Can Babacığım, Kıymetli Dostlarım,
Sizleri Saygı, Sevgi ve büyük bir özlemle yürek dolusu selamlıyor, Anadolu Evliyalarımızdan Bayezid-i Bestami Hazretlerini paylaşmanın mutluluğuyla, hepinize ayrı ayrı sevgilerimi sunuyorum…
Asıl adı Tayfurdu, künyesi Bayezıttı. Alim, faziletli, adil bir babanın üç oğlundan ortancası ve üç oğlun seçilmişiydi. Hicretin 88 inci yılında Bestamda doğduğu söylenir. Yedi yaşına geldiği zaman yüzünde Hak nuru o türlü tecelli etmişti ki her gören bu tecellinin hayranı olurdu. Evinin önündeki sokakta çocuklarla oyun oynar, fakat bu oyunun en kızıştığı zaman birden Tayfur çocuk her şeyi bırakarak köşenin başındaki camie koşar, orada vaaz veren vaızları dinlerdi.
Bir camide bir hafız “Sure-i Lokman”ı okuyordu. Tayfur, güzel sesli hafızı dinledi, dinledi ve yaşından beklenmeyen düşüncelere vardır.
Sonra koşa koşa evine giderek kendisini annesinin kolları arasına attı. Hem ağlıyor, hem yalvarıyordu. Anne, çocuğun bu heyecanlı haline hayret etmekle beraber, sakin olmaya gayret ederek: "Ya Tayfur! Nen var söyle bana?” diye sordu.
“-Az evvel camide Sure-i Lokmanı dinledim. Allah kullarından ya kendisine veya analarına hizmeti istiyor. Acaba benim gücüm hem sana, hem Ona hizmete kifayet edebilecek mi? Ya bir kusur eder, ya sizlere olan borçlarımı yerine getiremezsem?”
Tayfur çocuğun annesi, yavrusunu bağrına bastı. Güzel gözlerindeki yaşları dudaklarıyla kuruladı:
“-Ya Tayfur!” dedi, “ben seni Allah'a bıraktım! Ona bildiğin gibi kulluk et, Ona hizmet et, üzülme!”
Bayezit büyümüş, gelişmiş, herkesin saygı gösterdiği, sevgi duyduğu bir genç olmuştu.
Yedi yaşında nasılsa şimdi de öylece anası üstüne titriyor, onun bir sözünü iki etmiyordu. Gerçekten, devrinin en büyük evliyası olarak Hak rahmetine erdiği zaman, kendisini rüyada görenler ona soracaklardı:
“-Ya Bayezit! Sen bu ulu makama nasıl erdin, ne yaptın da Allah'ın bu derece makbulü oldun? Hangi hayır seni seçilmişlerden bir seçilmiş yaptı?”
O zaman, Bestamlı Bayezit kendisine bu suali soranlara şöyle anlatacak:
“-Soğuk bir kış gecesiydi, anam uykudan uyanmış, “ya Tayfur, susadım, bir bardak su ver de Rabbim de senden razı olsun,” demişti. Destiye uzandım, içinde bir katre su yoktu. Hemen dışarıya, çeşmeye vardım. Su getirdim. Yol biraz uzaktı, ben dönünceye kadar, anam yeni baştan uyumuş.
“Uyandırmaya kıyamadım, bir elimde desti, bir elimde bardak, anam uykusunu tekrar açıncaya kadar başucunda bekledim.
“Uyandı, “Tayfur, su ver,” dedi. Lakin soğuktan desti elime yapışmıştı. Çekince, avucumun derisini de aldı götürdü. Bu hizmet anamın gönlünü hoş etmiş olmalı ki anam: “Rabbim, Rabbim! Ben Tayfurdan hoşnudum, sen de ondan hoşnut ve razı ol!” diye dua etti. Bir makama varmışsam bu dua ve bu rıza ile vardım!”
Gerçekten Bayezit böyle bir veliydi. Ana ağzından çıkan her kelamı Tanrı kelamı bilir, iki ettirmezdi.
