. İnsanları bugün sevgisizlik, saygısızlık, ilgisizlik hasta ediyor. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yalnız burada ince bir nokta var. Bir insan, içi sevgiyle dolmadan, en yakınları da olsa başkalarına sevgi gösteremez. Ve ancak, Allah ile beraber olanların kalbi sevgiyle dolar.
Büyük Yunus, içindeki o büyük Allah aşkı olmasaydı,
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz” diyebilir miydi?
Aşkın boşluğunu ilâçla doldurmaya çalışmak, en büyük gaflet değil midir? Susayan bir insan, ancak su içerek susuzluğunu, içinin yangınını dindirebilir. Su yerine tuz yalayanlar, yalatanlar acaba ne yaptıklarının farkındalar mı?
İnsan bazen bilmeyerek, istemeyerek de olsa, hayata ve insanlara ihânet ediyor. Gelin bu gafletten el birliğiyle kurtulalım. Bizleri Allah’tan ve Peygamber’den uzaklaştıranların kimler ve neler olduklarını bilelim, hayatımızı yeniden, ama yeniden sıfır kilometreden başlayarak kuralım ve el ele tutuşarak ilân edelim. “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.”
SABRİ TANDOĞAN