Konu : İstenirse, yürekten istenirse her şey olabilir.
Gönderen :
Özden
Tarih :
6/6/2017 9:55:31 PM
.
Efendim, Bir çift göze takıldım gecen gün. Öğleden sonra idi. Mis gibi bir hava vardı. Günesin sıcacık yüzü insanin içini ısıtıyordu, hafif rüzgârda palmiyelerin dalları hışırdıyor, sanki baharın türküsünü soyluyorlardı. İçim çocuklar gibi şendi. Çıkıp dolaşmak, bu güzellikleri içime daha bir sindirmek istedim. Tam bir alt geçitten ana yolun karsına geçiyordum ki. O bir çift göz beni olduğum yere çiviledi adeta. Alt geçidin merdivenlerinde bir kadın… Üzerinde eski ve soluk bir çarşaf. Kucağında pılı pırtı içinde minik bir çocuk. Ellerini açmış dileniyordu… Çocuk yorgundu belki de bıkkın… Ne zamandır ordalardı bilmem… Çocuk uzanmış tasların üzerine, kadının dizine yaslanmış, basını da şöyle sarkıtmış geriye gözleriyle gelip geceni seyrediyor. Buralarda pek görünmez böyle manzaralar. Gelen gecen üç beş kuruş atıyor. Birden göz göze geldik ufaklıkla… O minik yüzdeki iri kahve gözler öyle derindi ki kayboldum sanki içlerinde… Bütün solgunluğuna, kirine pasına, perişanlığına inat olabildiğince tertemiz, pırıl pırıldı, canlı ve umut doluydu o gözler… Bana mı öyle geldi yoksa… Yok, yok umut doluydular, hatta gülümsüyorlardı belki de, çekingen ama gülümsüyorlardı. . Sanki bakmayın benim üstüme basıma gelin okşayın basımı, gülün bana, sevin beni diyorlardı… Sanki bıraksan yemyeşil çimin üzerine doyasıya koşup oynayacak enerjisi vardı derinlerde bir yerlerde… Durakladım, kaldım öylece. Eğildim okşadım basını… Bu kez şaşkınlıkla buğulandı gözler, çekiverdi başını. Ben de uzattım birkaç kuruş, ama onun avucuna… Hızla cıktım merdivenlerden yukarıya. Neler düşünüyordum hatırlayamıyorum simdi. Kızıyordum kadına onu buralara getirip, dilenciliğine alet ettiği için. Kızıyorum herkese, kendime de onu bu ortamdan çekip alamadığımız için… Beynimde fırtınalar kopuyor. … Burada elimden bir şey gelmedi ama onun gibi binlercesi var hic olmazsa bazılarının hayatini değiştiremez miyim, karanlıkta bir kibrit de ben çakamaz mıyım diye… Bir çocuğun elinden de ben tutmayı bunun için uğraşmayı istiyorum… Bu düşüncelerle giriyorum süpermarketin kapısından, otomatik hareketlerle bir alışveriş arabası alıp sürmeye başlıyorum marketin içinde… Dalgın gözlerle bakarken raflara az ilerdeki market arabasına takılıyor bu kez gözlerim. Daha doğrusu arabanın içine oturtulmuş simsiyah kıvırcık saclı miniğin simsiyah iri gözleriyle karsılaşıyorum. Bu kez gülümsüyorum. Birden gülüveriyor hem gözleri hem ağzı. Gülerek sıcacık merhaba diyorum. İki üç yaslarında var yok. Kendi lisanınca konuşmaya başlıyor benimle. Cok mutlu görünüyor. Az ötede annesi sandığım bir kadın basını çevirip bakıyor. Selamlaşıyoruz. Ufaklık ellerini açmış hemen kucağıma atlayacak sanki. Basını okşuyorum. Sesinin tonunu arttırarak şarkılar soyluyor sanki. Annesi gelip arabayı sürerek uzaklaşmak istediğinde teyze teyze diye seslenerek kollarını uzatıyor bana doğru, beni de çağırıyor. Sevgi dolu, neşeli… Ah bu çocuklar buğun beni mahvediyorlar… Evde aldığım gazeteye göz gezdiriyorum bir yandan çayımı yudumlarken. Dünya haberleri ile ilgili bir sayfada bir resim… Yine bir sok yaşıyorum. Irakta çekilmiş… Ortada iki yaşlarında oldugunu sonradan yazısından öğrendiğim bir çocuk beyaz kefeninde yatıyor, yüzü açık, solgun, ölüm sarısı, sanki derin bir uykuda. Etrafında altı tane çocuk halka olup oturmuşlar yasları 4 ile 6 