.
Bir okuyucum, Türk aydını ile Batılı bir aydını kıyaslamamı istemiş ve gerçek bir Türk aydınının nasıl olması gerektiğini sormuş.
Batılı bir aydın ile bir Türk aydınını kıyasladığımızda ilkin şu farklılıkları görürüz: Batılı aydın, genellikle daha ilkokuldan itibaren farklı yetişmekte, kendisine gereken şeyler öğretilmektedir. Biz, çok şey öğreniyoruz okullarda. O kadar ki daha okuldan çıkar çıkmaz çoğunu unutuyoruz. O kadar fuzûli işlerle bizim kafalarımızı dolduruyorlar ki bizim, ailemizin, memleketimizin gerçek problemlerini düşünecek ne durumumuz, ne imkânımız, ne gücümüz kalmıyor. Hiç unutmuyorum. Ankara Gazi Lisesi’nde öğrenciyim. Coğrafya hocamız sınıfa girdi. “Kâğıt, kalem çıkarın, yazılı yapacağım.” dedi. Sorularını sormaya başladı. Hayretler içindeydim. Bir soruda Fransa’ya temmuz ayında düşen yağmur ortalaması soruluyordu. Yarabbi, bundan daha saçma, daha mantıksız ne sorulabilirdi? Bunu bilsem bana ne faydası vardı, bilmesem ne zararı vardı. Bunu bir örnek diye yazıyorum. Yıllarca kimya okuduk. Hep formül ezberlettiler bize. Ama gerektiği zaman bir sabun üretebilmeyi hiçbir hocamız aklına getirmedi. Kimya çalışırken özel olarak müsvedde kâğıtları alırdım. O formülleri ezberleyeceğim diye önüm kâğıtlarla dolardı. Gerçi hep on alıyordum, ama neye yarar? O müsvedde kâğıtları evin çöpünü biraz daha artırıyor, kırtasiyeci biraz daha fazla para kazanıyordu. Ortaokulda bir resim hocamız vardı. Yüzü hiç gülmezdi. Frankeştayn gibi bir kadındı. Bir çehre, bir surat derse girer, kürsünün yanına bir sandalye koyar, üstüne arkadaşlardan birinin pardesüsünü atar, sonra bize döner, “Yapın bunun resmini!” derdi. Bütün yıl böyle geçti. Onun dersine girerken arkadaşlar birbirine “İyi uykular” derdi. Bugün Batıda her üniversitede derslerin yanında dinlendirici, huzur verici, sanatsal, sportif faaliyetler vardır. Edebiyat, müzik, resim, fotoğrafçılık, geziler, futbol, voleybol, basketbol, yüzme, atletizm gibi. Bizde bir iki göstermelik çalışmanın dışında hiçbir şey yok. Bir ara bazı üniversitelerde duvarlara panolar asılıyordu. Eşcinseller kulübü kurulmuş, sapıklığın methiyesi yapılıyor, teşvik ediliyordu. Sitemiz vasıtasıyla bir dekana “Bu çirkin teşebbüsü nasıl karşıladınız, ne gibi önlemler aldınız?” diye sorduk? Dekan verdiği cevapta, “Bize bir şikâyet gelmedi.” dedi. Bu cevap beni çok üzdü, günlerce uyku uyuyamadım.
Batılı aydın, ancak şahsının, ailesinin, memleketinin işine yarayacak bilgileri alıyor. Onları hazmediyor. Biz, hem çok şey öğreniyoruz, hem hiçbir şey bilmiyoruz. Hani Edmond Rostand’ın “Cyrano De Bergerac” piyesinde bir bitiş vardır, altmış yıldır unutmadım: “Onun Cyrano de Bergerac’dı adı, her şey olayım derken, hiçbir şey olamadı.” Bugün İngiltere’de bir genç kız, bir delikanlı Shakespeare’in 15.yy’da yazdığı piyeslerini rahatça okuyup anlayabiliyor. Bir Alman genç Geothe’yi, bir Rus genci Dostoyevski’yi rahatça okuyup anlayabiliyor. Ama bizde durum tam tersine. Daha birçok gencimiz Atatürk’ün Nutuk’unu okuyup anlayamıyor. Bütün kültür kökümüzle ilgimiz kesilmiş, yapay bir dil ortaya çıkmış. Biz lisedeyken Ataç denilen bir adam çıktı. Bu adam bize, “Kalem demeyeceksiniz, yazgıt diyeceksiniz, kitap demeyeceksiniz, betik diyeceksiniz, hasta demeyeceksiniz, sayrı diyeceksiniz.” diye kuşdili öğretti. Ortaya duymayan, düşünmeyen, hissetmeyen, tefekkür etmeyen, muhakeme etmeyen, mukayese etmeyen zavallı nesiller çıktı. Şu hale bakın, ne adam gibi bir şiir yazılıyor, ne hikâye. Sapır sapır dökülüyoruz. İşte olaya objektif olarak bakacak olursak düşmanlarımızın da istediği bu değil miydi? Truva atıyla her şeyimizi ele geçirdiler. Tarihle, dinle, tasavvufla, düşünce ile ilgimizi kestiler. Geriye sadece kavga, döğüş, birbirini hor görme, hakir görme, küçük görme, dedikodu yapma, en ufak başarıları kıskanma hastalıkları çıktı. Bir genç kız evlenecek, adam gibi bir adam göremiyor. Bir delikanlı evlenecek, hakeza... Aile bağlarının gevşediği, aralarında sevgi, saygı edep, incelik, zarafet, beyefendilik, hanımefendilik kavramlarının bile kalmadığı insan şeklindeki yığınlar. Buyurun tepe tepe kullanın. Geçen yıl UNESCO dünyada bilimsel incelemelerin yapıldığı beş yüz üniversite saydı. Afrika’dan bile üniversiteler var bu listede ama Türkiye’den bir tane yok. O, çalımlarından, cakalarından, havalarından yanlarına bile yaklaşılmayan bazı üniversitelerin dekanları, rektörleri, ne haber? Acaba utandınız mı? Yüzünüz kızardı mı? Siyasetten başınızı alıp da biraz bilimsel incelemelere yöneldiniz mi?
