SABRİ BABA İLE KUR'AN-I KERİM'DEN BAZI AYETLER ÜZERİNE SOHBETLER
Efendim, Kehf Sûresi’ne adını veren Ashab-ı Kehf (Mağara Ashabı), halkını küfre çağıran devrin zâlim hükümdarından kaçan ve bir mağaraya sığınan gençlerden oluşuyor. Bir de onlara yolda katılan çobanın köpeği var. Yani gençlerden oluşan bir gurup ve bir de köpek. Bunlar yıllarca mağarada ilâhi bir hikmete binâen uyutuluyorlar. Üçyüz küsur yıl sonra (kesin süre özellikle belirtilmiyor) uyandırılıyorlar ve sadece mağarada çok az bir gün kaldıklarını zannediyorlar. Mağaranın kuzeybatıya baktığı anlaşılıyormuş Âyette geçen güneşin mağaraya vuruş yönü ifadesinden ki bu özelliği daha sonra Afşin’de olduğu tespit edilen mağaranın özellikleriyle de doğrulanmış. Bu şekilde ağzı kuzeybatı istikametinde olan dünyada tek mağara imiş (Kaynak: Ahmet Eyicil, Afşin Ashab-ı Kehf).
Efendim, sormak istediğim, bu gençlerin, haklarında inen bir Sûre ile onore edilmiş olmaları, onlara dahil olan köpeğin de onore edilmesi, bütün bunlarla ilgili neler söylersiniz?
Sabri Tandoğan Efendi Hz:
− Yavrum, hükümdara karşı çıkarak onun istediği gibi iman etmemek için gençlerin mevki, makam, servetlerini bırakarak mağaraya sığınması çok önemli ve kolay olmayan bir durum. O gençler bunu başarıyorlar. Bu yolda köpek de onları yalnız bırakmıyor. Adı da Kıtmir köpeklerinin. Burada Cenab-ı Hak demek istiyor ki “Bakın bir köpek bile iyilere tabi olarak kurtuluşa erdi, Ben size Peygamberler gönderdim ama siz hâlâ onlara tabi olmamakta direniyorsunuz.”
Köpek deyip geçme. Münir Bey anlatmıştı: Bir gün, bir velî zat uslanması için getirilen çocuğa nazar edeyim derken, çocuğun topu kaçıp peşinden koşması üzerine nazar köpeğine ve annesine isabet ediyor. Sonra o hanım da, o köpek de kendi toplulukları içinde evliyâ oluyorlar. Köpek artık hiç havlamıyor, kimseyi rahatsız etmiyor.
− Efendim, Ashabı Kehf’in mağarada kaç yıl kaldıklarının gizli olduğu bildiriliyor. Cenab-ı Hak bu süreyi niçin gizleme gereği duymuştur? Bunun önemi nedir?
− Yavrum, bu süreyi doğru bilen kimsenin mânevi gözünün açıldığına hükmederiz. Bunun için gizli tutulmuştur.
− Efendim, bu mübârek gençlerin isimlerinin okunmasında çok büyük hayırlar olduğunu okumuştum bir dua kitabında.
− Yavrum, meselâ benim annem Abdulkâdir Geylâni Hazretlerinin bağlılarındandı. Bazı zikirleri olurdu. Ayrıca annem her gün özel olarak Ashab-ı Kehf’in ruhu için Fatiha okur, bağışlardı.
− Efendim, bu durumda bir gönül bağı mı kurulmuş oluyor arada?
− Herhalde yavrum.
(Sayın Büyüğümüz soruyor…)
− Ashab-ı Kehf’in isimlerini say bakayım, nasıldı?
− Yemliha, Mekselina, Mislina, Sazenuş, Tebernuş…
(Sayın Büyüğümüz yardım ediyor…)
− Mernuş, Kefeştetayyuş (çoban olan genç), bir de köpekleri Kıtmir.
− Efendim, Ashab-ı Kehf’in isimleri bir kağıda yazılarak yangına atılacak olursa yangın söner diye bilinirmiş. Bir velî zata sormuşlar: “Biz de böyle yapıyoruz ama yangın sönmüyor.” demişler. O zat da “Onların isimlerini halka şeklinde yazınız, halkanın ortasına da köpekleri Kıtmir’in adını yerleştiriniz” diye tavsiye etmişler, bir yerde okumuştum. Bu mübârek gençlerin isimlerini okumanın başka bazı hassalarını anlatan kitaplar da var efendim. Bir de yanlış hatırlamıyorsam Peygamber Efendimiz “Ashab-ı Kehf’in isimlerini çocuklarınıza ezberletiniz.” buyurmuşlar. Demek ki çocuklar açısından da bazı hikmetleri olacak. Bunu da araştırmak lâzım.
− Evet yavrum, bir bak bakalım.
− Efendim, bu Sûre ilgili olarak bir hususu daha soralım. Kehf Sûresi’nin sonlarına doğru 83. Âyetten başlayarak iktidar ve güç sahibi Zülkarneyn (A.S)’dan ve Onun bazı yolculuklarından bahsediliyor. Onun güneşin doğduğu bir tarafta (muhtemel doğu istikameti kastediliyor) bir memlekete yolunun düştüğünden, o memleket halkının şikâyetleri ve çaresizliği üzerine Ye’cüc ve Me’cüc adlı bir kavimden kurtarmak için aralarına eritilmiş demir kütleleri ve üstüne bakır dökerek çok güçlü bir set çektiğinden ve artık onların bu seddi aşamayarak zararlarını önlediğinden bahsediliyor. Ancak tayin edilen bir zaman geldiğinde, bu seddi aşarak ortalığa dalga dalga yayılacakları bildiriliyor. Bir kitapta okumuştum, Ye’cüc ve Me’cüc adlı topluluğun çekik gözlü insanlar -muhtemelen Çinliler- olabileceği anlatılıyordu. Meselâ bugün Çin dünya ekonomisinde giderek büyüyen bir çıkış yaptı. Sizce bu ekonomik istilâ bu yorumu doğruluyor olabilir mi?
− Olabilir yavrum.
NİSA SÛRESİ
− Efendim, Nisa Sûresi 34. Âyetinde kadınlardan bahsedilirken “İyi kadınlar, itaatkâr olanlar ve Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri eşlerinin bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır.” buyruluyor (Elmalılı Tefsiri). Bunlar “iyi kadın”ın bir tanımı kabul edilebilir mi?
− Evet yavrum. Genel anlamda iyi kadının temel özelliği bunlardır.
− Efendim, “İtaatkâr olmak” tanımı yalnız kadınlar için yapılmış, erkekler için benzer bir tanımlama yok. Bu kadınların daha mûtedil mizaçlı ve uyumlu olmaları gerektiğine işarettir diyebilir miyiz?
− E, öyle yavrum. Biliyorsun bir atasözünde “Yuvayı yapan dişi kuştur.” deniliyor. Bunun için kadında bu vasıfların olması lâzım.
− Efendim, yine Nisa Sûresi 34. Âyette “Er olanlar (bazı tefsirlerde “erkekler” olarak geçiyor) kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kerre Allah birini diğerinden üstün yaratmış, bir de erler mallarından infak etmektedirler.” buyruluyor (Elmalılı Tefsiri). Yaratılışlarına ve bazı sorumluluklarına mukabil erkeğe bir derece mi lûtfetmiş oluyor Cenab-ı Hak?