Bestamlı Bayezit, diğergamlıkta, başka insanları öne alıp kendisini yok farzetmekte o kadar ileri gitmiş, o kadar incelik göstermişti ki onun şu duası asırlar boyunca, bu yolun yolcuları tarafından ibret ve hayretle söylenegeldi. O, geceleri, ulu kubbelerin altında Rabbiyle başbaşa tek ve tenha kaldığı demlerde şöyle yalvarıyordu:
“- Ey eksiği ve fazlası olmıyan! Ey alemlerin rahmeti! Benim vücudumu öyle büyüt, öyle büyüt ki cehennemini sadece ben doldurayım ve orada yanmak için benden başka hiç, ama, hiçbir kuluna yer kalmasın. Senin cehenneminde cümle günahkarların yerine ben yanayım.”
Bestamlı Bayezid'in bir gün rüyasında, Allah'ın huzuruna vardığı ve: “Ey alemlerin Rabbi olan güzel Allah'ım! Sana yol nice olur?” diye sual eylediği anlatılır.
Bestamlıya Rabbi kısa bir cevap vermiştir:
“- Vücudünden geç! Yolun budur.”
Kısa amma, gücün gücü… Bir “Vücudünden geç,” demek, “Bütün dünyadan ve ukbadan geç” demektir. Bu da öyle her kuşunun kârı değildir, dedikleri gibi, er kişinin kârıdır.
Hoş Bayezit vücudünden geçmeseydi, yani kendisi için değil, başkaları için ve Allah namına, Allah yolunda yaşamayı bilmeseydi Rabbi ona böyle hitabeder miydi?
Bestamlı Bayezidin devri keşif ve keramet sahibi erlerin, alimlerin, fazılların ortalıkta dolaştığı bir manevi bereket devridir. O devrin kutbülaktabı dünyadan göçmüş, yerine bir yenisi seçmek gerekmiştir. Ümmi bir demirci ustasının bu makama getirilmesi herkes gibi Bayezit Velinin de hayretini uyandırmıştır.
Bir gün, Bayezit: “Gidip, örs başında demir dövmekten başka hiçbir kârı olmıyan şu demirciyi göreyim” der.
Demirci misafirini büyük bir sevinçle karşılar, izaz ve ikram eder, ellerine sarılır, öper, “bana dua et “ diye yalvarır. Demirci keşif ve keramet kapılarını çalmadığı için kendi kendisinin mertebesinden haberi yoktur. Bayezit Veli aynı tehalükle onun ellerine uzanır ve: Asıl” der, “ben senin ellerinden öpeyim de sen bana dua et!”
Ümmi demirci kan çanağı gibi kızaran gözlerini misafirine çevirerek uzun uzun baktıktan sonra fısıldar:
“-Ah! Benim sana dua etmekle içimdeki dert hafifliyebilseydi…
“-Ne derdin var? Söyle de dermanını niyaz edelim!”
“- Acaba kıyamet gününde şu insancıkların hali ne olacak? Bunu düşünüyor ve başımı yastığıma rahatça koyamıyorum.”
Demirci böyle dedi ve zârı zârı ağlamaya başladı.
O anda Bestamlı Bayezidin içinden bir ses dalga dalga yükseldi:
“-Bu, nefsim, nefsim! Diyen hodbinlerden değil, ümmetim, ümmetim! Diyen âşıklardandır.”
Bu ses üzerine Bayezit, o ümmi demirciye kutupluk makamının neden verilmiş olduğunu anlar oldu.
Dükkandan bir türlü ayrılamıyordu. Oturup saatlerce sohbet ettiler ve Bayezit dostlarına şunu tekrar tekrar söylemekten zevk aldı ki: “Yıllar yılı elde edemediğim manevi mertebeleri o sohbet esnasında uçar gibi aştım. Gönlüm Allahın feyziyle doldu. O zaman iyice anladım ki kutupluk sırrı başka bir sır. İlimle, faziletle, ibadetle elde edilir iş değil, anca Allah vergisi!”
Ümmi demirci kendi kendisinin ululuğundan habersizdi de acaba Bayezit Veli haberli miydi?
Onun, karıncalara dagir çok güzel, çok ibretli bir hikayesi vardır ki manada, demircinin gözyaşı neyse onu ifade eder.
