.
SABRİ BABADAN SOHBET
İnsan Ektiğini Biçiyor
Kıymetli yavrum,
Günlük hayatta sık kullandığımız kelimelerden biri de “tesadüf”dür. Tesadüfen gördüm, tesadüfen işittim, tesadüfen okudum, tesadüfen rastladım. Her gün bu tür sözler işitiriz, şahit oluruz. Oysa bir bilsek ki hayatta tesadüf yoktur. Tesadüf sadece lügatlarda olan bir kelimedir. Her şey birbirine öyle görünmeyen ipliklerle bağlı ki, çoğumuz hayaller, önyargılar içinde yaşıyoruz. Ama farkında bile değiliz. Öyle gördüm, öyle işittim, öyle okudum ve arkasından bir önyargılar zinciri başlıyor. Gerçek bu mu acaba? İslâm’ın Güler Yüzü isimli eseri ile kitapseverler arasında büyük bir beğeni kazanan Prof. Eva Hanım diyor ki: “Çay bardağımıza koyduğumuz şekeri karıştırırken çıkan ses, aynı anda uzayın bütün zerrelerinde duyulur. Hayatta her şey öylesine birbirine bağlı ki, gelişigüzel söylediğimiz bir söz, yaptığımız bir hareket bazen bize yıllar sonra faturasını ödetiyor. Şaşırıyor, hayret ediyor, bazen de zaman geçince aradaki irtibatı kuramıyor, apışıp kalıyoruz.”
Öğretmen Leman Hanım öğretmen okulunu bitiriyor. Bir okula tayini yapılıyor. Zeki, alımlı, genç, güzel bir kız. Biraz güzelliği ile mağrur. Bir gün dersten çıkıyor, öğretmenler odasına çay içmeye gidiyor. Çayını yudumlarken okulun hademesi geliyor, “Efendim,” diyor, “sizi müdür bey çağırıyor.” Leman Hanım öfkeleniyor. “Müdür bey nasıl olur da genç bir hanımı ayağına çağırır. Bu kabalık değil mi?” Hademe süklüm püklüm gidiyor. Biraz sonra müdür bey geliyor. Emekli olmak üzere. Mesleğinin son günleri... Saygı ile selâm veriyor. “Efendim,” diyor, “ders çizelgesi hazırlıyordum, hangi gününüz müsait diye soracaktım. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.” Müdür beye gereken cevap veriliyor. Aradan otuz yıl geçiyor. Leman Hanım bir sabah okula geliyor. Sınıf buz gibi. Çocuklar soğuktan titriyorlar. Leman Hanım mümessili çağırıyor. “Evladım, hademeye söyle gelsin sobayı yaksın.” Hademe çocuğu tersliyor. “Kocaman kadın,” diyor, “otursun sobasını kendisi yaksın. Beni rahatsız etmesin. Leman Hanım şaşırıyor. Kendisi söylemek için ayağa kalkıyor. Hademenin yanına yaklaşırken o gürlüyor: “Niye beni rahatsız ediyorsun? Sobanı kendin yaksana.” Leman Hanım çok üzülüyor. Üzüntüsünden dudakları titriyor, ağlamaya başlıyor. Onun da emekliliği yaklaşmış. Günleri sayılı. Allah’ım diyor, mesleğimin son günlerinde nedir bu başıma gelen? Biraz sonra okul müdürü geliyor. “Hocanım,” diyor, “siz bu ruh hali ile ders yapamazsınız. Lütfen evinize gidin. Ben sınıfı tatil ederim.”
Leman Hanım eve geldikten sonra bir süre daha ağlıyor. Sonra düşünmeye başlıyor. Acaba diyor, ben dün bir insan kalbi mi kırdım. Neden başıma böyle bir olay geldi? Sonra geriye doğru dönüş başlıyor. Dün, evvelki gün, daha önceki gün, daha önceki hafta, daha önceki ay derken iş otuz yıl evveline gelip dayanıyor. Leman Hanım birden ürperiyor. Otuz yıl önce okulumuzun müdürünün emekliliğine çok az bir zaman kalmıştı. Ben onu kırdım, incittim, işte şimdi otuz yıl sonra faturası karşıma çıkıyor. Kalkıyor, abdest alıyor, tövbe namazı kılıyor. Namazın sonunda, Allah’ım diyor, Senden, Resulünden ve merhum müdür beyin mâneviyatından özür diliyorum. Beni bağışlayın...
