.
Değerli Büyüğüm,
Toplumumuzda çok yaygın gördüğüm "yakınma kültürü" konusunda kaleme aldığım bir yazıyı gönderiyorum.
Selam ve saygılarımla.
Durdu GÜNEŞ
***
YAKINMA KÜLTÜRÜNE KARŞI OMUZ OMUZA
Av. Durdu GÜNEŞ
Bir toplumun yakınmalarının sebeplerine ve yoğunluğuna bakarak o toplumun ne kadar gelişmiş olduğunu tespit edebiliriz.
Toplumda açık ya da gizli olarak yakınma halinin adeta bulaşıcı bir hastalık gibi bünyeyi sarmış olması ülkeyi hem geriye götürmekte hem de mutsuz insanlar sayısını artırmaktadır.
Zaman zaman insan dertlenebilir ve çevresindeki gelişmelerden yakınabilir. Buradaki yakınma kültüründen kastımız hastalıklı bir ruh haliyle her şeyden şikâyet etme konusudur. Bu şikâyet çeşitli şekillerde olmaktadır. Meslekten yakınma, işten yakınma, insanlardan yakınma, yönetimden yakınma, hayattan yakınma gibi.
Hani bir atasözümüzde yer aldığı gibi “Hamama gider kurna beğenmez, düğüne gider zurna beğenmez.” Tipler vardır. Güneşe sırtını döner sonrada bu güneş gölge yapıyor diye yakınır.
Yakınmalar çok açık olacağı gibi gizli memnuniyetsizlikler şeklinde de olabilir. Adama sorarsın “nasılsın?” diye “Eh işte iç güveysinden hallice” der. Esnafa sorarsın işler nasıl diye “İşte bir çorba parası çıkıyor.” der. Memura sorarsın işler nasıl diye “memuriyet işte kıt kanaat geçiniyoruz.” der.
Yakınma konusu çok geniş olduğundan bu yazıda sadece iş ve meslek hayatındaki yakınma konusuyla ilgili düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Burhan Feleğin kaleminden anlatılan bir anekdotta bir sünnetçinin mesleğini yaparken gösterdiği itina anlatılır.
Sünnetçi sünnet yaparken, çocuk sünnetçinin suratına karşı idrarını boşaltır. Çocuğun anne babası büyük bir üzüntü ve mahcubiyetle duruma müdahale etmeye çalışırken sünnetçi istifini bozmadan yüzünü siler işine devam eder. Sonra çocuğun anne ve babasına dönerek “İştigal alanı ç.k olanın idrarla karşılaşması doğaldır.” der.
Mesleği bütün sonuçlarıyla benimsemenin tipik örneğidir bu. Paça ıslanmadan balık tutulmayacağının bilincine varmaktır. Meslek risklerinin de mesleğin doğal parçası olduğunu bilmektir.
Bir zamanların Milli Eğitim Bakanınca söylendiği kabul edilen “Ah şu okullar olmasa, ben bu bakanlığı çok iyi idare ederdim” sözü dilimize mizahi bir darbı mesel olmuştur.
Bir mesleği sürdürürken zevkli yanları olduğu gibi riskli yanlarının da olması doğaldır. Bir atasözünde “Her zaman çiğdem çıkmaz bazen küsküç kırılır.” der.
Bir mesleğin nimetlerini yaşarken külfetlerini göz ardı etmek bir çeşit akıl fukaralığıdır. “Hem karnım tok olsun hem somun bütün kalsın.” olmaz.
Bir öğretmenin, öğrencinin tembelliğinden yakınması, bir hukuk müşavirinin ihtilaflı işlerin önüne gelmesinden yakınması, bir hâkimin davalardan yakınması, bir polisin sorunlu insanlardan yakınması hem mesleğin icaplarına ters olduğu gibi hem de çözüme değil soruna odaklanmak anlamına gelir.
Yakınmayı adet haline getiren insanlara dikkatli baktığımızda mesleğini sevmeyen, yetersiz, başarısız ve çevresinde çekilmesi zor insanlar olduğunu görürüz.
Çünkü yakınmak çözüme yönelmekten ziyade sorunun yörüngesini genişletmektir.
