Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Cvp: İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin ya nice okumaktyr
Gönderen : Sabri Tandoğan
Tarih : 3/23/2007 10:49:58 AM


Sayın Fatma Hanım,


22.3.2007 tarihli mailinizi aldım.


Efendim, insanlar kutsalı doğuşlarında mana aleminden getirirler. Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerinedir. İnsanoğlu, birtakım güzellikleri doğarken beraberinde getirir. Her doğan çocuk bir veli namzedidir. Ama, çevresi, ailesi sonradan katılacağı okul, arkadaş muhiti ve toplum, radyosuyla, televizyonuyla, gazetesiyle, çarşısıyla, pazarıyla, sinemasıyla, tiyatrosuyla, iş muhitindeki havasıyla, caddede, sokakta yürürken karşılaştığı insanların yüz ifadeleriyle (ki onların sıkılmış dişleri, kenetlenmiş yumrukları, kin, nefret, gurur, kibir dolu bakışlarıyla), konu komşuyla, gittiği yabancı ülkelerde gördükleriyle, yaşadıklarıyla yavaş yavaş o fıtrattan uzaklaşıyor. Yavaş yavaş aslıyla, özüyle fıtratından getirdiği asil, temiz, güzel duygulardan ortaya yepyeni, bambaşka, kendisine benzemeyen bir tip ortaya çıkıyor ve sonra bu kimse hayret ve dehşet içinde soruyor: “Aynalar, söyleyin bana ben kimim?”


Senelerce, senelerce evveldi. Lise birden ikiye geçmiştim. İlk defa babamın memleketine, Konya’nın Ermenek ilçesine gittim. Gördüklerim beni şaşırttı, hayretler içinde bıraktı. Bağ evinden çarşıya inerken gözlerime inanamıyordum. Herkes son derece saygılı, edepli, zarif bir şekilde birbirini selamlıyor, elini kalbinin üzerine koyarak “Selamün Aleyküm” diyordu. Bu manzara beni ürpertiyordu. Bazan gözlerimden yaş getiriyordu. Yarabbi, bu ne güzellikti, bu ne incelikti. Ermenek’de o kadar güzel insanlar gördüm ki mesela bir Ömer Efendi Hoca vardı. Süfas camiinin imamıydı. Nur gibi bir yüz, tertemiz bakışlar, inanılmaz güzellikte bir ses tonu. Allah’ım bu erişilmez güzellik tablosu, bir ömür boyu hep iç dünyamda devam etti. Onu sevdim, bütün varlığımla, bütün benliğimle onu çok sevdim. İnşallah bu sevgim mezarda da, öbür dünyada da devam eder. Ben, O’nu görene kadar namaz kılmasını bimiyordum. Onu görünce, ona hayran olunca hemen çarşıya gittim. Bana namazı öğretecek bir kitap aradım. “Amentü Şerhi”ni aldım. O gece “gece lambasının ışığında” sabaha kadar herşeyi ezberledim. Ve sabahleyin Ömer Efendi Hoca’nın arkasında namaza durdum. Namazdan sonra tesbih çekilecekti. Ömer Efendi Hoca yüzünü cemaata doğru çevirdi, tesbihini çıkardı ve başladık. O anda o inci dakikasını ömür boyu unutamam. Sanki yüzünden bir nur yayılıyordu. İçimden hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyordu. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi “Ve bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel”, bu öyle bir andı ki zaman donacak kadar güzeldi. Sanki o anda benliğimden tecerrüt etmiş, aslımla yüz yüze gelmiştim. Benim için yeni, yepyeni, söylenilmeyecek kadar güzel, anlatılmayacak kadar muhteşem bir hayat başlıyordu. Hayatımda gerçek bir devrim olmuştu. İşte o an benim için “kutsal” bir andı. O an, nasıl unutulur? Namazdan sonra Ömer Efendi Hoca’ya rica ettim, “Efendim dedim, soracağım sorular var, lütfen benimle bir çay içer misiniz?” O süre hiç bitmesin istedim. Sorduğum sorulara Ömer Efendi Hoca ağır ağır, tane tane cevaplar veriyor, ve ben her defasında dünyaya yeniden geliyordum. Yaz tatili süresince her gün Ömer Efendi Hoca’nın arkasında namaz kıldım. Namazdan sonra O’nunla sohbet etmek, ayrı bir ibadetti sanki. İşte o günden itibaren hayatımın seyri tamamen değişti. İnsanın kendi nefsaniyetinden uzaklaştığı, mana aleminin güzelliklerini içine sindirdiği bütün bir ömre bedel anlar yaşadığı zamanlar kutsaldır. Yunus Emre’nin eğilip bir karınca yuvasına bakıp bakıp da “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” dediği zaman kutsaldır. Hazret-i Ömer’in misafiri geldiği zaman cebindeki mumu çıkarıp yakarken, “Biz şimdi seninle sohbet edeceğiz, devletin mumunu harcamayalım” dediği an kutsaldır. Evvelki gün heyecan içinde geldi, tir tir titriyor, gözleri sevinçle parlıyordu. Umreye gidecekti. Allahaısmarladık demeye, helalleşmeye gelmişti. Bakışları mana aleminin ışıltılarıyla dolmuştu. Bir “kutsal”ı yaşıyordu. Kutsal anlar varlığımızdan, benliğimizden, nefsaniyetimizden, egomuzdan tecerrüt ettiğimiz, uzaklaştığımız harikulade güzel anlardır. Ne zaman, nerede, kiminle beraber yaşanacağı hiç belli olmaz. Bazan bir örümcek insana kutsalı yaşatabilir. Şair, “bir örümcek götürür Hakka beni” diyordu. Ve o an “bir kutsalı yaşıyordu”. Bazan bir Ayeti okurken, bazan bir Hadisi dinlerken titreriz, ürpeririz, heyecanlanırız, kendimizden geçeriz. İşte o an “bir kutsalı” yaşıyoruzdur. Kutsal bir aşktır, bir heyecandır, bir ürpertidir, bir renktir. Kutsal, gece yıldızları seyrederken hissedilebilir, yeni doğan bir çocuğun karşısında yaşanabilir. Bazan bir müzik, bazan bir tablo, bazan bir mısra bizi kutsala götürebilir. Hayatta yaşanan öyle anlar var ki bir ömür boyu unutulmaz.