arasında. Ona bakıyorlar, kardeşleri belki de… 5 yaslarındaki bir kız çocuğu dalgalı sacları pislikten keçeleşmiş, ustu basi per perişan, yırtıklar içinde, yüzü kirli. O gözlerini objektife cevirmiş resim çekilirken. O bir çift göz de beni yüreğimden vuruyor adeta. Ondaki hüzün… Önünde uzanmış iki yaşındaki kardeşinin ölüsünü bekliyor. Peki, dünyadan ne bekliyor… Ah çocuklar. Onlar öylesine saf öylesine temizler ki… Doğduklarında bir melekten farksızlar. Onları biz, ana babalar, çevreleri bu hallere getiriyoruz. Oysa onların beklediği sadece sevgi… Tüm insanlar gibi… Şeklen buyuyorlar, gelişip serpiliyorlar, erişkin birer insan oluyorlar ama yine sadece bir seye muhtaçlar aslında Sevgi… Bütün hüzünlere, kötülüklere karsı kendilerine sevgi ile uzanacak bir el, bazen bir çift göz… Oturuyorum internetin basına bir yandan aklımda anne babasının sabrını zorlayan, istedikleri olmadığında tepine tepine ağlayan şımarık ufaklıkları düşünüyorum. Aslında onlarin da ihtiyacı olan sadece yalın sevgi… Ve sabır ayni öbürleri gibi… En kolay ulaşabildiğim sayfaya gidiyorum. Bir yardım kuruluşu. Ve ben de bu gün bir çocuğu sevindirmek için tuşlara dokunuyorum. En azından su an bunu yaparak başlıyorum… Kızlarım kapıyı çalıyor az sonra. Coşkuyla kucaklıyorum onları şaşırıyorlar. Artik kucağıma da sığmıyorlar ama ikisini de dizlerime oturtup günün hikâyesini dinlemeye başlıyorum. Kendi cocuklarimizdan başlamalıyız sevmeye anlamaya, sonra çevremizde ilk gördüklerimizden, sonra elimizin ulaşabildiklerinden. Bazen basını okşamanız bile dünyaları veriyor onlara unutmayalım Sevgi saygı ve hürmet ile. Rabbime emanet olun, bu gönül dostunuzdan dualarınız eksik etmeyin. Özden CICEK Creative & Decorative Painting Dubai www.ozdencicek.com -------------------------------------------------------------------------------- Sayın Sabri Tandoğan Efendi Hz'nin cevaben yazdıkları : Sayın Özden Çiçek, Dün gece düşündüm, Özden Hanım’dan gelecek maili özlemiştim. Bekliyordum. Bu ne güzel bir bekleyişti. Susamak. Temiz olana, büyük ve yüce olana, asil ve güzel olana duyulan susuzluk, bu ne güzel bir duyguydu. Ertesi sabah sitede Özden Hanım’ın maili bütün ihtişamıyla her zaman olduğu gibi gözleri ve gönülleri kamaştırıyordu. Yine Özden Hanım çok önemli bir konuya değinmişti. Bu, öteden beri çok hassas olduğum, üzerinde ısrarla durduğum bir mesele idi. Ben, çocuk şımartmayı, çocuk cinayetiyle yakın gören bir kimseyim. Nice insanlar ne yazık ki bu vahim, tehlikeli, ürpertici cinayeti işliyorlar. Bu ananın veya babanın, bazan her ikisinin işlediği cinayet takipsiz kalıyor. Ah, anneler, babalar. Çocuklarınızı şımartmakla onlara ne kadar büyük, feci, bir kötülük yaptığınızı bir bilseniz. Geçen gün gazetede okudum. Bir manken hanım, hamile. Ah diyordu, çocuğum doğsun onu öyle bir şımartacağım ki. Bu söz beni ürpertti, korkuttu ve ağlattı. O, doğacak çocuk adına zavallı, bir ömür boyu bu anne kaprisini, günahını sırtında taşıyacak. Pekiyi, buna ne hakkımız var. Özden Hanım, sizin de buyurduğunuz gibi bu çocuk doğduğu anda dünyaya bir melek gibi gelmiyor mu? Kendi özel hayatımızda bir türlü tatmin edemediğimiz çirkin ihtiraslarımızla, o masum yavrunun, o küçük meleğin hayatını rezil etmeye, perişan etmeye, karartmaya ne hakkımız var? Bu çok çirkin fiil için cinayet sıfatını kullanıyorsak çok mu? Özden Hanım, mailiniz beni çocukluk günlerime götürdü. Beş yaşındaydım, Ankara’da Karyağdı Hatun türbesinin