Ertesi sabah okula gidiyor. Okula yüz metre yaklaşmışken hademeyi görüyor. Hademe süklüm püklüm af diliyor. “Hocanım,” diyor. “Beni bağışlayın. Ne kadar üzüldüm anlatamam. Gece sabaha kadar ağladım. Müsaade edin elinizi öpeyim.” Leman Hanım elini vermek istemiyor. Hademe ısrar ediyor. “Efendim,” diyor, “eğer elinizi vermezseniz ayaklarınızdan öperim. Ne olur beni affedin.” Leman Hanım ürperiyor. Ben, diyor, müdür beyin mâneviyatından özür dilemiştim, şimdi hademe benden özür diliyor.
Bu anekdodu kırk beş yıl önce Leman Hanım’dan işitmiştim. Hiç unutmadım. Kırk beş yıl düşündüm. Hayat olayları arasında inanılmaz, akıl almaz incelikte bir rabıta var.
Nuraydın Hanım, emekli banka müdürü. Bir sabah Konutkent’ten Kızılay’a gitmek üzere otobüse biniyor. Otobüste yanına yaşlı bir hanımefendi oturuyor. Üzgün görünüyor. Nuraydın Hanımın dikkatini çekiyor. Edep ve saygı ile dönüyor, “Günaydın efendim, nasılsınız?” diyor. Yaşlı hanım çok memnun oluyor. Yüzü ışıldıyor. Gözleri parlıyor. Memnun ve mesut oluyor. Kızılay’da işlerini bitiriyor, geri dönecek. Yanına bir başka hanım oturuyor. Aynı edep ve incelikle selâm veriyor, hatır soruyor ve aralarında güzel bir sohbet başlıyor. Nuraydın Hanım ürperiyor. Bunca yıldır diyor, Konutkent’te oturuyorum, ilk defa böyle bir olayla karşılaşıyorum. Sabahleyin ektiği tohumlar akşama meyvesini veriyor. Hayat böyle. İnsanoğlu ne ekerse onu biçiyor. Hayat boyu ekilen tohumlar hep iyi, güzel, müspet olsun ki, yemişleri de bizi mutluluğa götürsün.
Bazı kimseler burada bir yanılgıya düşüyorlar. Efendim, diyorlar, biz falancadan zulüm gördük, kötülük gördük. Neden onun için hayır dua edelim. İlk bakışta bu fikir doğru gibi görünse de, aslında hiç öyle değil. Peygamberimiz İslâm’ın güzelliklerini anlatmak için Taif’e gitmişti.
Karşılaştığı manzara tüyler ürpertici idi. Kötü sözler, hakaretler, alaylar birbiri peşi sıra yağıyordu. Biraz sonra taş da atmaya başladılar. Mübarek ayakları kan içinde kaldı. Bir sahabi, öyle kırılmıştı ki “Ya Resulullah,” dedi, “öyle dua edin ki bütün Taif yerin dibine göçsün.” Peygamberimiz mübarek ellerini kaldırdı; “Allahım,” dedi, “bunlar aslında iyi insanlar. Ama şu anda ne istediklerini bilmiyorlar. Ya Rabbi, sen onları en kısa zamanda İslâm’la şereflendir.” Ve bir süre sonra Taif’liler akın akın gelip Müslümanlığı kabul ettiler. Biz hayat yolunda yürürken rehberimiz, önderimiz, büyüğümüz hep Allah’ın Resulü olacak. Bu nedenle bizler kin, nefret, intikam, düşmanlık duygularını içimizde barındırmayacağız. Duygumuz, düşüncelerimiz, yaşantımız hep sevgi üzerine kurulacak. İçimizdeki sevgi her gün biraz daha büyüyecek, büyüyecek, öyle bir an gelecek ki yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri, bütün eşya ve cemadatı Muhammedi bir aşkla kucaklayacağız. Sevgi içinde yaşayıp, sevgi içinde Hak’ka göçeceğiz...
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.