Güzel bir gündü...Yürüyordum. karşıdan Hayriye Hanım geliyordu. Sanki o bir insan değil bir nur huzmesiydi. Bir renkti, bir ışıktı, bir mısraydı. Ürperdim, titredim. O an benim için ebedileşti. İşte o an benim için kutsaldı. Hayatta yaşanan öyle zamanlar vardır ki yerine göre gökyüzündeki samanyolu, yerine göre minicik bir meyve, yerine göre bir kelime, yerine göre bir tebessüm, yerine göre omuzumuza konan sımsıcak bir el bizi kutsala götürebilir. Buna sınır getiremeyiz. “Bir örümcek götürür Hakka beni” diyen şair olayı ne güzel özetlemiş. Mes’ele kendi egomuzun, nefsaniyetimizin, gururumuzun, kibirimizin, ben şuyum, ben buyum safsatalarının üstüne çıkabilmek. Kutsalı bir aşk rüyası gibi yaşayabilmektir. Bazı kimselerin yaptıkları gibi “epistemoloji” ile “ontoloji” ile “içkin, aşkınla” kutsal anlatılamaz, anlaşılamaz. Anlattığını sananlar sadece kendilerini aldatıyorlar. Sadece kendi egolarını tatmin ediyorlar. Anladınız tabi. Televizyondaki konuşmayı kastediyorum. Her Perşembe orada isimlerinin başında prof. olan birtakım kimseler kendi kendilerini tatmin ediyorlar. Ama kime ne faydası var? Bunu kendilerine duyurdum. “Lütfen dedim, lütfen, Allah rızası için lugat paralamayı bırakın, halkın anlayacağı dille konuşun”. Aldığım cevap beni çok üzdü: “Efendim, dedi, programın formatı böyle, sınırları böyle çizilmiş”. Yani demek istiyordu ki sen anlamazsın, sen cahilsin. Ben de diyorum ki o programın formatını çizenin kültürden, İslam’dan, tasavvuftan, insan sevgisinden zerre kadar nasibi yok. Hayat, ve insan kavramları üzerinde hiç mi hiç düşünmemiş. Batılı kavramları sıralamakla, tasavvufun inceliklerinin asla ama asla anlatılamayacağının farkında bile değil. Neden ille o programa ilahiyat fakültesi mensupları çağrılıyor. Onların içinde kutsalı olan kaç kişi var ki? Gayet tabi, yaşayamadıkları hususları anlatamıyorlar. Onun için de birtakım batılı kavramların arkasına saklanarak kendi cehaletlerini kapatmaya çalışıyorlar. Sizden istirham ediyorum, kendi kör egolarını tatminden başka birşey düşünmeyen, halka faydalı olmayı, halkı aydınlatmayı akıllarına bile getirmeyen bu çok bilmiş entel, dantelleri dinleyerek zaman kaybetmeyin, kafanızı karıştırmayın.