yanında İsmail Ağa’nın üç katlı ahşap evinin üst katında oturuyorduk. Evin her tarafı ahşaptı. Gece, onikiden sonra tahtalar fırçalanırdı. Amaç, fırçalanma işlemi bittikten sonra ayak basılmamasıydı. Yoksa leke kalırdı. Rahmetli annem, herhafta bu tahtaları fırçalardı. Ve beni de yardıma çağırırdı. Komşular hayret ederdi. Sabiha Hanım derlerdi, seni anlayamıyoruz. Hem oğlunu, benzeri görülmemiş bir sevgiyle ölesiye seviyorsun, hem de masum çocuğa gece onikiden sonra tahta fırçalatıyorsun. Bu zulüm değil mi? Rahmetli annem, edebiyat öğretmeniydi. Üç yabancı dil bilirdi. Fevkalde kültürlü bir insandı. Şiir gibi konuşurdu. Kendine has bazı eğitim ilkeleri vardı. O, eğitimi, çocuğu hayata hazırlamak olaarak görüyordu. Amaç derdi “çocuk hayatta yapayalnız kaldığı zaman, ayaklarının üzerinde dimdik kalabilmeli. Ben oğlumu çok seviyorum, yarın hayatta yapayalnız kaldığı zaman onun bir beyefendi gibi yaşayabilmesini, hayatını pırıl pırıl sürdürebilmesini istiyorum”. Seneler böyle geçti. İlkokul ikiden itibaren evin mes’uliyeti bana geçti. Sabahleyin kalkar, kahvaltıyı hazırlardım. O zamanlar sarı renkte gazocakları vardı. Her sabah, onu besmele ile, itina ile yakar, çayı demlerdim. İlk defa üç yaşındayken annem beni çivit almaya yolladı. O zamanlar çamaşır yıkanırken çivit kullanılırdı. Çiviti bakkaldan alıp eve getirirken kendimi muzaffer bir kumandan gibi hissettim. İkinci olarak karabiber, tembih etti. Çapamarka olacak dedi. Bakkala gittim, karabiber istedim, “Ama dedim bir şartım var, ille çapamarka olacak”. Altı yaşındaydım, bir gün babamın bir arkadaşı gelmişti, elini öptüm, hoşgeldiniz dedim. Beni okşadı ve yüz para harçlık verdi. O zaman tırtıllı kırk paralar vardı. Kırk para bir kuruş demekti. İki tane bir kuruş, iki tane delikli on para, toplam olarak yüz para ediyordu. Ne yapayım diye düşündüm. Fırından ekmek aldım, bakkaldan helva aldım eve geldim. Ekmeğin içini çıkaracak, helvayı koyacak, dürüm yapacaktım. Fakat ekmeğin içini çıkarttığım zaman içinde minicik karıncaların kaynadığını gördüm. Fevkalade canım sıkılmıştı. Ekmeği aldığım gibi karakola gittim. Kapıda polis nereye gittiğimi sordu. “Komisere gidiyorum” dedim. Komiser sordu, “Nedir mesele” dedi. Durumu anlattım. Komiser dedi ki “Bu aramızda sır olarak kalsın, kimseye birşey söyleme, yarın sabah fırının önünden şöyle bir geç”. Dediğini yaptım. Kapıda beyaz bir karton vardı. Altta kırmızı bir mühür. Fırının bir ay süreyle kapatıldığı yazıyordu. Aradan zaman geçti. Yine bir misafir geldi. Elini öptüm, yüz para verdi. Düşündüm, ne yapayım diye. O sıralar Ankara’ya Antep yöresinden küçük tahta kutular içinde kuru baklava gelirdi. Tadına doyum olmazdı. Lezzetini hala damağımda hissederim. Bakkala gittim, yüz parayı verdim, kuru baklava aldım. Bakkal paket yaptı, bana verdi. Paketi büyük bir saltanatla eve götürdüm. Sevinçten uçuyordum. Eve gelince paketi açtım, tabağa koyacaktım. Birden bire leş gibi bir koku etrafa yayıldı. Tepem atmıştı. Paketi kaptığım gibi doğru karakola gittim. Komiser beni görünce gülümsedi. Hoşgeldin, dedi, oturttu. Ne olduğunu sordu. Ben de büyük bir ciddiyetle durumun vehametini anlattım. Komiser, “Sabahleyin bakkalın önünden geç” dedi. Dediğini yaptım. Yine kırmızı mühürlü karton, ve bakkalın bir ay kapatıldığı yazıyordu. Kısa zamanda bu yaptıklarım bütün mahallede duyuldu. Esnafın benden ödü kopuyordu. Adımı “Müfettiş Bey” koymuşlardı. Komşu teyzeler misafirleri