Kuşadası’nda tatil yaparken bir sabah dalgalar kıyıya yosunları yığmıştı. Turistler ellerine geçirdikleri malzemelerle yosunu toplamaya, kıyıyı açma çalışırken bizimkilerin “ Ne biçim otel burası görevliler hiç bakmıyor. Böyle iş mi olur.” diye yakınmalarına şahit olmuştum.
Bir toplumda kişiler yakındığı konuların aynı zamanda aktörüyse orda sorunlar kronik hale gelir.
Yakınma kültürünün sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
1) Mesleki yetersizlik duygusu. Hani bir atasözünde “Mercimek yemesini bilmez çömleği bahane eder.” denir Yapılacak işte kendini yetkinliğini hissedemez. Çeşitli bahaneleri, mazeretleri, şikâyetleri gündeme getirir.
2) Sorumluluk duygusunun gelişmemesi. Sorumluluk almaktan çekinme. İş sonucunun risklerini göze alamama. Bu nedenle işle ilgili memnuniyetsizlikler dile getirilir.
Garciaya mektup öyküsü meşhurdur.
ABD ve İspanya arasındaki savaşın bir aşamasında ABD başkanı, çok acele olarak Küba’daki isyancıların lideri Garcia’ya bir mektup göndermek ister. Garcia Küba dağlarında nerde olduğu bilinmiyordur. Telgraf ya da posta yoluyla ulaştırmak mümkün değildir. Subaylardan biri ABD başkanına bu işi Rowan isimli bir çavuşun yapacağını bildirir. Huzura alınan Rowan’a Başkan mektubu uzatır ve “Bunu Garcia’ya teslim edeceksin” der. Rowan büyük tehlikeleri ve sıkıntıları atlatarak mektubu teslim eder.
Hikâye ayrıntılıdır. Özetle kişinin bir işi üzerine aldığında “ben yoksam kimse yok” diyerek tüm sorumlulukları yerine getirip işi sonuçlandırması anlatılmaktadır.
Bizim bürokratik yapımızda, bir memura iş verdiğinde kırk dereden su getirerek “Ya bu benim görevim mi? Sonra yapsak olmaz mı?” şeklinde mazeretlerle karşılaşmak mümkündür.
3) Özeleştiri yeteneğinin olmaması. Bir sorun olduğunda hep başkalarının suçu, kabahati olarak algılamak. Terazinin bir kefesine kendisini koyamamak. Özeleştiri kişinin kendini bilmesiyle mümkündür. Kafa zenginliğinden ziyade kese zenginliğini düşünen toplumda bunu sağlamak zordur.
4) Kişinin bir olay karşısında doğru sorular soramamasıdır. Yakınmanın bir kısmı neden-sonuç ilişkilerini algılayamamaktan ileri gelir. Bir memurun şu soruları kendine hiç sorup sormadığını hep merak ederim. “Yediğim lokmanın hakkını bu topluma ödüyor muyum?” “Çalışarak yükselmiş insanları mı yoksa ahbap çavuş ilişkisiyle yükselmiş insanları mı model alıyorum?” Her akşam işten eve dönerken “Bu gün devletime, milletime ne kadar artı değer kazandırdım?” “Mesai saatleri içinde boş zamanımı, zaman öldürmek, sıkılmak ve yakınmak için mi kullandım yoksa kendimi geliştirmek için mi?” “Yakındığımız hususların aynı zamanda bir unsuru muyuz?” diye sorular sorulduğunu pek düşünmüyorum.
Genelde “Bu kadar maaşa bu kadar iş” “Çalışana madalya mı veriyorlar?” mesai saatleri için “sekiz saatlik hapishane” gibi düşünceler.
5) Hayata pozitif bakma geleneğinin olmaması. Toplumda bir ağıt kültürünün yaygın olması. İyi taraftan bakıp şükretmek yerine yakınmak ve isyan etme kolaycılığına kaçmak. Arabesk bir eziklik duygusunun bakış açısına yansıması.
