Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : "Bir çeşmeden akan su, acı tatlı olmaya". Yunus Emre Hz.
Gönderen : Hatice Hakeri
Tarih : 5/25/2017 7:52:52 PM


.



Hayırlı günler duasıyla,





Malum telaşlarımızın içinde yine de sitemizi okumaya zaman ayırıyorum.Ve de üç günlük mailleri okuyunca içimde yazma duygusu ağır bastı.





Özellikle işlenen" nefs "konusu. Ben nefs ile onur duygusunun bazen karıştırıldığını düşünüyorum. Benilk,bencillik yani ego anlamında kullanılan nefsin aleti olmak sizin de yazdığınız cevapta olduğu gibi bu dünyayı da ahireti de mahvetmeye sebep. Ama özvarlık yani kişilik anlamındaki nefs ise bir duruştur bence. Kime karşı ? Her olaya, nesneye ve insana karşı. Bu duruşun içerdiği anlam çok önemli tabi ki. Eğer bu yalansız, çıkarsız,riyasız, hesapsız, saf sevgi ve saygı dolu bir duruşsa Yüce Allah'ın içimizdeki nefesine değer vermek demektir. Eğer üzülmüşsem hatta ağlamışsam bile ben önce kendime hesap sorarım, İnsafsızca eleştiririm kendimi. Bazen kalem kağıt çetele bile tutarım. Hatalıysam onu düzeltirim. Sizin kitaplarınızdan yola çıkarak sizden çok şeyler öğrenerek yapıyorum bunu. Nefsimi karşıma almadan ve çok etklendiğim maillerden (kendine dışardan bakmak ) da olduğu gibi yapıyorum.





Çünkü hayat bana ilişkilerin kıymet bilme üzerine dayalı olduğunu öğretti. Ben karşımdaki insana çok değer veriyorum ve değer de bekliyorum. O kişi de zaman içerisinde bu kredisini kullanıyor.Duygular devreye giriyor.En çok hissettiğim duygu da onun iyiliği oluyor. Bakıyorsunuz özellikle ilişkinin temel taşı olan sevgi de ilişkiye yüklediğiniz anlamda sizin tabirinizle rezonans farkı var. Başka bir deyişle sizin verdiğiniz değer daha fazla geliyor. Burada anlaşılmadığınızı anlıyorsunuz. Bu sefer akıl devreye giriyor.Ya çok kıymetli Özden hanım'ın dediği gibi" hiç "olacaksınz ya da "duruş "sergileyeceksiniz.





Ben sadece Yüce Allah için HİÇ olabilirim. Ama insan olarak ,insana karşı HAY olmayı seçenlerdenim.





Hiç liğin bir makam olduğunu biliyorum.Yani insanın kendini hiç sayması ile olaylara hiç gözüyle bakmasının farklı olduğunu düşünüyorum.Bende ki "Hay" ın anlamı nefs değil nefes sahibi olmak demektir. Onurlu yaşamak demektir. Bu anlamda BEN im yani.





Hayata ibret gözüyle bakmayı sizden öğrendim. Her zerreden zikreden ALLah tır sizden öğrendim. Her fiilin faili ALLAH tır' ı sizden öğrendim.Nasıl daha güzel insan olunur sizden öğrendim ve olmaya çabalıyorum. Sevgiyi ,saygıyı sizde gördüm.Nereye bakarsan Allah 'ın vechi ordadırı sizden öğrendim. Tek varlık " O" var.Geriye ne kaldı. Bir koskocaman HİÇ.............





Ama, ama, ama.Çok değerli Özden hanım gibi ben de sorayım. Kendim için soruyorum efendim .Yanlışmıyım ?????





Sonsuz hürmetlerimle.................





--------------------------------------------------------------------------------





Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları :





Sayın Hatice Hakeri,





Efendim, mailinizde son derece önemli bir konuya değinmişsiniz. Bu sorunun değil cevabını verecek, soruyu soracak bile ne yazık ki çok az insan var. Kısmet olursa Allah’ın müsaadesi nispetinde, O’nun yardımı ile bir çözüm getirmeye çalışalım. Burada sizin de işaret ettiğiniz gibi bir ikilem ortaya çıkıyor. Bir Allah, iki insan.





Biz, tevhidi yalnız Kelime-i Şehadet olarak anladığımız, orada kaldığımız ve meselelere tevhid açısından bakamadığımız için ikilemlerin içinde bocalıyor, bir çözüme, bir finale gidemiyoruz. Gidemediğimiz için de bir türlü huzura, sükuna, mutluluğa, güzelliğe ulaşamıyoruz. Çünkü dünyevi ve uhrevi cennet kapıları yalnız tevhidle açılır. İkilemler devam ettiği sürece her ne kadar bazı şekilleri yerine getirsek, ritüelleri uygulasak da kafamızın içi, gönül dünyamız hiçbir zaman ama hiçbir zaman huzura, sükuna, mutluluğa ulaşamayacak. Dolayısıyla güzelim dünya hayatını yaşarken de bunalımlardan, sıkıntılardan, streslerden, dargınlıklardan, kırgınlıklardan, küskünlüklerden kurtulamayacağız. Biz, Allah ve insanı birbirinden ayırdığımız sürece asla ve asla yüzümüz gülmeyecek.