Bir de bazı ailelerde çeşitli nedenlerle hem erkeğin hem kadının rolünü birlikte üstlenmek durumunda olan kadınlar da oluyor. O zaman kadının durumu kısmen de olsa değişiyor mu?
− Yavrum bir ailede, her toplulukta olduğu gibi bir otoritenin olması lâzım. Âyette önemli olan “erkek” ile kastedilenin “er kişi” anlamında olması. Ama bizde erkek denilince akla ilk gelen vasıf, nedense cinsel güç oluyor. Daha önceki konuşmalarımda da anlatmıştım. Bunun bizim yolumuzda hiçbir önemi yok. Önemli olan bir erkeğin karakteri, şahsiyeti, idaresi, olgunluğu ile ailede otoritenin temsilcisi olması. Ne yazık ki bugün Türk erkeği, kadınına mânevi tekâmül yolunda yardımcı olamıyor. İstiyor ki bütün alışkanlıklarını birdenbire bıraksın. Oysa bu insanın fıtratına aykırı.
Er kişi demek; nefsine hâkim, iradesine sahip, kendi kendisini yönetebilen kimse demektir. Bu vasıflara sahip olan bir kadın da er kişidir. Onun da Allah katında üstün bir derecesi vardır.
− Efendim, bugünkü toplumda artık kadın ve erkeğin rolleri birbirine karışmış durumda. Bazı kadınlar çalışma hayatına öyle kendilerini kaptırıyor ki, adeta bir erkek gibi davranmaya başlıyorlar. Meselâ dikkât ettim, araba kullanan bazı hanımların bazı hâl ve tavırları zamanla bir erkeğinki gibi olmaya başlıyor.
− İster istemez bu davranışlara yansır yavrum.
− Efendim, müsaadenizle bir de çok eşliliğe izin veren Âyet-i Kerime hakkında soralım. Ne yazık ki istisnaî bir durum olmasına rağmen çok yanlış anlaşılıyor.
− Yavrum, İslâm’da aslolan tek eşliliktir. Bir kadını gerçek mânâda sevmeye bir ömür yetmez. Kur’an-ı Kerim’de kadın sadece onore edilmiştir.
− Efendim, yanlış anlaşılan bir husus da iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliği gibi sayılması. Siz bunu daha önce çok güzel izah etmiştiniz.
− Yavrum, burada da çok büyük bir incelik var. Kadın yaratılışına binâen onore ediliyor, gücünü aşan bir sorumluluktan kurtarılıyor. Kadın, çok hassas ve çok duygusal yaratılmış. Bu onun annelik vasfını en güzel bir şekilde yerine getirebilmesi için gerekli. Hâl böyleyken onun olaylar karşısında duygusal davranması çok normal. Meselâ bir kazaya tanık olan kadınlar olayın bazı yönlerinden çok etkilendikleri için diğer yönlerini hatırlamayabilirler ve farklı bir yönünü aktarabilirler. Böyle bir durumda iki kadının şahitliği ile olay net olarak aydınlanmış olur.
− Efendim, yine Yüce Kitabımızda “İnanan erkekler ve kadınlar birbirlerinin velisidirler” buyruluyor. Her iki taraf da birbirinin koruyan ve gözeteni olarak tanımlandığına göre, bu da erkek ve kadının Allah katında eşit olduğuna, eşit şekilde sorumluluk taşıdıklarına işaret ediyor zaten değil mi?
− Öyle yavrum. Yoksa başka türlü nasıl birbirlerinin velisi olabilirler?
YUSUF SÛRESİ
(Bu Sûrede, Yusuf (A.S)’ın henüz çocuk yaştayken onbir yıldızla, güneş ve ayın kendisine secde ettiğini gördüğü rüyayı babası Yakup (A.S)’a anlatması, ardından kardeşlerinin kıskançlığı sonucu kuyuya atılması ile başlayan ve Mısır’a sultan olması ve tekrar ailesine kavuşması ile devam eden olaylar sayısız ibretlerle anlatılıyor.)
− Efendim, başka bir anneden olan Yusuf (A.S)’ı ve kardeşi Bünyamin’i diğer kardeşleri kıskanıyorlar. Özellikle babalarının Yusuf (A.S)’a olan teveccühünü çekemeyerek plân yapıp, kuyuya atıp geldikleri zaman babalarına yalan söylüyorlar, onu kurt yedi diyorlar. Orada kullandıkları ifade çok ilginç: “Biz doğruyu söylesek de Sen bize inanmazsın.” Yakup (A.S) da aslında açıkça söylemese de onlara inanmıyor ve Allah’a sığınarak “Size nefsiniz yaptığınız işi güzel göstermiştir. Bana düşen hakkıyla sabretmektir.” diyor. Efendim, bir insan yalan söylediğinde, bu, kullandığı kelimelerden de anlaşılıyor değil mi? Burada farkında bile olmadan yalan söylediğini itiraf var: “Biz doğruyu söylesek de Sen yine de bize inanmazsın” derken. Zaten doğruyu söylemiyoruz ama söylesek bile inanmazsın anlamı çıkıyor.
İlgili Âyet (Diyanet Meali):
17. Ey babamız! dediler, biz yarışmak üzere uzaklaştık; Yusuf’u eşyamızın yanında bırakmıştık. (Ne yazık ki) onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.
− Doğru. Ancak birçok durumda bunun için söze de gerek kalmaz. Bir insanın gözlerinden de yalan söyleyip söylemediği anlaşılabilir.
− Meselâ bir insanın bir şey sorulduğunda çok kısa bir süre durup, gözlerini şöyle bir çevirip sonra cevap vermeye başlamasının da onun yalan söylediğine bir işaret olacağını okumuştum.
− O süre, hangi yalanı uydursam diye düşünmekle geçiyor çünkü. Doğru söyleyen insan hiç düşünmeden onu söyler zaten.
− Efendim, Sûrenin devamında Yakup (A.S) ileriki yıllarda diğer evlâtlarını Mısır’a ticaret için gönderdiğinde, hükümdarın huzuruna ayrı ayrı kapılardan girmelerini istiyor. Âyette meâlen “Biz Ona bir ilim vermiştik.” buyruluyor. Ne idi bu ilim ve Yakup (A.S) böyle “Ayrı ayrı kapılardan girin” derken, verilen bu ilme göre neyi murad ediyordu?
İlgili Âyetler (Diyanet Meali):
67. Sonra şöyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O’na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O’na dayansınlar.
68. Babalarının kendilerine emrettiği yerden (çeşitli kapılardan) girdiklerinde (onun emrini yerine getirdiler. Fakat bu tedbir) Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı; ancak Ya’kub içindeki bir dileği açığa vurmuş oldu. Şüphesiz O, ilim sahibiydi, çünkü Ona Biz öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bilmezler.