geleceği zaman rica ederler, eti, sebzeyi, bana aldırırlardı. Aman derlerdi, yavrum, nasıl olsa biz senin gibi mal alamayız. Bi zahmet bize yardım eder misin? İlkokul ikideydim. Sabahçıydım. Okuldan çıkınca eve gelirdim. Sobayı yakardım, külü dökerdim.ertesi günün odun, kömürünü çıkarırdım. Çırasını yarardım. Sol elimin baş parmağında o günlerden kalma bıçak yarası hala vardır. Merak eden varsa gösterebilirim. Bu işler bitince evi süpürür, toz alırdım. Sonra çarşıya çıkar, ne yemek pişirilecekse onun malzemelerini alırdım. Eğer akşama nohut, fasulya gibi bir yemek pişecekse, haşlanması için tencereyi sobanın üstüne koyardım. Sonra da oturur derslerime çalışırdım. Şimdi, liseye giden, üniversiteye giden öyle kız çocukları görüyorum ki, anneleri kaşıkla ağızlarına yemek uzatıyor. Ne yazık ki böyleleri de var. Böyle çocuk yetiştirilmez. Bu çocuğa yapılan bir büyük ihanettir. Böyle anneler çocukların geleceğini kararttıklarının farkındalar mı? Bir de çok yanlış önyargılar var, erkek çocuk mutfağa girmez, erkek çocuğun eline iğne verilmez. Bunlar ne aptalca, ne sersemce sözler. Bunlar hayatı hiç mi hiç anlamayan bir takım aptal, gerizekalı, kendini aydın sanan kimselerin safsataları. Bütün beş yıldızlı otellerin ahçıları erkek. Hani erkek çocuk mutfağa girmezdi. Dünya moda merkezi Paris’in en ünlü modacılarının hepsi erkek. Hepsi şiir gibi dikiş dikiyorlar. Hani erkek çocuğun eline iğne verilmezdi. Özden Hanım, kız, erkek ayrımı yapmadan, onları şımartmadan, onları kudurtmadan ne olur, hayata hazırlayabilsek. Onların bir gün yapayalnız kaldıkları zaman ayaklarının üzerinde dimdik durmalarını sağlayabilsek. Bugün çocuk bayramı var, çocuk esirgeme kurumu var. Birtakım cicili, bicili sosyete hanımlarının şerefe kadeh kaldırdıkları nice kuruluşlar var. İçinde a’dan z’ye bütün pisliklerin kum gibi kaynadığı çocuk yurtlarının bağlı olduğu anlı şanlı, cakalı, fiyakalı devlet kurumları var. Ama her gün, bazan ağlayarak, bazan ıstırap çekerek her akşam televizyonlarda seyrettiğimiz tinerci çocuklar, kapkaççı çocuklar, dilenci çocuklar... Bunların üzerine ciddi olarak eğilen, meseleyi çözüme götürmek isteyen kim var, siz söyleyin. Taa ilkokul yıllarımdan beri şunu düşünürüm: Benim askerlik yaptığım yıllarda yarım silindirik yapılar vardı. Basit, mütevazı, son derece ucuz. Şehir dışlarında siteler kursak, bu çocukları toplasak, yeteneklerine göre mesleklere ayırsak. Hem onları çalıştırarak, meşgul ederek iş güç sahibi yapsak, onların temiz gıda almalarını, temiz yataklarda yatıp uyumalarını, temiz iş elbiseleri giymelerini sağlasak. Sonra iş çıkışları, akşamları onlara eğitici, yetiştirici, manevi değerler aşılayıcı filmler göstersek. Onların yeteneklerine göre resim, şiir, edebiyat gibi güzel sanatlara yönelmelerini sağlasak, akşamları gönüllü olarak gelecek pedagoglar, eğitimciler, psikologlar, güzel sohbet edenler, onları psikolojik yönden, manevi yönden destekleseler. Ama cart curt varken, hava basmak varken bu meselelerle meşgul olmak kimin aklına gelir ki? Ben şuyum, ben buyum diye ortaya çıkanlar kölesi oldukları nefislerine hizmetten başka ne yapıyorlar? Özden hanım şimdilik söyliyeceklerim bu kadar. Ümit dünyası, belki bu garibin sözlerine kulak verecek birisi çıkar da...Efendim, ben ve hayranınız olan bütün site mensupları yeni mailerinizi bekliyor, selam, sevgi ve saygıların hiç bitmeyecek olanını sunuyoruz. Sabri Tandoğan Aziz Ruhları Şad Olsun.
|