6) Mesleği benimseyememek. Kişilerin yeteneklerine, hedeflerine uygun meslek seçememesi de beraberinde yakınma kültürünü getirir. Küçük yaşlarda mesleki yetenek ve hedef belirleme çoğu zaman mümkün olmamakta 3 saatlik sınavlarda alacağı puanla kişinin mesleki kaderi belli olmaktadır. Bu durum meslekle kişi arasındaki hoşnutsuzluğu ve yakınmayı doğurmaktadır.
Neler Yapılmalıdır?
Yakınma kültürünün tatsız bir koroya döndüğü ülkemizde bu kısır döngüden çıkmamız gerekir. Bunun için şu hususların dikkate alınmasında fayda vardır.
1) Çocuklarımızda sorumluluk duygusunun gelişmesini sağlamalıyız. Öğretmenin verdiği ev ödevini ana-baba yaptığında çocukta sorumluluk duygusu gelişmemekte sorunların çözümünü hep başkasından bekler hale gelmektedir. Çocuğa kendi başına ders çalışma alışkanlığını kazandırmaktan ziyade sürekli müdahil olma veya emir ve tehditle çalıştırma yolu seçildiğinde çocuk kendi başına sorumluluk alarak çalışamaz hale gelmektedir.
2) Bir sorun karşısında çözümdeki başlangıç noktasının kendimizden geçtiğinin bilincinde olmanın farkındalığını geliştirmek gerekir. Bir atasözümüzde “Ayağın taşa takıldığında dön bir içine bak” der. Oysa taş ayağa takıldığında hep “ Kahrolsun bu taşı önüme çıkaranlar ve yandaşları” diye feveran edenleri görürüz.
3) Toplum olarak çalışmanın sadece ekonomik bir eylem değil aynı zamanda mutluluğun da bir anahtarı olduğunu öğretmemiz gerekir.
4) Okullarda yaramazlık yapana ders çalışma cezası, adli sistemde denetimli serbestlik adı altında uygulamaya koyulan ağaç dikme cezası, bir mesleki eğitime katılma cezası, kitap okuma cezası gibi uygulamalar çalışmayı bir ceza algısına dönüştürmektedir. Çalışmayı bir ceza değil insanın bir işe yaradığını ve dünyada var olduğunu hissetmesi açısından bir ödül olarak algılamak önemlidir. Aksi halde çalışmak ceza olarak algılandığında yakınmak onun doğal sonucu olur.
5) Hayatın bir ödül-bedel dengesi içinde yürüdüğünü, çalışma hayatında da bu ödül-bedel dengesinin var olduğunu bilmemiz gerek. Amiyane tabirle “nerede aş, yumul düş. Nerede iş hemen sıvış” olmaz. Toplum olarak iş olursa aşın olacağını çalışma ile kazanma arasındaki doğal bağın varlığını idrak etmemiz gerekir.
Daha çok şey sayılabilir. Yakınmayı bırakmazsak iki yakamız bir araya gelmez.
Yakınmayı bırakır yetinirsek biz adam oluruz.
Durdu Güneş
--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları :
Sayın Durdu Güneş,
Efendim, lütfedip gönderdiğiniz fevkalade değerli yazı için size ne kadar teşekkür etsem azdır. Gerçekten bugün ülkemiz şikayet edenlerin ülkesi durumuna getirilmiştir. Yediden yetmişe, kadınından erkeğine, köylüsünden kentlisine herkes şikayet ediyor. Ama kimse bu kaos içinde bana düşen görev nedir, neler yapabilirim, neler yapmam gerekir demiyor. Demediği sürece de şikayetler bir koro halini alıyor. Bütün mesele olaya kendimizden başlayabilmek, ben iyi olursam, ben dürüst ve çalışkan olursam toplum da güzelleşir, sorunlarından kurtulur diyebilmek. Bir şair
“Ben yanmazsam, sen yanmazsan, biz yanmazsak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”
diyor. Olaya bu açıdan baktığımız zaman bütün meseller halledilecek, bütün tşalar yerine oturacak.
Efendim, her yazınız sitemiz için bir ziyafet oluyor. Fikrin, sanatın, düşüncenin bir muhteşem ziyafeti. İnşallah en kısa zamanda yeni maillerinizi bekler, selam, sevgi ve saygıların en içten gelenini sunarım.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Makamı Âli Olsun.