− Bunun iki nedeni var yavrum. Birincisi, bütün kardeşler toplu olarak hükümdarın huzuruna çıkacak olurlarsa bu karşı taraftaki muhafızları ürkütebilir, bir tepki uyandırabilir, fazla dikkat çekebilirdi. İkincisi de, yalnız olan kimse daha iyi düşünür. Yaptığı yanlışların üzerine düşünme imkânı bulur. Yakup (A.S) oğullarının, onlar kendisinden gizleseler de hatalı hareket ettiklerini biliyordu. Onların yalnız kalarak kendi davranışlarını değerlendirmelerini istiyordu.
Meselâ bize bir toplulukta herkesin içinde darılan, kırılan kimseler, o anda bunu, içine girdikleri bir anlık nefsâniyet sonucunda yaparlar. Eğer o kişi orada yalnız olarak bulunuyor olsa, o dargınlık olmaz. Meselâ şirret bir parti lideri dağ başında olsa, aynı şirret konuşmalarını orada da yapabilir mi, yapamaz. Onun gibi.
Meselâ şu hususu biliyor musun bilmiyorum: Bütün Peygamberler çobanlık yapmıştır.
− Evet Efendim, daha önce yine sizden dinlemiştim. Neden peki?
− Çünkü o sırada insan kendi kendisiyle başbaşa kalıyor, tefekkür ediyor. Ruhen daha derinleşebiliyor. Bütün güzel fikirler yalnızlıkta şekillenir.
− Efendim, meselâ Einstein’ın çalışma odasının pencereleri de siyah perdelerle kaplı imiş. Odanın içinde de teferruat olacak renk ve fazlalıkta eşya bulundurmaz, bütün orijinal fikirlerini bu odada üretirmiş.
− Çünkü öyle bir ortamda dikkat dağılmaz. Etraftaki her nesne, çiçekler, eşyalar, insanlar o düşünce derinliğine ulaşılmasına engel oluyor.
− İnsanlar neden kendilerinden kaçmak isterler?
− Çünkü insan yalnız kalıp tefekkür ettiğinde içindeki bir ses “sen falan konularda yanlış hareket ediyorsun” diyor. “Plajda giydiğin mayo ile erkeklerin göz zinası yapmalarına sebep oluyorsun” diyor, “yaptığın şu hareket çok zararlı” diyor. Ama o bunları duymak istemediği için yalnız kalıp tefekkür etmekten korkuyor. O nedenle de gayriihtiyari hep kalabalıkta, insanların arasında olmak istiyor. Kimileri diskoya gidiyor, kadınlar gününe, konkene gidiyor. Neden...? Kendinden kaçmak istediği için.
− Efendim, Yakup (A.S), öldüğü söylenilen oğlu Yusuf (A.S) ve Mısır’da (güya) suç işlediği için hükümdarca alıkonduğu söylenen oğlu Bünyamin’den hiç haber almadığı halde, hep onların yolunu gözlüyor ve sabrediyor. Kimseye şikâyette bulunmuyor ve soranlara “Ben derdimi ve tasamı yalnız Allah’a açarım.” diyor. Bir süre sonra üzüntüden gözlerine ak düşüyor. Ancak etrafındakiler “Böyle giderse kendini helâk edeceksin.” deseler de kendisine karışılmasını istemiyor ve “Ben, sizin bilmediklerinizi de bilirim.” şeklinde cevaplıyor onları. Burada Yakup (A.S)’ın kendine yeminle söylenen sözlere ve getirilen kanlı gömleğe göre en azından Yusuf (A.S)’dan ümidini kesmiş olması lâzım ama O’nun hâlâ “Belki Allah bana her ikisini birden iade eder” diye ümit içinde olmayı sürdürdüğünü anlıyoruz Sûrenin son kısımlarına doğru.
İlgili Âyetler (Diyanet Meali):
83. (Babaları) dedi ki: “Hayır, nefisleriniz sizi (böyle) bir işe sürükledi. (Bana düşen) artık, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.”
84. Onlardan yüz çevirdi, “Ah Yusuf’um ah!” diye sızlandı ve kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine boz geldi.
85. (Oğulları:) “Allah’a andolsun ki sen hâlâ Yusuf’u anıyorsun. Sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helâk olacaksın!” dediler.
86. (Ya’kub (A.S):) Ben sadece gam ve kederimi Allah’a arzediyorum. Ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (vahiy ile) biliyorum, dedi.
87. Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.
− Efendim, eldeki veriler böyle olduğu halde Yakup (A.S)’ı hâlâ bu kadar ümitvar yapan ne idi? Burada insanlara da bir ders mi verilmek isteniyor her durumda ümitvar olmakla ilgili?
(Sayın Büyüğümüz adeta bir rezonans hali yaşıyor. Gözlerini kapatıyor. Yüzünde çok tatlı bir ifade ile başını eğiyor ve tebessüm ederek öylece kalıyor. Bir süre sonra derin bir rüyadan uyanır gibi yavaş yavaş doğruluyor, başını kaldırıp gülümsüyor...)
− Yavrum, Yakup (A.S) aslında her şeyi biliyordu. Yusuf (A.S)’ın nerede ve ne durumda olduğunu da biliyordu, diğer oğlunun da. Onlara bir gün kavuşacağını da. Yavrum, velîler bile bu tür durumları bilebiliyorken Yakup (A.S)’ın bir Peygamber olarak bilmemesi mümkün mü?
− Efendim, peki, o zaman neden gözlerine üzüntüden ak düşmüştü; etrafındaki insanların “düşünmekten böyle giderse kendini helâk edeceksin” diye endişe ettikleri bir durumdaydı?
− Yavrum, o nihayet bir baba idi. Oğullarının durumuna üzülüyordu. Yusuf (A.S)’a kötülük eden oğullarının haline, yaptıkları o büyük hataya üzülüyordu, onların doğruyu görmelerini istiyordu.
Bütün bu yorumlar üzerine duygulanıyoruz:
− Efendim, bu Âyetlere herhalde bunlar kadar güzel yorumlar olmaz.
− Yavrum, benim aslında bugün milyonlara hitabediyor olmam lâzım. Ama insanlar benim için “İşte,” diyorlar, “emekli bir Danıştay Üyesi. Aklı fikri kitap okumakta olan bir adam.” O zaman bana da söyleyecek bir şey kalmıyor. Sükût edip, başımı önüme eğiyorum.
− Efendim, bakıyorsunuz ünlü bir yazarın üç beş güzel sözü her yerde, gazetelerde, takvimlerde karşınıza çıkıyor. Oysa sizin kitaplarınızın her cümlesi bir vecize niteliğinde. Kitaplarınızı okuyan bir kimsenin bunları düşünmesi gerekir. Ama artık insanlar hep uçtu, kaçtı peşinde, nedense şimdi hep bunlar moda. Hâl böyle olunca da gözlerinin önündeki gerçekleri ne yazık ki göremiyor, farkedemiyorlar. O durumda yapacak bir şey kalmıyor tabi.
− Yavrum, bir edebiyat profesörü arkadaşım anlatmıştı. Bir arkadaşıyla kitapçıya gidiyorlar. Arkadaşına benim kitaplarımı gösteriyor. “Çok beğeneceksin, sen de al, oku” deyince, “Ben o kitapları gördüm. Ya Şekerci Şükrü Amca’dan, ya Börekçi Hafız Ağa’dan, ya cami imamı Ömer Efendi Hoca’dan, ya odacı Hüsamettin Efendi’den bahsediyor. Bir üniversite profesörüne bile değinmemiş kitaplarında, okuyup da ne yapacağım.” demiş. Bana bunu arkadaşım gülerek anlattı.