Yıllarca önceydi. Rilke’yi okudum. Rainer Maria Rilke, Geothe’den sonra dilini en güzel işleyen insanlardan biriydi. Okumaya doyamadım. Hakkında yazılan kitapları okuyayım dedim, aradım, aradım. Milli Kütüphanede gecelerimi geçirdim. Sonra oturdum sabahlara kadar çalışarak Rilke hakkında bir kitap yazdım. Ne yazık ki kimsenin ilgisini çekmedi. Öyle utandım ki. Benden sonra da hâlâ Rilke’yi ele alıp inceleyen olmadı. Öyle ya, inceleme ne demekmiş. Sağ, sol kavgası, ilerici, gerici ithamları varken araştırmaya, incelemeye ne gerek var. Birbirimizle didişiyoruz, yetiyor da artıyor bile.
Benim nazarımda gerçek Türk aydını İslâmiyet’e inanan, elinden geldiği kadar, gücü yettiği kadar bu inancını aile yaşamında, iş yaşamında ve sosyal yaşamda uygulayabilen, bayrağına, toprağına saygılı, öyle saygılı ki gereğinde ölümü de göze alan (Nevruz olaylarında İstanbul’un göbeğinde bir Türk Bayrağı yakılmıştı, bu olay beni o kadar üzdü ki... Uğrunda milyonla insanımızın şehit düştüğü aziz, mukaddes bayrağımız yakılıyor, milyarlarla paraya alınan belediye otobüslerimiz yakılıyor, kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Böyle siyaset olmaz olsun. Bu kılı bile kıpırdamayan insanların dünyaları da, âhiretleri de cehennem olsun. Demek ki bu kimselerde en ufak vatan, millet, bayrak sevgisi yok. Gerekirse harp mı çıkacak, gerekirse biz de şehit mi düşeceğiz, eyvallah. Can, baş üstüne. Ama bu gibi olaylarda benim haysiyetim çiğneniyor, gururum kırılıyor. Kim buna sebebiyet veriyorsa yazıklar olsun. Evet, bir toplumda her çeşit alçak çıkar, kabul. Ama bir şimşek gibi arkasından cezalar yağar. Darağaçları kurulur. Omuzunu silkip, bana ne diyenlerin...), kendini yetiştirmek için gecesini, gündüzüne katan, adi, aşağılık, menfaat duygusunu aşıp her an Allah’ın huzurunda hesap verecek gibi dikkatli, uyanık, ilme açık, güzel sanatlara açık, düşünceye açık insandır. Ben, tarih düşmanlığı yapan, ecdadına söven, ailesine, vatanına, bayrağına saygısız insanların dekan da, rektör de olsalar aydın olacağına inanmıyorum. Bugün bazı aydın geçinenlerin yaptıklarını, Türkiye’de yaşasa Putin bile yapmaz.
Bugünkü aydının öncelikli görevinin Allah sevgisi, Peygamber sevgisi, vatan sevgisi, insan sevgisi, ilim ve güzel sanatlar sevgisi olduğuna inanıyorum. Bir makam ele geçirip onu devam ettirmek için her türlü yalan, hile, üçkâğıtçılık, üstlerine yaranmak için yalakalık yapanların kim olurlarsa olsunlar aydın olacaklarına kesinlikle inanmıyorum. Aydın, yaşantısıyla çevresini aydınlatabilmeli, ışık tutabilmelidir. Kafasının içi önyargılarla, gazetelerdeki palavra sloganlarla, küçük hesaplarla dolu olan bir insan nasıl aydın sayılabilir? Aydın, kendini aşan, nefsini aşan insan demektir. İnsanlar onu rehber insan, ışık insan olarak yaşantılarına alabilmelidir. Kendi memleketinin, içinden çıktığı ailenin değer yargılarına, inançlarına hor bakan bir insan nasıl aydın olabilir?
Her gerçek aydın yurtdışına çıktığı zaman o kadar güzel bir hayat yaşamalı ki efendiliğiyle, çalışkanlığıyla, ciddiyetiyle değil günlerini, saatlerini, dakikalarını bile değerlendirmesiyle, düşünceleriyle, ibadetiyle öyle güzel bir portre çizmeli ki çevrede sevgi, saygı ve hayranlık uyandırabilmeli.
Allah, ülkemizden gerçek aydınların yetişmesini nasip etsin.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhları Şad Olsun.