Allah nasip etti, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Avrupa’yı gezdim. Evet, gerçekten inanılmaz güzellikte yapılar, saraylar, bahçeler, mağazalar, yollar gördüm. İtalya’da sevdiklerime kart atmak için gittiğim bir postanede gördüğüm akıl almaz güzellik nice geceler rüyalarıma girdi. Bunlar ve daha niceleri o muhteşem opera binaları, konser salonları, resim galerileri, kitapçı dükkanları, akıl almaz güzellikteydi. Sadece Louvre Müzesi için on kere Paris’e gidilse azdır. Evet, bütün bunlar iyi güzel. Ama ne yazık ki yüzü gülen, yüzünde huzurun çizgileri olan bir tek kişi görmedim. Çünkü tevhitten uzaktılar. Şimdi kendi öz yurdumda da benzer durumlar görüyorum. Sıkılmış yumruklarla, kenetlenmiş dişlerle, çatılmış kaşlarla Rahmetli babaannemin ifadesiyle “Yüzüne şeytan işemiş gibi bir görünümle” caddeleri, meydanları dolduran yüzbinler. Peki bütün bunlar niçin? Sayın psikologlar, sosyologlar, çeşitli nedenler ileri sürebilirler. Benim naçiz görüşüme göre sebep tek: Tevhidi Yaşayamamak. Allah ve insan ikilemi, ayrımı devam ettiği sürece bu değişmeyecek. Biz diyoruz ki her fiilin faili Allah’tır, her sıfatta mevsuf olan Allah’tır, her vücutta mevcut olan Allah’tır diyoruz, sonra da bir nimete konduğumuz zaman bunu kendimizden biliyoruz. “Tabi diyoruz, ben şöyle zekiyim, böyle akıllıyım, böyle diplomatım. Bütün bunlar olacak”. Biraz gerçeğin öbür yüzüyle karşılaştığımız zaman o günkü işler, durumlar istediğimiz gibi olmayınca tavrımız değişiveriyor. Derhal yumruklarımız sıkılıyor, dişlerimiz gıcırdıyor. Bütün bu olumsuzlukları Ayşe’lerin, Ahmet’lerin sırtına yüklüyoruz. “O şu sözü söyledi, şu hareketi yaptı, öbürü beni kırdı, incitti” diyoruz. Faturalar hep Ayşe’lerin, Ahmet’lerin üzerine yazılıyor. Mutsuzluklarımızın, ıstıraplarımızın kaynağı olarak hep o Ayşe’leri, Ahmet’leri görüyoruz. Arkasından dargınlıklar, kırgınlıklar, küskünlükler, onun da arkasından öc ve intikam duyguları, saygısızlıklar, kabalıklar, telefonla hakaretler geliyor. İşte en büyük yanılgımız burada. Bu çelişkiyi yaşadığımız sürece de son nefesimize kadar mutsuz, huzursuz olmaya mecburuz. Bu çelişkiler devam ettiği sürece de tuttuğumuz takım şampiyon olsa da yine yüzümüz gülmeyecek. Hepimizin yaptığı hata bu noktada odaklanıyor. Bu satırları okuyanların çoğu bunu kabul etmeyecek. Okuyup geçecekler. Bundan hiç şüphem yok. Ama sorduğunuz için bunu söylemeye mecburum. İsteyen bana kızabilir, isteyen küfredebilir. Karar onların.





Galileo’nun Engizisyon mahkemesinden çıkarken “Yine de dünya dönüyor” dediği gibi gerçek bu. Biz tevhide ulaşamadığımız sürece daha çok kırılacağız, ağlayacağız, uykusuz geceler geçireceğiz. Nakışta nakkaşı görünceye kadar, eserde müessiri görünceye kadar durum değişmeyecek. Ama o göz, o bakış, o görüş milyonda, milyarda kaç kişiye nasip olacak? Biz Allah’a karşı teslim olduğumuzu söyleyeceğiz, insanlar karşısında tavır alacağız. Sizin söylediğiniz bu. Pekiyi sizin alacağınız tavrın haklı bir tavır mı, yoksa nefsani bir tavır mı olacağını nerden bileceğiz. Ya siz tavır alırken tamamen egonuzun, benliğinizin, nefsaniyetinizin itişiyle hareket ediyorsanız? Yüzde yüz hayır diyebilir misiniz? Resulullah Efendimiz risalet görevini aldıktan sonra Taif’e gitti. Onlara İslamın güzelliklerini, inceliklerini o kainatta benzeri görülmeyen tatlı üslubuyla anlattı. Gördüğü sadece alay, acı söz, hakaret, hor görülmek, küçümsenmek ve kabalık oldu. Yanında bulunan bir sahabi o kadar üzülmüş, o kadar kızmıştı ki, Resulullah Efendimiz’e döndü “Öyle bir beddua edin ki bütün Taif halkı yerin dibine çakılsın” dedi. Biraz sonra Kainatın Efendisi mübarek ellerini kaldırdı “Allah’ım dedi, bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar, nereye gittiklerini bilmiyorlar, onları sen koru, sen muhafaza buyur, onları en yakın zamanda İslamla şereflendir Yarabbi” buyurdu. Bir süre sonra bütün Taif halkı Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz Mekke’den Medine’ye göçerken atılan ok yanındaki hamile olan kızını öldürdü. Peygamber Efendimiz o oku atanı bile affetti. Müslümanlar Mekke’ye girdiler. Peygamberimiz amcası Hazret-i Hamza’yı öldüren Ebu Süfyan’ın karısı Hind’in kölesi Vahşi’yi bile affetti. Şimdi bizim, sizin, hepimizin, bütün insanların bu örnekler üzerinde durup düşünmemiz gerekirken bu küskünlükler, bu kırgınlıklar, bu dargınlıklar ne oluyor? Bütün bunlar tek şeyden kaynaklanıyor, bütün iddialarımıza, afra tafralarımıza rağmen nefsimizin köleliğinden kurtulamıyoruz. Kurtulamadığımız için de mutlu değiliz, huzurlu değiliz. Ancak huzurda olanlar, onun huzuruna çıkanlar huzurlu olurlar. Yunus Emre, bir şiirinde