− Efendim, bugün de yine sizin gibi insanlar yetişebilir mi, bir aile çok bilinçli davransa böyle bir çocuk yetiştirebilir mi?
− Çok zor yavrum. Böyle bozulmuş bir toplumda bu olursa ancak Allah’ın bir lütfu ile olur. Çünkü yavrum, benim yetişmem aynı zamanda bir ortam meselesiydi. Beni yetiştiren kaç tane velî kimse oldu. Onlar beni hâl diliyle yetiştirdiler. Babaannem de, annem de velî hanımlardı. Benim çocukluğumda mahallenin çocuklarının eğitiminden kendini sorumlu tutan Bakkal Hacı Efendiler, Boyacı Osman Efendiler vardı. Yoksa ben Ömer Efendi Hoca’yı gördüğüm anda o kadar etkilenebilir miydim, namaza başlama aşkını içimde duyabilir miydim? Ve sonrasında hizmet ettiğim kırk velî zat... İşte Paşa Dede Hazretleri’yle geçen günler, işte Sadeddin Evrin’le geçen günler, işte Bandırmalı Ali Efendi ile geçen günler, işte Şaziye Anne ile geçen günler, işte Hasan Burkay Hazretleri’yle geçen günler, işte Ahmet Kayhan Hazretleri’yle geçen günler, işte Azize Anne ile geçen günler... Ve büyük bir aşkla bağlandığım Hocam Münir Derman Hazretleri’yle geçen günler... Hepsi bana hâl diliyle ne güzel örnek oldular. Bende mânevi güzellikleri hâl diliyle ne güzel işlediler...
− Efendim, siz Rânâ Hanım’ın da son devrin velî hanımlarından olduğunu anlatmıştınız bir konferansınızda. O da bu yönüyle sizin mânevi hizmetlerinizi yerine getirmenizi kolaylaştırdı mı?
− Tabi yavrum. Rânâ bana bu konuda hep kolaylık sağladı. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun.
− Efendim, bir de az önce çocuk yetiştirmekten konuşunca hatırıma geldi. Meselâ Kur’an-ı Kerim’de muhtelif âyetlerde Peygamberlere çocukların “bahşedildiği” veya “lûtfedildiği”, Allah dilerse insanlara kız ve/veya erkek çocuk “verebileceği”, isterse hiç evlât vermeyeceği şeklinde anlatılıyor (Şûra Sûresi, 49. Âyet). Yani bir çocuğun dünyaya gelmesi tamamen Allah’ın dilemesi ile olan bir şey. Meselâ bir Âyette çok yaşlanmış olduğu halde bir Peygambere (İbrahim (A.S)’a) çocuk sahibi olacağı vahyediliyor (Zâriyat Sûresi, 29. Âyet). Ancak hanımı bunun üzerine çok büyük bir hayrete düşerek “Ben,” diyor, “kısır bir kocakarıyken nasıl çocuğum olabilir?” Ona “Bu Allah’a kolaydır” şeklinde ilâhi cevap geliyor. Yani her şey Allah’ın takdir etmesine veya etmemesine bağlı. Kadın da, erkek de orada olayın bahanesi oluyor.
− Babasız çocuk da var ona bakarsak.
− Efendim, çok rastlıyoruz, bazı evli insanlar belki farkında olmadan “Biz çocuk yapmak istiyoruz veya istemiyoruz” veya büyükler evlâtlarına “bir çocuk yapın” şeklinde düşünmeden konuşuyorlar. Bu şekilde konuşmak şirke girer mi acaba, bu muhteşem olayı kendi bedeninden bilmek, sanki insan isterse bu yaratılış gerçekleşirmiş gibi konuşmak?
− Hem de tam anlamıyla girer.
− O zaman Allah nasibederse diye belirtmek lâzım bu konuda da, her işte inşallah demek gerektiği gibi.
− Öyle yavrum.
− Efendim, aynı Sûrede Yusuf (A.S) artık kardeşlerine Mısır hükümdarı olarak kendisini tanıttıktan ve onlarla helâlleştikten sonra gömleğini kör olan gözlerinin açılması için babasına götürmelerini istiyor. Gömleği getiren kafile yola çıkınca Yakup (A.S) gömleğin kokusunu çok uzaklardan almaya başlıyor.
İlgili Âyetler (Diyanet Meali):
93. “Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne koyun, (gözleri) görecek duruma gelir. Ve bütün ailenizi bana getirin.”
94. Kafile (Mısır’dan) ayrılınca, babaları (yanındakilere): Eğer bana bunamış demezseniz inanın ben Yusuf’un kokusunu alıyorum! dedi.
95. (Onlar da:) Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığındasın, dediler.
96. Müjdeci gelince, gömleği onun yüzüne koyar koymaz (Ya’kub (A.S)) görür oldu. Ben size: “Allah tarafından (vahiy ile) sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim” demedim mi! dedi.
− Efendim, sizin de böyle bir koku alma hassanız var, bahsetmiştiniz daha önce. Her insanın bir kokusu var mıdır ve bu koku onun karakteri hakkında bilgi verir mi?
− Yavrum, bana bir kimsenin gömleğini getirseler, ben ondaki kokudan, o kimsenin hangi günahları işlediğini bir bir söyleyebilirim. Her insanın bir kokusu vardır. Meselâ Münir Bey bir gün odasında çalışıyorken, devrin en büyük velîlerinden bir zat -ki daha önce tanışıklıkları yokken- kapıyı çalıp içeriye giriyor. Selâm veriyor, “Yolda gidiyordum, bu civardan Efendimizin kokusu geliyordu. O kokuyu takip ederek size ulaştım.” diyor. Sonra sarılıp, kucaklaşıyorlar.
− Efendim, siz de sırılsıklam terleseniz bile hep güzel kokuyorsunuz…
Sayın Büyüğümüz gülümsüyor:
− Öyle söylüyorlar, diyor.
− Efendim, Kur’an-ı Kerim’de birçok Âyetlerde şükür konusu geçiyor ve “Şükredenin nimetinin artırılacağı” belirtiliyor. Daima şükreden bir kimsenin elindeki nimetler her neler ise, onları sürekli olarak artırması veya bereketlendirmesi, halden hale geçmesi mümkündür diyebilir miyiz veya böyle bir niyet için şükür anahtarının kullanabileceğini söyleyebilir miyiz?
İlgili Âyet: İbrahim Sûresi, 7 (Elmalılı Meali):
“Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”
− Evet yavrum, bu şekilde bütün nimetlerin hem de her an artırılması mümkündür.
− Efendim, bu yaklaşım aslında bizler için de böyle değil mi? Meselâ bir iyiliğinize teşekkür eden bir kimse için daha sonra da iyilikler yapma isteği duyuyorsunuz ama karşı taraf yapılanları görmezden geliyorsa aynı şekilde davranma konusunda isteğiniz giderek azalıyor? O zaman insanın aklına bu Âyet geliyor.