Bestamlı, Hac dönüşü, Hemedana uğramıştmı.Oranın pazarından, meşhur bir çiçeğin tohumunu aldı. Gezdiler, tozdular, Bestama doğru hayli yol aldılar. Bir ara, Bayezit Veli tohum torbasının ağzını açtı ve gördü ki tohumların içinde biralay da karınca var. İçi cızz…etti, sızım sızım sızlamaya başladı. Nihayet dayanamıyarak devesini kervanbaşının yanına sürdü:
“-Hemedandan aldığımız tohum torbasının içi karınca dolu. Onları yuvalarından yâd edemem. Buna hakkım yok. Ben dönüyorum!”
Bayezit döndü. Dünya onun adını unutamıyorsa bu adaletli duygusundan, vefasından ve Rabbinin istediği gibi kendi nefsinden geçerek başkaları için yaşamanın yollarını ve sırlarını bilmiş olmasındandır.
Rivayeta ederlerki Bayezit oluş çağlarında üç yüz on üç üstada hizmet etmiş ve herbinin manevi mertebesini daha ilkk temasında aşmaya muvaffak olmuş. En son durağı Cafer-i Sadık Hz. İmmiş. Bayezit Cafer-i Sadığa o kadar sadıkane ve âşıkane hizmet etmiş ki cemi cümle bu muameleye gıpta edermiş.
Artık Cafer-i Sadığın da ona vereceklerini verdiği bir demmiş. Erenler meclisi kurulmuş, sohbet oluyormuş. Cafer-i Sadık: “Ya Bayezit!” diye seslenmiş, “dışarıda tâkın üzerinde bir kitaph var, onu bize ulaştır.”
“-Hangi tâkın? Ben dışarıda bir tâk olduğunu bilmiyorum.”
“-Bu defa hayret sırası Cafer-i Sadığa gelmiş.
“-Bunca yıldır hizmetimizdesin de dışarıdaki tâkı bilmiyor musun?”
“- Ey sultan! Ben bu huzura tâkı ve revakı görmeye gelmedim ki…”
İşte bundan sonra hazrete irşat vazifesi verildiği, Cafer-i Sadığın: “Oldun artık sen…İrşat vazifene başla artık” diyerek, doğduğu şehir olan Bestama gönderildiği söylenir.
Bayezit Veli can emanetini Hakka teslim ederken şöyle sızlanıyor:
“- Ya Rabbi! Seni bir kere olsun lâyıkiyle tesbih edemedim, bilgisizliğimden! Sana bir kere bile lâyıkiyle tapamadım; uzaklığımdan!”
Bu, Ona doyamamanın, kanamamanın ifadesinden başka bir şey değildir. O bilemediyse bizler ne biliyor, nasıl biliyoruz… O uzak ise bizler uzaktan da uzağız, varın ötesini düşünün ve hesap eyleyin…
Halbuki Allah bu sevgili ve seçilmiş kullarına vaitlerde, iltifatlarda bulunmuş: “ Ben size şahdamarından daha yakınım” diye müjdelemişti. Fakat şu bir gerçek ki Allahın sevgili kulları Allahtan herkesten daha çok korkuyorlar, firaktan herkesten daha çok ürküyorlar.
İşte Bayezit, Hakka ecel borcunu böylece ödeyen ululardan bir uluydu. Bu dünyadan çekilmesi, görenleri olduğu kadar onu sadece duyanları da incitti, üzdü, ağlattı. Fakat, değil mi ki evliyalar alan dünyaydı bu…ecel kervanına herkes gibi ulular da katılacaktı.
Bayezit öldü…Dostlarından biri, bir gece onu rüyasında gördü, aşk ve iştiyakla ellerine sarılarak sordu:
“-Ne yaptın, hâlin nicedir?”
“-İlk gece… bilirsin ben korkarım… ilk geceyi nasıl geçirdin?”
“-Bana” dedi, “Ya! Bestamlı Bayezit, bize ne getirdin?” diye sordular. Ben de cevap verdim: “Ey kerem sahipleri! Bir dilenci bir padişahın huzuruna gelince ona ne getirdin, diye sormazlar, dile bizden ne dilersen, derler!” Sözüme hitab-ı izzet erişti: “Doğru söylüyor, doğru söylüyor.”
(Nezihe ARAZ/Anadolu Evliyaları)