Be kardeşim, adam dükkanını kapamış gelmiş. kadın bulaşığını yıkamış gelmiş. Birtakım asil, temiz, güzel pırıl, pırıl insanlar birşey dinlemek istiyorlar. Günün yoğunluğunu, sıkıntılarını, çektikleri ıstırapları unutmak, iyinin, güzelin, temiz, asil, büyük, yüce olanın, “kutsal”ın ufuklarına kanatlanmak istiyorlar. Siz sadece kendinizi tatmin etmek için “epistemoloji” diyorsunuz, “ontoloji” diyorsunuz, “içkin” diyorsunuz, “aşkın” diyorsunuz. Allah aşkınıza siz kime hitap ediyorsunuz? Bir iş yaptığınızı mı sanıyorsunuz? Vereceğiniz cevabı biliyorum. Küçümseyeceksiniz, pöh diyeceksiniz, sizin gibi cahiller bizi ne anlar? Tamam, biz cahiliz. Kabul. Ama batıda “vulgarize etmek” diye bir olay var. Yani en ağır bilimsel gerçekleri halkın anlayacağı bir dille anlatabilmek, ifade edebilmek. Yani “Yunus’ca” söyliyebilmek. Sizin ondan haberiniz var mı?


Sözümona aydınlarla halk arasındaki büyük ayrılık burda da ortaya çıkıyor. Bir düşünsenize sizi dinleyen anneniz, babanız sizi dinleyen karınız, kızınız, sizi dinleyen halanız, teyzeniz sizi anlayabiliyor mu acaba, hiç düşündünüz mü bunu? Format böyleymiş. O formatı hazırlayanın acaba halkın çektiği ıstıraplardan, acılardan, çilelerden zerre kadar haberi var mı? Kime hitap ediyorsunuz siz?  Yarın, Allah’ın huzuruna çıktığınız zaman bunun hesabını nasıl vereceksiniz? Sanki sizi dinleyenlerin, aman ne alim insanlar diyeceklerini mi sanıyorsunuz? Sizin için neler düşünülüyor, neler konuşuluyor, hiç aklınıza getirdiniz mi? Sizin vakit geçirmek için Anadolu kulubünde briç oynayan insanlardan ne farkınız var?


Evet, biliyorum, şimdi küçümseyerek, horlayarak, tepeden bakarak benimle alay edeceksiniz, cahil adam, saçma sapan konuşuyor diyeceksiniz. Ne derseniz deyin, ben bağışlarım, affederim. Amacım sadece faydalı olmak. Hayırlısı.


Kıymetli Fatma Hanım, söyleyeceklerim bu kadar. Eğer tereddütleriniz varsa yine yazın. Görüşelim. Selam, sevgi ve saygı ile.


 


Sabri Tandoğan


Sayın Sabri Tandoğan'ın cevaben yazdıkları :

İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin ya nice okumaktyr Yazan Fatma
Cvp: İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin ya nice okumaktyr Yazan Sabri Tandoğan

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]