Efendim bir de başka bir Âyette “Kullarımdan şükredenler azdır.” mealinde buyruluyor. Oysa bugün birçok kimse hep şükrediyor veya en azından çok şükreden bir kimse olduğuna inanıyor. Ama Kur’an-ı Kerim’de “Lâyıkıyla şükredenler azdır.” buyrulduğuna göre şükrettiğini sanan bazı kimseler aslında gerçek mânâda şükretmiyor sonucu çıkıyor. Bir kimse gerçekten lâyıkıyla şükredip etmediğini ve bu Âyette övülen o az zümreden olup olmadığını nasıl anlayabilir, bunun göstergesi nedir?
İlgili Âyet (Diyanet Meali):
Sebe Sûresi, Âyet 13: “…Kullarımdan şükredenler pek azdır.”
Hasan Basri Çantay Tefsiri: “Kullarımdan (hakkıyle) şükreden azdır.”
− Eğer bir kimse, dünyada kendisinden daha fazla nimet verilen başka bir kimse olmadığını düşünürse, o kimse gerçek mânâda şükredenlerdendir yavrum.
SÂD SÛRESİ
− Efendim, Sâd Sûresi’nde aralarında hüküm vermesi için Dâvut (A.S)’a iki kardeşin geldiği anlatılıyor. Bu kardeşlerden haksızlığa uğradığını belirten kardeş kendisinin bir koyunu olduğunu, diğer kardeşiyle bir konuda tartıştıklarını ve doksandokuz koyunu olan kardeşinin kendisini yendiğini, buna mukabil de o bir koyunu kendisinden istediğini anlatıyor ve Dâvut (A.S)’ın olay hakkında hükmetmesini istiyor. Dâvut (A.S) da doksandokuz koyunu olan kardeşin birçok ortaklıkta olduğu gibi bir koyunu olan kardeşe zulmettiğine hükmediyor. Sonra da bu olayla ilâhi bir imtihana tabi tutulduğunu düşünerek tövbe etme lüzumu duyuyor ve secdeye kapanıyor (-burada bir Secde Âyeti yer alıyor!) Cenab-ı Hak da Âyetlerin hemen devamında “Biz de Onu affetmiş, tövbesini kabul etmiştik” buyuruyor. Bu olayda Dâvut (A.S) niçin ilgili hükmü verdikten sonra bunun bir imtihan olduğunu düşünerek tövbe etme lüzumu duyuyor? Âyetin devamında “Biz de bunun üzerine Onu affettik” buyrulduğuna göre, Dâvut (A.S)’ı verdiği hüküm üzerine tövbe etmeye sevkeden husus ne olabilir?
İlgili Âyetler (Diyanet Meali):
20. Biz Dâvud’un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve Hakla bâtılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik.
21. Sana davacıların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı aşarak mâbede girmişlerdi.
22. Hani Dâvud’un yanma girmişlerdi de Dâvud onlardan korkmuştu. Onlar, “Korkma! Biz, iki davacı grubuz. Birimiz diğerine haksızlık etmiştir. Aramızda adaletle hükmet. Zulmetme ve bizi hak yola ilet” dediler.
23. İçlerinden biri şöyle dedi: “Bu benim kardeşimdir. Onun doksandokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken “Onu da bana ver” dedi ve tartışmada beni bastırdı.”
24. Dâvud dedi ki: “Andolsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemek suretiyle sana zulmetmiştir. Esasen ortakların pek çoğu birbirine haksızlık eder. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler başka. Onlar da pek azdır.” Dâvud bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Derken Rabbinden bağışlama diledi, eğilerek secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi.
25. Biz de bunu Ona bağışladık. Şüphesiz katımızda Onun için bir yakınlık ve dönüp geleceği güzel bir yer vardır.
− Yavrum, burada Dâvut (A.S) o bir koyunu olan kardeşin söylediklerine göre hüküm veriyor. Elinde yeterli delil olmadığı bir durumda hüküm verdiğini düşünerek tövbe etme ihtiyacı hissediyor.
− Efendim, yine Sâd Sûresi’nde Süleyman (A.S)’ın cins atları sevdiğini ve özellikle onları kendisine Allah’ı hatırlattıkları için sevdiğini anlıyoruz. Ancak Âyetlerin devamında “Süleyman (A.S)’ın imtihan edildiği, bunun için de tahtının üzerine bir ceset bırakıldığı anlatılıyor. O da uyarıyı sezerek hemen tövbe ediyor. Burada ceset bırakılmasıyla yapılan uyarı nedir de Süleyman (A.S) tövbe etme lüzumu duymuştur?
İlgili Âyetler (Diyanet Meali):
29. Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır.
30. Dâvud’a Süleyman’ı bağışladık. O ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Allah’a çok yönelen bir kimse idi.
31. Hani ona akşamüstü bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağının üzerinde duran çalımlı ve soylu atlar sunulmuştu.
32, 33. Süleyman, “Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim” dedi. Nihayet gözden kaybolup gittikleri zaman, “Onları bana geri getirin” dedi. (Atlar gelince de) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
34. Andolsun, biz Süleyman (A.S)’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık. Sonra tövbe edip bize yöneldi.
35. Süleyman (A.S), “Ey Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülk (hükümranlık) bahşet! Şüphesiz sen çok bahşedicisin!” dedi.
− Yavrum, tabi Allah’ı anmak için bir vesileye gerek yok. Ceset ise nedir, içinde bir aşk, bir heyecan olmayan vücuttur. Tahtın üstünde bile olsa, bir anlam ifade etmez.
TEKASÜR SÛRESİ
(Sohbetimiz devam ederken yağmur yağmaya başlıyor. Yağmur altındaki Ankara’yı izliyoruz bir süre...)
− Efendim, Kur’an-ı Kerim’in sonlarına doğru yer alan Tekasür Sûresi’nin yağmur yağarken yedi kez okunması durumunda ardından yapılacak duanın kabul olacağı söylenir. Yağmur yağarken özellikle duaların kabul ediliş hikmeti ne olabilir?
− Çünkü bu sırada insan daha içe dönüktür. Duyguları daha yoğundur. Böyle bir anda yapılan dua daha samimidir. Kabule daha yakındır.
− Rahmetin coştuğu anlar oluyor değil mi bu anlar?
− Öyle yavrum.
HUCURAT SÛRESİ
− Efendim, Hucurat Sûresi, aynı zamanda “Edep Sûresi” olarak da nitelendiriliyor bazan, içinde geçen bazı edep kaideleri nedeniyle. Meselâ bu Sûrede “Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin” buyuruyor Cenab-ı Hak. Bu günlük hayat için de genel bir edep kaidesi midir aynı zamanda?
İlgili Âyetler (Diyanet Meali):
1. Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
2. Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.
3. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, Allah’ın, gönüllerini takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır.
− Yüksek sesle konuşmak hiçbir mânevi öğretide uygun karşılanmamıştır yavrum.