“Yunus bir haber verir, işidenler şad olur”





diyor. Şad olmuyorsak, olamıyorsak, sürekli bir gerilim içindeysek, sürekli ordan oraya koşturuyorsak, bir çelişkiler yumağının ortasındayız demektir. Ama tabi birtakım yaldızlı kelimelerle kendimizi ve başkalarını ne güzel aldatıyoruz. Fikret,





“İnan Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak”





diyordu. Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca





“Yaşama sevinciyle uyutulmuyor keder”





der. Mevlana, Mesnevi’ye başlarken “Dinle neyden kim hikayet etmede, ayrılıklardan şikayet etmede” der. buradaki ayrılıktan kasıt nedir? Allah’tan ayrılıktır. Bizler de “Varolan Haktır, gayrısı yoktur” diyemediğimiz her zaman Ondan ayrı değil miyiz? Bu ikilem hiç şüphem yok kıyamete dek devam edecek ve onlar, başkalarına saf diyen, aptal diyen onları küçümseyenler, onlara tepeden bakanlar daimi bir ikilem içinde yaşayacaklar, hiçbir zaman mesut ve bahtiyar olamayacaklardır. Bu sözleri şüpheyle karşılayan, dudak büken Sabri Bey’le tartışalım diyenler de yemin ederim ki asla, asla mutlu olamayacaklardır. Çünkü bu sözler Sabri Bey’e ait değil ki. Sabri Bey kim oluyor. Eğer Sabri Bey’de susam tanesi kadar akıl varsa tevhidi benimser ve yaşar. Bu sözler asırlardan beri Yunusların, Mevlanaların, Hacı Bayramların, Hacı Bektaşların, Hacı Şaban-ı Velilerin, Şemsettin Yeşillerin, Münir Dermanların söyledikleri sözler. Bizler Ramazan’da televizyonlardan bir ilahiyi hep dinleriz





“Narın da hoş, nurun da hoş”





diye. Ama maazallah nur yerine narın trilyonda birinin ucunu görsek kıyameti koparırız. Çünkü o ilahidir, o söylenildiği yerde kalır.





Çocuktum, beş yaşındaydım, Ankara’da KarYağdı türbesinin biraz ötesinde oturuyorduk. Bizim evimizin ötesinde bir meyhane vardı. Palabıyığın meyhanesi derlerdi. Orada sarhoşlar geceyarısına kadar içerler, kafalarını bulunca bizim evin önündeki caddeden geçerlerdi. Kolkola, uygun adım, kendilerine göre bir müziğe tempo tuttururlardı. Onları dinlemek beni çok heyecanlandırırdı. Annemin elinden tutar, balkona çıkarır, Anne, bak, “Şaşuşlar” derdim. Onların söylediği melodi çok hoşuma giderdi. Koro halinde şu sözleri tekrarlarlardı: “Eyvallah, eyvallah, iyiye de kötüye de eyvallah, güzele de çirkine de eyvallah”. Bu sözler yıllarca hafızamdan kaybolmadı. Bir gün bu sözlerin bir benzerini Yunus Emre’de okudum, gözlerim yaşardı. Yunus, “Bir çeşmeden akan su, acı tatlı olmaya” diyordu.





İşte efendim, sorduğunuz soruya benim cevabım bu olacak. Darılmayın, gücenmeyin, sizi kıracak bir söz söylediysem özür dilerim. Ama ben her zaman olduğu gibi sorulan soruya ölüm bahasına da olsa doğru cevap vermek itiyadında olan bir kimseyim. O nedenle beni hoşgörün. Benim kanaatim bu. Tabi doğrusu budur siz de böyle düşünün demenin edep dışı olduğunu biliyorum. Ben sadece sorduğunuz soruya cevap verdim. Karar sizin. Selam, sevgi ve saygı ile.





Sabri Tandoğan Efendi Hz.


Onun ve Hakka Göçen Yakın Dostlarının Aziz Ruhlarına Fatihalarla.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]