− Yine bu Sûrede bir başka Âyette Peygamber Efendimiz için “Odaların ötelerinden Peygambere seslenmeyin” buyruluyor. Bu Âyette tabi Peygamber Efendimize hürmeten bundan kaçınılması istenmekle birlikte, bizlere de bugün için bir ihtar vardır diyebilir miyiz? Meselâ bir ev ortamında kişilerin şart olmadıkça birbirlerine odaların ötelerinden yüksek sesle seslenmesinin uygun olmayacağı gibi?
İlgili Âyetler (Diyanet Meali):
4. Odaların arkasından Sana bağıranların çoğu aklı ermeyen kimselerdir.
5. Onlar, Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
− Öyle yavrum. Mümkün olduğu kadar bunu da yapmak lâzım.
− Efendim, hangi kitaptaydı hatırlamıyorum ama bizden ileride yürüyen bir kimseye arkasından bağırarak çağırmanın da edebe uygun olmadığı, kaba bir davranış olduğu anlatılıyordu. “Ancak bir hayvana arkasından seslenilir.” diye de sebebi anlatılmıştı. Doğru mu bu yorum sizce?
− Evet yavrum, mümkün olduğu kadar o insanın yanına kadar yaklaşıp, ona “Hanımefendi, beyefendi...” diye neyse söyleyeceğimiz, orada söylemek en doğru olanıdır. Arkadan bağırmak uygun değildir. Bunu söyleyen doğru söylemiş.
− Efendim, bir Âyette (Mücadele Sûresi, Âyet 12):
“Ey iman edenler! Peygamber ile başbaşa konuşacağınız zaman, başbaşa konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
buyruluyor. Böyle bir şey niçin tavsiye ediliyor acaba?
− Çünkü yavrum, sadaka veren, iyilik yapan bir kimsenin kalbi iyice yumuşar, tatlı, güzel bir hâl alır. Bu şekilde de Peygamberin huzuruna çıkmaya daha müsait bir ruh hâli içine girer. Bu nedenle.
− Peki Efendim, Allah Dostları da Peygamberlerin vârisleri olduklarına göre -güleryüz de dahil her iyilik bir sadaka olduğuna göre- onlarla bir mevzuda konuşacak kimsenin de küçük de olsa bir iyilik yapması, bir güzel davranışta bulunması, belki bir dua, selavat-ı şerife okuması veya benzeri bir şey yapması gerekir mi?
− Böyle bir şart yok tabi ama yapılsa çok güzel, yerinde bir davranış olur. Edebe de uygun düşer.
DÛHA SÛRESİ
− Efendim, aynı zamanda bir edep kaidesi olarak düşünebileceğimiz bir Âyet var Dûha Sûresi’nde. Bu Âyette büyük bir ikaz yapılarak: “Sakın ha... isteyeni azarlama!” buyruluyor. Burada “isteyen” olarak “sâil” geçiyor. Galiba “dilenci” anlamına geliyor sâil?
İlgili Âyet Dûha Sûresi, Âyet 10 (Diyanet Meali):
“El açıp isteyeni de sakın azarlama.”
− Yavrum, burada “isteyen”i sadece para isteyen olarak anlamamak lâzım, burada aynı zamanda ilim veya bilgi talep eden kimse demek. Bir kimse bize gelir, bizden bir konuda bir şey sorarsa, ona uygun bir dille bildiklerimizi anlatmakla, ona yol göstermekle yükümlüyüz, o kişi kim olursa olsun. Bize gelip bir hususta danıştığına göre, bizi o konuda kendisinden üstün, ona yol gösterebilecek bir durumda görüyor demektir. O durumda onu terslemek, geri çevirmek asla uygun değildir.
− Efendim, olaya bir de ilk anlamıyla bakarsak, bazan yanına bir dilenci geldiğinde bir şey vermediği gibi onu azarlayanlar, ona nasihat edip, yüzüne karşı ahkâm kesenler oluyor. O zaman bu Âyet hatırına geliyor insanın, ürperiyor. Eğer bir şey vermeyeceksek, o zaman bir de üstüne azarlamak, nasihat etmek doğru olmaz değil mi? Belki o şekilde gelen birçok yüzsüz kimsenin arasında -olacak bu ya- bir tek o kişi -bizim için belki bir imtihan olarak- o anda gerçekten çok sıkıştığı için bizden yardım istemek zorunda kalmış olabilir.
− Yavrum, böyle bir durum olur da insan karşıdakinin kalbini kıracak bir şey söylerse, bu ona hayatı boyunca çok pahalıya malolabilir. Zor durumda kalmış bir kimsenin kalbi çok hassastır, kırılmaya çok müsaittir. Böyle bir kimseyi gücendirmek, gönlünü kırmaksa çok tehlikelidir. Bundan çok kaçınmak lâzım.
− Efendim, annem anlatmıştı, onun çocukluğunda oturduğumuz mahallede, kimseyle fazla ilgilenmeyen, kendi halinde, üstü başı dökük, meczup bir kimse varmış (Fehmi Baba). Bazan uzun süre ortadan kaybolurmuş, o sürede yürüyerek Hacca gidip geldiği söylenirmiş. Bir gün bu zat, mahalledeki bir kimsenin bahçesindeki kiraz ağacına çıkmış, oturmuş, kiraz yerken ağacın sahibi onu görmüş, in bakayım, diye azarlayarak ağaçtan indirmiş. O da hiç seslenmeden inmiş ve yürüyüp uzaklaşmış. Bunun üzerine o ağaçta yedi yıl üst üste hiç kiraz olmamış. Aynı zat, bir gün de rahmetli dedemden bir parça ekmek istemiş. Dedem de -durumları galiba biraz darmış o zamanlar- ekmeğin arasına peynir koyarak götürünce “Ben, sadece ekmek istemiştim.” diyerek kabul etmemiş ve uzaklaşmış.
− Çok ilginç…
− Efendim, o kirazları bahçe sahibinin bir nedenle sadaka vermesi icap ettiğini hissederek bu bahane ile verdirmiş olmak üzere çıkıp yemiş olabilir mi? Çünkü Münir Bey bir sohbetinde: “Bahçende köstebeklerin ekip diktiğin sebzelerden taşıdıklarına aldırıp onlardan kurtulmaya çalışma. Onlar sadece senin malını temizlemek için ne kadarı gerekiyorsa o kadarını yer, gerisini sana bırakırlar, merak etme.” şeklinde anlatıyor. Yani bunun bile bir hikmeti oluyormuş.
− Ahh yavrum... Hayatta olup biten her şeyin bir sebebi, bir hikmeti var. Biraz düşünebilsek...
(Fehmi Baba, vefatından önce şehrin en gözde mekânlarından olan Giresun Kalesi’ne defnedilmeyi vasiyet eder ve bu arzusunun o günün belediye başkanına iletilmesini ister. “Boşuna söylemeyelim, razı olmaz” deseler de, “siz yine de bir söyleyin” diye ısrar eder. Belediye başkanı, konu kendisine açılınca kesin bir dille reddeder, ancak o gece rüyasında aldığı işaret üzerine korkar ve ertesi günü, ricaya gelen kimseleri bizzat buldurtarak razı olduğunu, nereyi isterlerse defnedebileceklerini söyler. Bunun üzerine vasiyetine uygun olarak kalenin şehrin büyük bir kısmını tepeden görebilecek bir yerine defnedilir. Sürdürdüğü yaşantısı gibi mütevâzı kabrinde isim ve kitâbe bulunmadığı için belki de, şehir halkı arasında mezarın bir Hak dostuna ait olduğunu bilenler azdır.)
YASİN SÛRESİ
Yasin Sûresi, 82. Âyet:
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: “Ol” demesidir; o da hemen oluverir.”
− Efendim, bu Âyette Cenab-ı Hakk’ın “Ol” demesinin bir işin olması için yeterli olduğuna işaret ediliyor ve “Ol dedi, oldu” şeklinde ifadelendiriliyor. Şimdi burada önemli bir husus var: İnsan da yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğuna göre, insan kelâmında da böyle bir hassa vardır diyebilir miyiz? Çünkü siz zaman zaman insan kelâmındaki büyük sırdan bahsediyor ve sık sık “Ya hayır söyle, yahut sus.” Hadisinin önemine işaret ediyorsunuz. Hatta Yunus’un “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur” mısraında işaret edilen “duyulduğunda şâd olunacak haber”in de Bu Hadis-i Şerif ve ondaki sırrı çözmek olduğunu belirtmiştiniz bir sohbetinizde?
− Evet yavrum, müthiş bir Âyet bu. İnsan kelâmında da böyle bir hassa vardır. O nedenle ağızdan çıkan her söze çok ama çok dikkat etmek lâzımdır. Bütün olaylar birbirine çok ince ipliklerle bağlı. Ağzımızdan çıkan bir kelime, küçük bir kar yığınının dağın tepesinden aşağıya doğru kayarken bir çığa dönüşmesi gibi çok büyük olaylara sebebiyet veriyor. Ama kaç kişi bunun farkında??? İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak her yaptığına ve söylediği her söze dikkat edecek. “Ya hayır söyle, yahut sus.” Hadisi bu Âyetin çok özlü bir yorumu aslında.
− Efendim, o halde bir kimsenin “Ol” demesiyle bir şeyin “ol”ması ne ölçüde mümkündür? Meselâ birisi çıkar derse ki, ben de bir şeyin olması için ol diyorum ama olmuyor, o zaman buna nasıl cevap verilebilir?
− Yavrum, bunun gerçekleşmesi o kimsenin Allah’a yakınlığı nispetindedir. Böyle yakine ulaşmış bir kimse, onu inciten, kıran birine beddua etse, o kimse cayır cayır yanar.
Ama Hz. Ali Efendimizin bir sözü var: “Bir kimsenin on kötülüğünü sekize indirebilirsen bu senin için başarıdır” mânâsında. Biz eğer bize kötülük edenlere hep hayır dua edersek, o kimse bir gün gelir kalben bize karşı yumuşar. Kelâmda böyle bir hikmet var. Meselâ onbeş gün böyle birisi için dua etsen, onbeş gün sonra o kimsenin sana davranışlarının yavaş yavaş değişmeye başladığını görebilirsin.
Tevrat’ta bir Âyet var. Şöyle söylüyor:
“İptida kelâm var idi.”
Biliyor musun bu Âyet beni kaç gece ağlattı…
− Efendim, burada kelâmın yaratılışta her şeye şekil veren bir unsur olduğu mu anlatılmaya çalışılmış?
− Öyle yavrum. Meselâ bir Japon bilim adamı araştırma yapıyor. İçinde su bulunan tüplere farklı farklı müzikler, sesler dinleterek onları kristalleştiriyor. Sonra bakıyor, güzel sesler dinletilen tüplerdeki kristaller muhteşem güzellikteyken, sert, kaba sözler dinletilen tüplerde ise şekilsiz, anlamsız kristaller oluşmuş. E, insan vücudunun da büyük bir kısmı su. O halde bizim söylediğimiz her söz karşı tarafı hem ruhen, hem de bedenen tesiri altına alıyor. Konuşurken ağzımızdan çıkacak her kelimeye çok ama çok dikkat etmemiz lâzım.
− Efendim, insan ağzından çıkan sözün önemine binâen bir yerde okumuştum: Bir gün bir velî zata, bir hayvana bir niteleme yaparak sormuşlar: “Efendim, acaba deniz domuzunun eti yenir mi?” demişler. O da cevaben “Yenmez!” demiş. “Neden Efendim?”, diye sordukları zaman da “Siz bir kere ona domuz dediniz.” diye cevaplamış. Demek ki yapılan bir vasıflandırma bile o şeyi etkiliyor?
− Öyle yavrum.
− Efendim, yine kelâmın hikmetine binâen hatırladığım bir başka olay var. Sizinle “Papazın Bağı”ndaki -içinde asırlık ağaçlar bulunan bir çay bahçesi- bir sohbetten dönerken, bir masanın yanından geçiyorduk. Siz o masada oturmuş, sohbet ederek biralarını yudumlayan dört genç adama başınızIa hafifçe selâm verdiniz ve gülümseyerek “Afiyet olsun, efendim” dediniz. Onlar da çok büyük bir keyif ve memnuniyetle size teşekkür ettiler. Ben de o zaman içimden, acaba Sayın Büyüğümüz bu adamlara neden böyle söylemiş olabilir, içki afiyet vesilesi olur mu, diye geçirmiştim. Sonra bir süre düşünüp cevabı bulamayınca size sormuştum, siz de şöyle cevap vermiştiniz: “Acaba ben onlara öyle söyledikten sonra, o ellerindeki bardaklarda içtikleri şey hâlâ bira olarak kaldı mı?”
− Evet yavrum…
− Efendim, iki gün önce işyerinden çıkmış servise yürürken, bir baba ve küçük oğluyla karşılaştım. Onlar da kendi servislerine yetişmek için karşıdan geliyorlardı. Küçük çocuk merdivenlerden değil de, uzun otlarla kaplı yerden yürümek istedi ve oraya daldı, zorla yürümeye başladı. Bunun üzerine babası “Bak,” dedi, “oraya girdin ama oradaki keneler biraz sonra bacaklarına yapışacaklar.” Ben bunun üzerine ürperdim ve hafif yüksek bir sesle “Allah’ın izniyle hiçbir şey olmaz.” diyerek, o sözden çıkan negatif etkiyi kendimce bertaraf etmeye çalıştım.
− Çok iyi yapmışsın yavrum. Bazı aileler var meselâ, çocuklarına “senden adam olmaz” diyorlar kızdıkları zaman. Böyle bir çocuk istese de ileride ortaya bir şey koyamaz. Ama onun yerine benim çocuğum ileride büyük adam olacak desek, o da kendini buna hazırlar.
− Efendim, hamileyken anne karnındaki çocuğa dışarıdan yapılan güzel telkinlerin bile ileride onun karakteri üzerinde çok müspet tesirleri oluyormuş. Bir de meselâ bazan duyuyoruz, anne, babalar çocuklarına dışarıda oynamaya giderken “Hasta olursun, üşüteceksin” diyorlar. O zaman daha baştan böyle söyleyerek bu olaya zemin hazırlamış oluyorlar diyebilir miyiz?
− Tabi yavrum.
− Ne demek lâzım meselâ böyle bir durumda?
− Meselâ: “Yavrum, çıkarken üzerine bir şey alırsan iyi olur”, denilebilir.
− Efendim, söylenen sözün vücut bulması ile ilgili Ankara’nın mânevi sultanlarından Rahmetli Şaziye Anne dermiş ki: “Birileri sizi bazı vasıflarınızı belirterek övdüğü, güzel iltifatlarda bulunduğu zaman, fazla tevâzu göstererek aman efendim ne haddimize, estağfirullah, filân diyerek o vasıfların sizde tecelli etmesine engel olmayın, alın, kabul edin.” Böyle bir durumda karşı tarafa nasıl bir karşılıkla cevap vermek uygun olur sizce?
− Meselâ, teşekkür ederim efendim denilebilir, inşallah denilebilir…
− Efendim, ağzını hep hayra açmak konusunda bir Hadis-i Şerifte: “Rüya, uçar bir ayak üzerinedir. Neye tâbir edilirse ona çıkar. O yüzden ehil olmayanlara rüyalarınızı anlatmayınız.” mealinde buyruluyor. Meselâ çok güzel bir rüya görmüş adam, anlatıyor. Ama karşıdaki kişi kalbindeki kıskançlıkla o rüyayı hayra yormak istemediği için yanlış yorumluyor ve sonuçta onun tâbir ettiği şekilde rüya vücut buluyor. Sonra da iş işten geçmiş oluyor. Siz de hep bu konuda insanlara rüyalara takılıp kalmamalarını öğütlüyorsunuz zaten.
− E, işte ben bunun için rüyaların anlatılmasına ve herkesin o rüyayı yorumlamasına karşı çıkıyorum.
− İnsanlar rüya yoluyla bazı bilinmeyenlerden haberdar mı olmak istiyorlar?
− Yavrum, bizim rüya ile ne işimiz olacak? Yapmamız gereken her şey bize bildirilmiş zaten.
− Efendim, rüyaların anlatılmaması konusunda bir örnek de Yusuf Sûresi’nde var değil mi? Orada Yakup (A.S), oğlu Yusuf (A.S)’ın çocukken gördüğü güneş, ay ve on iki yıldızın kendisine secde ettiği rüyasını kardeşlerine anlatmasına izin vermiyor, Sana, diyor, haset edebilirler.
− Öyle yavrum.
− Efendim, aklıma geldikçe çok etkilendiğim yaşanmış bir olay var: Bir gün, bir hükümdarın etrafında bazı kimseler birlikte oturmuşlar, sohbet ediyorlar. Bir ara içlerinden birisi bir şahıs hakkında gece gördüğü rüyasını anlatıyor. Orada bulunanlardan birisi de bu rüyayı hemen tâbir ederek, “Demek ki o kimse yakında vefat edecek.” diyor. Bir müddet sonra içeriye dışarıdan telâşla bir adam giriyor ve bir süre önce hakkında yorum yapılan kimse için hükümdara “Efendim,” diyor, “filân zat vefat etmiş.” Bunun üzerine hükümdar çok öfkeleniyor ve rüyayı tâbir eden zâta dönerek, yaptığı yorumla adamın ölümüne neden olduğunu belirterek derhal boynunun vurulmasını istiyor. Bunun üzerine tâbiri yapan adam çok korkuyor, son bir çare olarak, “Efendim,” diyor, “haklısınız, ben cezama razıyım ama bana bir şans verin. Bir araştırın, acaba o kimse ben o tâbiri yapmadan önce mi ölmüş, sonra mı? Eğer ben o yorumu yapmadan önce ölmüşse, lûtfedin, beni bağışlayın.”
Araştırılıyor, adamın biraz daha önceki bir saatte öldüğü anlaşılınca affediliyor. Efendim, insan bunu okuduktan sonra Resulullah Efendimizin rüya yorumu ile ilgili uyarısındaki ihtişamı daha bir farkediyor.
− Öyle yavrum, çok doğru.
Bugün kimse insanlara doğruyu söylemiyor. Her şey saklanıyor. İnsanlar da olur olmaz, faydasız şeylerin peşine düşüyorlar. Televizyon kanallarından birinde günlerce Nuh’un gemisinin arandığı ve bulunduğu anlatıldı geçenlerde. Bununla reytinglerini artırmayı plânlıyorlar. Çok bilmiş bir sunucu karşısına kendi gibi adamlar alarak Nuh’un gemisinin bulunduğunu konuşuyor. Birkaç küflü tahta ile küflü bir demir parçası bulmuşlar. Bunları Nuh’un gemisinin parçaları diye anlatıyorlar. Gerçekten bulsalar ne olacak, bunun kime ne faydası var?
− Efendim, herhalde Nuh (A.S) bunları görse, “Yahu,” der, “çeşit çeşit vasıtalar yaptınız, yine de aklınız fikriniz benim o eski gemide!”
Sayın Büyüğümüz gülüyor:
− Yavrum, aslında o araştırmalarda yapılmak istenen çok başka. Adamlar ülkemizde nerede hangi maden var diye gizlice onu araştırıyorlar. Ama sorulunca da “Canım, biz sadece Nuh’un gemisini arıyoruz, ne var bunda?” diyorlar. Birkaç küflü tahta parçasını da işte bulduk diye televizyonlarda gösteriyorlar. Bizimkiler de saf saf inanıyor. Eğer beni o televizyon kanalına çıkarsalar, o genç sunucuya “Evlâdım,” derim, “bütün bunlar iyi güzel de, insanlara ne faydası var? Neden onların kafalarındaki karışıklıklara ışık tutacak insanları programa çıkarıp, onlara yol gösterecek konulara eğilmiyorsunuz?
− Efendim, bu konuştuğumuz hususlar üzerinde meselâ biraz düşünülse, ne kadar önemli sonuçlar çıkıyor değil mi bir insanın hayatına yön verecek?
− Öyle yavrum, çok doğru. Ama bunların üzerinde uzun uzun düşünmek, tefekkür etmek lâzım.
− Efendim, Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde “Yasin Sûresi hangi niyetle okunursa, o niyet için faydalıdır” mealinde buyurmuşlar. Meselâ rahmetli dedem şir pençe denilen ateşli bir deri hastalığını Yasin Sûresi okuyarak tedavi ederdi. Hastalar artık gezilmedik doktor bırakmadıktan sonra gelirlerdi. O da ilerlemiş yaşına rağmen geri çevirmez, hastayı yanına oturtur, Kur’an-ı Kerim’i açar, Yasin Sûresi’ni okur ve ara ara hastalıklı bölgeye nefes ederdi, aynı zamanda hastalıklı yeri hafifçe uzaktan dağlardı anneannem -nur içinde yatsınlar- Birkaç dakika sonra okuma henüz bitmeden o tedavi kabul etmeyen hasta bölge adeta gökyüzündeki kara bulutların çözülüp aralardan güneşin gözükmesi gibi küçük küçük parçalara ayrılır, ufalmaya başlar, aralarda sağlıklı bölümler çıkmaya başlardı. Ben o zamanlar dedemin yanına oturur, olan bitenleri ibret ve hayretle izlerdim. Bir kere olsun sonuç alınmayan hasta görmedim.
− Evet yavrum.
Sabri Tandoğan Efendi Hz.
Aziz Ruhları Şad Olsun.